Türkiye'nin tüm yıldızları bugüne dek GQ'nun sayfalarında boy gösterdi. Sizin için mahşerin 9 atlısını bir araya getirdik.
Türkiye'nin tüm yıldızları bugüne dek GQ'nun sayfalarında boy gösterdi. Sizin için mahşerin 9 atlısını bir araya getirdik.
Mart 2014 - Fotoğraf: Emre Güven
1 / 90
Çağatay Ulusoy’un, bir buçuk saate yakın geç geldiği röportaja başlamadan önce, uykudan mahmur gözlerini zar zor kırpıştırırken, ağzından çıkan ilk laf, “Bunu da yazın lütfen, cezamı çekmek istiyorum” oluyor. Röportajı bundan birkaç gün önce, fotoğraf çekiminin akabinde yapacaktık fakat dizi setine gitmesi gerektiği için yetiştiremedik. Dün geceki dizi seti uzun süren Çağatay Ulusoy üstünü değiştirmeye gittiği evinde bayılıp kalınca, bizim röportaj iyiden iyiye, ertelenmekten bir hal olan, erilemeyen vuslata bağladı... Geç kaldığı için fena halde mahcup durumda. Onu rahatlatmak için, “İnsanlık halidir, dert etmeyin. Çekim uzamış işte, sizin elinizde olan bir şey değil neticede” diyorum.
Mart 2014 - Fotoğraf: Emre Güven
2 / 90
İlerleyen vakitlerde, “Ben bu röportajlarda n’apacağım ya?” diye kendi haline isyan ediyor: “Anlatamıyorum... Çok geriliyorum röportajlarda. Hep böyleyim. Alışamadım bir türlü. Hiç röportaj yapılacak bir adam değilim.” Sayamadığım bilmem kaçıncı sefer, “Estağfurullah” diyorum. İnsan, Çağatay Ulusoy’u estağfurullahlamaktan bitap düşebiliyor.
Mart 2014 - Fotoğraf: Emre Güven
3 / 90
Çağatay Ulusoy tanıyanların son derece ferah cümlelerle andığı bir insan. Misal, Med Cezir’in yönetmeni Ali Bilgin, setteki çalışkanlığından ve dikkatinden sitayişle söz ediyor: “Henüz ikinci projesi olmasına rağmen beni çok şaşırtan ciddi bir set tecrübesi var. Sette, kamera arkasında olan bitenin çok farkında. Hem karşılıklı oynadığı oyuncularla hem de ekiple çok iyi ilişkiler içinde. Nerede durması gerektiğinden devamlılık, ışık bilgisine kadar, her konuya çok hakim, çok da meraklı. Sete yeni bir ekipman geldiğinde herkesten önce o aletin başına geçer ve kurcalar, nasıl kullanılması gerektiğini çözmeye çalışır. Sahnesi olmadığı aralarda da gözlem halinde. Jimmy jib’den steadicam’e kadar her şeyi kullanmak isteyen bir çocuk gibi meraklı. Ve algıları çok açık, çok kuvvetli. İnsan seçmiyor, kimseyi ayırt etmiyor, herkese aynı mesafeden yaklaşıyor, poz kesmiyor, yakışıklı görünmeliyim tripleri kovalamıyor.”
Mart 2014 - Fotoğraf: Emre Güven
4 / 90
Çağatay Ulusoy’un, Bulgaristan’dan 10 yaşındayken göçmüş, torna tesviyeden emekli babası Aylın Ulusoy ile Bosna kökenli, muhasebeden emekli annesi Refiye Ulusoy’un ilk evladı olarak, 1990 Eylül’ünde dünyaya gözünü açtığı yer, Küçükçekmece’de, büyük bir bahçenin içine konuşlanmış, iki katlı bir ev. Sekiz yaş küçük kardeşi Atalay’ı, ebeveynine bizzat sipariş etmiş: “Kardeşimin olmasını ben istedim. Yegane tek çocuk bendim sınıfta, nedense bilenmişim bu konuda. İlkokul ikinci sınıfta bir gün eve gelip, ben kardeş istiyorum, diye ağladığımı hatırlıyorum. İki-üç ay sonra bana güzel bir sürpriz yaptılar, geliyor diye...”
