İspanya’ya giden uçaktaki genç adam heyecanlıydı ama korkmuyordu. Kendine koyduğu hedefi ulaşılmaz değil olağanüstü olarak adlandırmıştı. Bir planı yoktu. Adını hatırlayamadığı bir Fransız yazarın söylediği bir söz vardı dilinin ucunda. Hayal kurmanın birazı tehlikeliydi; hayal kurmak çok ve sürekli yapılması gereken ciddi bir işti. Neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Tek bildiği, ne olursa olsun düşlemekten hiç vazgeçmeyecekti. Düşleyecek, düşünü canlandırıp gerçeğine katacaktı.
Hayallerini anlattığında gülenler oldu. Çocuk işte dediler. Çocuktu. Ona gülenlerin fark edemediği şeyse, dünyanın en büyük endüstrisi haline gelmiş olsa da, futbol ölüm kalım meselesi değil, çocuk oyunuydu. Arda Turan, dünyanın dört bir yanındaki futbolseverlere bunu hatırlatmak için gönderilen özel çocuklardan biriydi. Her güne mutlu olmak için uyanır, mutlu olmak için futbol oynardı. Futbol oynarken mutlu olur, mutlu oldukça daha da iyi oynardı. Üstelik mutluluğu bulaşıcıydı. Yamacında olmak büyük ayrıcalıktı.
Bilmedikleri bir şey daha vardı. Delinin önde gideniydi bizim sipsi. Kafayı kırdıktan sonra onu vazgeçirebilmek imkansızdı. Taraftarı olduğu kulüpte oynamanın mutluluğunu ağız tadıyla yaşayamadan başka bir takıma kiralandığını öğrenmiş ama pes etmemiş, takımına geri dönüp küllerinden doğmuştu. Gencecik yaşında o kulübün kaptanlık pazubandına layık görülmüştü. Sakatlıklar atlatmış, özel hayatı dillere dolanmıştı. Hatta gün gelmiş kendi taraftarının protestosuna bile maruz kalmıştı. Hiçbiri onu yolundan döndürememişti.
O saf hayalin peşinde
Üç sene önce o deli cesaretini topladı; vatanına, ailesine, ilk göz ağrısına, onu sevenlere, rahat ve konforlu hayatına veda edip yüreğinin onu götürdüğü yere gitti. Hakkındaki eleştirileri iltifat olarak aldı, övgülere tebessüm etmekle yetindi. Güvendiği insanlardan gelen tavsiyeleri kaldıraç olarak kullandı. Kimse ikincileri hatırlamaz dedi, çok çalıştı. Kısa sürede, dünyanın en yetenekli oyuncularına karşı forma giydiği bir ligde savaşçı ruhuyla hayranlık uyandırdı.
Dünyanın en büyük markaları arasında saçıyla, sakalıyla kendi markasını yarattı. Sahada futboldan aldığı keyif, antrenmanlardaki eğlenceli halleri, sokaktaki samimi tavırlarıyla Arda Turanizm akınını başlattı. Hakkında kitaplar yazıldı, şarkılar bestelendi, gazete manşetlerinden düşmedi. Arda Turan’lı Atletico Madrid, 18 yıl aradan sonra lig şampiyonu oldu. 14 yıl aradan sonra Copa del Rey zaferini yaşadı, 29 yıl aradan sonra İspanya Süper Kupası’nı kaldırdı. UEFA Avrupa Ligi şampiyonu oldu, Süper Kupa’yı müzesine götürdü. Geldiği gün hayallerine gülenler, formasını imzalatmak için sıraya girer oldu.
Aslında Arda Turan’ın hayali, mahallesinde top peşinde koşan veletlerinkinden farklı değildi. Dünyanın en iyi futbolcusu olacaktı. Böyle kocamandır o yaşta hayaller. O hayalperestlerin birçoğu çok erken kopar hayallerinden; kimine yetenek bahşedilmemiştir, kiminin okuyup “adam” olması gerekmektedir. Az sayıdaki şanslılar, ülkemizde pek de derin olmayan yetenek havuzuna dahil olup hayatını futboldan kazanmaya başlar. Hayallerine, ailelerine başlarını sokabilecekleri bir ev alana kadar tutunmaya devam ederler.
Ama o hayaller, tapuya atılan imzanın mürekkebi kurumadan uçup gider. Altlarındaki araba, ceplerindeki kredi kartı, akrabalarından gördükleri itibar fazlasıyla hoşlarına gider, daha fazlasını denemek için isteksizleşirler. Çalışmadan elde ettikleriyle “yetinmeyi” öğrenir, kendi küçük dünyalarında krallıklarını ilan ederler. Bir Rus atasözü “Hayat, dümdüz bir tarlanın bir ucundan diğer ucuna yapılan bir yürüyüş değildir” der. Bizim çocuklar onu bile yapmaz, tarlanın bir ucundan öteki ucuna, topu şişirmekle yetinirler.
Bu ülke insanının uğrunda mücadele ettiği şeyleri elde edememesinin en önemli nedeni, bilinçaltında başaramayacağını düşünmesidir. Hiç düşündünüz mü; emekleyerek son sürat oradan oraya gidebilen bebekler neden yürümek için çabalar? Sürünerek istedikleri yere gidebilecekken neden ayağa kalkmaya çalışırlar? Beceriksizce adım atmaya çalıştıklarında yüzüstü düşüp canlarını yaksalar bile neden bu sevdadan vazgeçmezler? Çünkü tembellik içgüdüsel değildir, keşfetme dürtüsüyle doğarız. Sınırlarımızı zorlamak, yaradılışımızda vardır. Yıkamadığımız duvarlar, aşamadığımız eşikler hep kendi eserimizdir. Geleneksel Türk ailelerinin çocuk yetiştirme kurgusu olmazlar, yapılmazlar ve yasaklar üzerine kuruludur. O nedenle başaramayacağımız duygusuna boyun eğmeye yatkınlığımız vardır.
Bu toprakların ilham kaynağı
Arda bizim gibi değil. Yıllardır gece yastığa başını koyduğunda, dünyanın en iyi futbolcusu olacağını tekrar etmekten yorgun düşerek uykuya dalıyor. Sessiz kalırsa, hayatın kulağına nasıl dünyanın en iyi futbolcusu olacağını değil, neden olmayacağını fısıldayacağını biliyor. Çünkü hayat kendisine direnmeyenlerin yeteneklerini hoyratça harcamak konusunda acımasızdır. O nedenle ona yapılabilecek en büyük haksızlık, başarısını sadece yeteneğine bağlamak. Yeteneği yaradanın takdiri ama onu olduğu noktaya getiren kendine olan inancı, cesareti, bir sanatçı titizliğiyle bilediği iradesi. Ve ailesi. Hâlâ oğlunun üstüne titrese bile ona kendi ayakları üzerinde durmayı öğretmiş olan annesi. Şöhretin ona sunduğu baştan çıkarıcı şeylerin büyüsüne kapılmamasını tembihlemiş olan babası.
Arda Turan sadece Yılın Sporcusu değil. Doğup büyüdüğü topraklara ilham kaynağı olan genç bir adam. Yaşamın kendisinin değil, kışkırttığı fikirlerin ve rüyaların keyfini çıkaracak kadar çocuksu. Başardıklarından değil, o uğurda ödediği bedellerden haz alacak kadar da olgun. Mutlu. Ve La Rochefoucauld’un da dediği gibi, “İnsanların mutlulukları ya da mutsuzlukları, kaderin olduğu kadar karakterlerinin de eseridir.”