Mart 2014 - Fotoğraf: Emre Güven
5 / 90
Ulusoy, ilkokulun ardından girdiği Halkalı Peyzaj Meslek Lisesi’ni, toprakla uğraşmayı ve doğayı çok sevdiği için kendisinin tercih ettiğini söylüyor: “Çok şey öğrendim o okulda, sadece mesleğe dair değil, hayata dair de... Ondan sonra üniversiteye yine aynı dal üzerinden geçtim, Orman Fakültesi Sulama Sistem ve Tasarımları. Yine bitkiler ve çizimler. Lisedeyken peyzaj mimarı bilgisinde eğitim gördük biz. Normalde üniversitede kullanılan, öğrenilen şeylere hakimdik. Fakat üniversite birinci sınıfta bu sektöre adım attım ve okula ara vermek zorunda kaldım...”
Mart 2014 - Fotoğraf: Emre Güven
6 / 90
Sektöre adım attım derken, kendi hayatı açısından, Neil Armstrong’un Ay’a inerken attığı adıma benzer bir şeyden bahsediyor. Zira Çağatay Ulusoy’un, evvelinde en ufak bir podyum ya da modellik tecrübesi yokken Best Model of Turkey’de birinci seçildiği gece, onu Türkiye çapında bir fenomene dönüştüren, Adını Feriha Koydum dizisi için teklif aldığı gece aynı zamanda: “Başta hiç aklımda yoktu. Yedi sene lisanslı basketbol oynadım, ileride kendi mesleğimi yapmak ya da basketbol antrenörü olmak istiyordum. Arkadaşlarım teşvik etti Best Model’a katılmam için. 2 bin kişi başvurmuştu galiba. Oradan ilk 100’e kaldım, sonra ilk 40’a, sonra da görsel elemesiyle ilk 20’ye... O 20’yi de yarıştırdılar işte. Hiç beklemediğim bir birincilik geldi. Belki dördüncü, beşinci falan olurum diyordum. Çünkü kıdemli olanlar var, ilk sene dereceye giremeyip ikinci sene çalışıp gelenler var, profesyonel olanlar var.
Mart 2014 - Fotoğraf: Emre Güven
7 / 90
Benim ne portfolyom var, ne defile tecrübem var. Promosyon ödülleri verilirken, en güzel gülen, en güzel duran falan, baktım ki aralarında yokum, tamam dedim, seneye kaldık... Birinci olarak ismimi okuduklarında, yanımdakiler beni uyandırdı. Görüntülerde var, dürttüyorlar beni resmen. Ben dalmış gitmişim orada, bir sonraki yılı düşünüyorum, seneye daha çok çalışırım, eğitim alırım falan... Çok garipti, ağlayamadım bile. Ertesi gün gazetede haberi görene kadar inanamadım. Aynı gece bir de dizi teklifi gelince, çok acayip oldu. Her şey çok çabuk gelişti.”
Mart 2014 - Fotoğraf: Emre Güven
8 / 90
Annesinin, Best Model’dan yarışmadan kısa süre önce, Hıdrellez’de, gül ağacının altına gömmek için eline tutuşturduğu yeşil kağıttan bahsediyor. Yarışmada iyi bir derece ve iyi bir dizide rol almayı dilemiş. Kalbi temiz dedikleri, böyle bir model olsa gerek...
Ocak 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
9 / 90
Hayaller-hayatlar denkleminde her insanın payına, neredeyse her gününe kahrederek uyandığı ve öyle sürdürdüğü bir yaşam düşmüyor. Aramızda gezinen şanslılar var. Hayal bile edemediği noktaya gelen, orada kalan, hatta yetmezmiş gibi onu aşmak için çabalayanlar mevcut. Bir tanesiyle tanıştım. 2009 yılında gazetecilik yoluna girince yavaş yavaş gitmeyi bıraktığım İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi’nin Bahçeköy’deki kampüsüne aynı günlerde adım attığımız, o günlerde basketbol antrenörü olma hayali kurarken, 25’ine geldiğinde “Los Angeles’ta ev alacağım şimdi” cümlesini kurabileceği bir hayata kavuşan biriyle hem de. Çoğumuz için aklımıza düşmeyecek kadar uzak bir hayal.
Ocak 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
10 / 90
Karşımdaki kişinin 19 yaşındaki haliyle aynı kampüste karşılaşmışlığımız, okula aynı otobüsle gitmişliğimiz olabilir; hatta belki kantinde komşu masalarda oturmuşluğumuz da. Ama şimdi masanın öbür tarafında sorularımı bekleyen 25 yaşındaki Çağatay Ulusoy, artık beyazcamdaki dizilerin ardından beyazperdedeki filmleriyle de, bambaşka bir yerde. Söylediklerimden haset sonucu çıkmasın. Öyle değil. Hem onunla rekabet edecek değilim; ne o kadar yetenekliyim ne de o kadar yakışıklı. Kendine güvenen çıksın karşısına, benden pas. Ben ancak soru sorabilirdim ona, sordum da zaten.
Ocak 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
11 / 90
“Çok heyecanlanıyorum, bir türlü atamadım şu hissi” diye giriyor söze. Bir şeyler sormaya yeltenince “Burada soruları ben sorarım” çıkışıyla “Hayat nasıl gidiyor?” tonunda başlıyorum sorguya. Muhtemelen siz bu sayfaları okurken çoğu yayında göreceğiniz, televizyonda fragmanlarını izleyeceğiniz, başrolünde oynadığı Delibal filminden bahsederek yanıtlıyor. Aklı fikri orada çünkü: “Keyfim iyi. Biraz heyecanlıyım şimdi, sinema var. Bu çok sahiplendiğimiz bir proje. Yaklaşık 1.5 sene önce çıktı fikir ortaya. Medcezir’in ilk sezonu bitmeden daha, sinema yapmak istiyordum. Yönetmenimiz Ali Bilgin’e, abi sinema yapalım, daha değişik bir şey yapalım, derin bir konusu olsun dedim. Tamam, konuşalım yapımcıyla (Kerem Çatay) dedi. Gittik konuştuk, kurun ekibi dediler, senaristler ayarlandı, geliştirildi proje...”
Ocak 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
12 / 90
Detay vermeden Delibal’dan bahsedeyim biraz. Kabına sığmayan, hipster, davul çalan, üniversitede mimarlık okuyan Barış (Çağatay Ulusoy), gözü derslerinden başka hiçbir şey görmeyen, burslu, başarılı sosyoloji öğrencisi Füsun’a (Leyla Lydia Tuğutlu) âşık olur ve olaylar gelişir. Bir kopya daha vereyim hadi: Acıklı bir film. Gerisini izlersiniz artık. Çağatay Ulusoy’un filmle ilgili sunuşu ise şu: “Yapılmayan bir şey yapmak, değişik olmak, fark yaratmak istedik. Güzel olduğunu, seveceklerini düşünüyorum. Elimizden geleni de yaptık.”
Ocak 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
13 / 90
Elimizden gelen” dediği, lafın gelişi değil. Bu film için beş ay müzisyen Serkan Ayman’dan davul dersi almış. Daha önce 17 yaşında çalmaya başladığı gitarın yanına davulu da eklemiş böylelikle. Enstrümanı önemli görüyor: “Filmde karakterin bir enstrüman çalmasını istedim, bir enstrümanı olsun dedim renk katmak için. Başta zor geldi nasıl yetiştireceğim diye. Sonra Serkan Ayman’la tanıştık, konuştuk. Kulağın var, kolay olacak, kısa sürede kaparsın dedi. Öyle de oldu. Çok hevesliydim, davul çalmayı çok istemiştim. Bence bir oyuncunun enstrümanla alakası olması lazım. İşe, görsele renk katıyor. Enstrüman üzerinden bile bir konu kurabilirsin filmde. Ucu açık bir şey. Ne kadar çok şey bilirsen o kadar farklı karaktere girebilirsin. Medcezir’de gitar çalmayı biliyordum, alıyordum elime, yazıyorlardı senaryoda, gitar çalıp şarkı söylüyordum.”
Ocak 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
14 / 90
“Tereddütlüsün, çok düşünüyorsun” dediğimde başlıyor açıklamaya: “Temkinliyim diyelim ya… Yaptığımız işin güzel olmasını istiyorum, sadece o yüzden yani. Çünkü bir kere hakkım var. O çıktı mı çıkıyor. Bazen çekimlerde oluyor, filmde de oldu; kendimi yetersiz gördüğüm yerlerde rica ediyorum, bir kere daha çekebilir miyiz diye. Dizide genelde öyle bir şeye hakkımız var ama orada inanılmaz yoğun tempoda çalıştığın için sürekli bunu yaparsan itici bir hal alabiliyor. O yüzden sinema daha iyi hissettiriyor bana, daha kendimden emin oluyorum yaptığım işte. Zamanımız var çünkü. Bunda da öyle oldu. Bazı zor sahneler vardı, bir-iki kere daha istedim. Sağ olsun hocamız kırmadı bizi.”
Kasım 2012
15 / 90
En nefret ettiğim şeyler listemin üst sıralarında yer alan bekletmek maddesi gerçekleşmek üzere. Burak Özçivit’le randevuma beş dakika var ve lanet trafik durmuş durumda! Sinirden titreyen sağ bacağımı kontrol altına alıp, mesajla gecikeceğimi bildiriyorum. Karşı taraftan gelen mesajla rahatlıyorum: “Merak etmeyin, ben de trafikteyim.”
Kasım 2012
16 / 90
Randevu saatimizden yarım saat rötarla, karşı karşıya oturuyoruz. Uzundur İstanbulluların ilk sohbet konusu olan trafik şikayetleri, bizim de ilk gündem maddemiz. İkimiz de yakınıyoruz ama Burak’ın en sevdiği şeylerin başında arabayla gezmek geliyor! Elbette geceleri: “İstanbul gece çok güzel. 72 model Chevrolet Camaro’m var. Onunla dolaşmak en sevdiğim şeylerin başında geliyor. Uzun uzun geziyor, arabanın keyfini çıkarıyorum.” Hemen ardından gelecek soruyu tahmin ediyor ve ben sormadan cevaplıyor: “Hız yapmayı sevmiyorum.”
Kasım 2012
17 / 90
Celebrity hafızamıza yeni isimler kazandıran fenomen dizi Muhteşem Yüzyıl’ın, cilaladığı isimler de oldu. Onların en başında Burak geliyor. New York’lu, kanı kaynayan zengin çocuklarının seksi hikayelerini anlatan Gossip Girl dizisinin daha az seksi hikayelerini Boğaz kıyısına uyarlayan Küçük Sırlar’ın yakışıklı delikanlısı, Malkoçoğlu rolüyle tüm Türkiye’nin tanıdığı Burak Özçivit’e dönüştü. Genç kızlarla sınırlı hayran kitlesi, kısa sürede ışık hızıyla katlandı. Tüm ülke kadınlarının bayıldığı erkekler sıralamasında zirvede olan bu genç adam, eminim Muhteşem Yüzyıl’ın gösterildiği yabancı diyarlarda da zirveyi zorlamakta.
Kasım 2012
18 / 90
Burak Özçivit, kadın hayranlarının sayısını katlamanın yanı sıra genç nesil Türk erkekleri arasında da bir salgın yarattı. Şehrin her yerinde Özçivit bıyıklı gençler kol gezmeye başladı. Böyle bir duruma çocukluğumun kült dizisi Charlie’nin Melekleri sayesinde şahit olmuştum; İstanbul sokakları Farrah Fawcett saçlı kadınlarla dolmuştu. O aslan kafa saç modelini yakışan, yakışmayan yüzlerce kadında görmüştük (Arada hatırlamadığım bir fenomen varsa lütfen bildirin). Yakışan, yakışmayan tespitim Özçivit bıyığı için de geçerli. Burak gülerek karşılık veriyor: “Ben öyle düşünmüyorum. İnsanlar nasıl mutlu oluyorsa öyle yapsın. Ben kız arkadaşı, karısı bıyık bırakmasını istemeyen erkeklerin önünü açtım. O yaptıysa ben de yapabilirim durumu yarattım belki de.” Aslında bu meseleden biraz sıkılmış: “Bıyıklarımdan değil, konunun sürekli gündeme böyle gelmesinden sıkıldım. Film çekimleri bitsin, keseceğim.”
Kasım 2012
19 / 90
Yeni çekeceği filmi Malkoçoğlu’na dair ayrıntı vermekten kaçınıyor. Bulgaristan’da, kış aylarında çekilecek ve yapımcılığını Muhteşem Yüzyıl’ın da şirketi olan Tim’s Production yapacak. Yönetmen ve diğer oyuncular henüz açıklanmıyor. Cüneyt Arkın’ın filmlerini tekrar izleyip izlemediğini soruyorum, “Tekrar izlememe gerek yok, zaten o filmlerle büyüdüm. Malkoçoğlu bizim özümüz, içimiz. Halkın çok iyi bildiği, sevdiği bir karakter” diyor.
Kasım 2012
20 / 90
Peki yenisinin eski filmlerden farkı ne? “O filmlerin güncellenmiş hali. Atlar, kılıçlar bir yana, daha duygusal, derinliği olan bir Malkoçoğlu olacak. Aşk adamı olduğunun altı çizilecek” cevabını veriyor. Kahramanın alameti farikaları olan at binmek, kılıç kullanmak ve ok atmak, ona Muhteşem Yüzyıl çekimlerinden yadigar. “İşin fiziksel beceri isteyen yerlerinde zorlanmam. Zaten o sahnelerde iş yönetmenin. Siz istediğiniz kadar iyi yapın, koreografi iyi olmazsa olmaz. Kontrolsüz güç, güç değildir diye bir söz var, aynen katılıyorum” diyor. Benimse aklıma Cüneyt Arkın’ın film çekimlerinde kırılan kolu, köprücük kemiği vs. geliyor.
Şubat 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
21 / 90
Sabah erken saatte saç fönleyip burun pudralamakla başlayan çekim, güneş battıktan çok sonra yeni gömlekler giyip üstüne ceketler beğenerek devam ederken, “Ben biraz acıktım” deyip sandalyeye çöküyor. İstanbul’un en kar-kış, don-buz günü olduğundan hemen karşı köşeye siparişlenen köfte-piyaz bile tabii ki çok gecikmiş. Ben de çantamdaki son muzu teklif ediyorum ama işbilir bir hipoglisemik olarak, epey yarım ağız. Gülümseyip teşekkür ederek, “Ben muz sevmem” diyor.
Şubat 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
22 / 90
Canıma minnet de, nasıl yani? Kuşağımızın yasak meyvesini böyle elinin tersiyle itebilmek, mümkün mü? Ben Burak Özçivit’i “çok isterim, yaparım, ‘alırım” insanı sanırken, o “beklerim, olsun, ne demek” çıkıyor. Ve muz sevmiyor. Hayırdır inşallah... Peki ne seviyor? Anladığım kadarıyla pek az şey. Sadece en kıymetliler. Ailesi, hayalleri, kağıdı-kalemi... Otomobil, motor filan, ı-ıh, geçmiş onlar. Şu sıra sinemaya takmış. Deli gibi tutulmuş kameraya. Montaj odasında ömür geçirmek istiyormuş. Yeni hikayeler yazmak ve yeni filmler yapmak tek tutkusuymuş. 23 Ocak’ta vizyona giren yeni filmi Aşk Sana Benzer’de ilk kez yapımcılığın tadına bakmış ve çok zor bulmakla birlikte bayılmış.
Şubat 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
23 / 90
“Yapımcılığın tozunu yutmak nasıl bir duygu? Oyuncu kalıp risksiz tarafta durmak yerine neden böyle bir şey yapmak istediniz?” diye soruyorum. “Ben de soruyorum bazen kendime, neden girdim bu işe diye. Ama hayatta risk almazsanız hiçbir şey olmuyor. Çok basit bir hikaye yazdım. Çok naif. Ama işte o naif hikayeyi film yapmak çok pahalı bir işmiş.
Şubat 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
24 / 90
Film dokuz ay sürdü ve ben kendimi geçen yaz yeni bir işte staj yapmış gibi hissediyorum şimdilerde. Bir sürü şey öğrendim sinemadan. Mesela montaj. Artık her oyuncunun montaj bilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ondan sonra çünkü şuna dönüyor iş oyuncular açısından, ben o kadar saat oynadım ama oynadıklarımın hiçbirini izleyemedim. Ben de çok yaşadım bunu dizilerde. Neden kesilmiş bu sahnem diye düşündüm. Ama şimdi çok iyi anlıyorum. Bu filmin bana hiç katkısı olmadıysa en azından bunu öğretmek gibi bir artısı oldu. Artık o kadar normalleşmişti ki kesip biçmek benim için, kendi oynadığım karakterden söz ederken, şu çocuğu şuradan alıp buraya koyalım diyordum” diye anlatıyor.
Şubat 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
25 / 90
Şu çocuk dediği, Ali. Ege’de küçük bir balıkçı kasabasında ailesinden kalan restoranı elinde tutmaya çalışıyor. Ve bir gün kasabaya gelen esrarengiz bir kadına, Fahriye Evcen’in canlandırdığı Deniz’e âşık oluyor. “Nereden çıktı bu hikaye?” diyorum. “Çalıkuşu’nun çekimleri için Muğla’ya arabayla gidip geliyordum. İstanbul-Muğla dokuz saat sürüyor. Bir süre sonra baktım, ben yolda uyukluyorum. Klimayı açıyorum, yüzümü yıkıyorum, müzik dinliyorum ama olmuyor, açılmıyor uykum. Dedim ki ben sürekli bir şeyler düşüneyim. Düşününce inanılmaz açılıyor uykunuz çünkü. Böyle böyle hikayeler üretmeye başladım. Sonra da bunları yazdım. Uykuyu yenmeye çalışırken elimde hikayeler birikti yani.”
Şubat 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
26 / 90
Sonrası, “acaba olur mu”yla başlayıp “elde var bir”le bitiyor. Kafasındaki hikayelerle yapımcısı Timur Savcı’nın kapısını çalıyor ve başlıyor anlatmaya: “Ben film yapmak istediğimi Timur Savcı’ya hep anlatıyordum ama o da zamanı var, bekle diyordu. Sonra bir gün ofise gittim ve bu hikayeyi anlatmaya başladım ona. 15’inci dakikasında sözümü kesip ‘Şimdi gidiyorsun, bu hikayeyi yazıp geliyorsun, beraber yapıyoruz bu filmi” dedi. Ben de gittim, dört günde yazdım öyküyü ve hemen kolları sıvadık.
Şubat 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
27 / 90
Heyecanını ilk paylaştığı isim Timur Savcı değil ama. Ondan önce Çalıkuşu’nda birlikte rol aldığı oyuncu Fahriye Evcen’e açılmış: “Çalıkuşu planlanandan üç-dört bölüm erken bitecekti, bana da biraz vakit kalacaktı. Bir gün sette Fahriye’yi karavana çağırdım ve kafamdaki film projesini anlattım. Önce, olur mu ki filan dedi. Olur dedim, neden olmasın... Baktım, o da heyecanlandı. Hemen yazalım, çekelim dedim. Çünkü dizide enerjimiz acayip tutmuştu, seyirci sevmişti bizi. Fahriye’ye ‘Peki şarkı söyler misin?’ diye sordum, ‘Söylerim’ dedi. Tamam dedim, şimdi taşlar yerine oturdu.”
Şubat 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
28 / 90
Burak Özçivit’in ilginç bir babası var. “Önce okulun bitecek’ diye tutturan, “koluna altın bileziğini takmadan olmaz”la başlayıp “askerlik bitsin”le bitiren bir baba değil hiç. Çocuğunun fotoğraflarını modellik yarışmasına gönderip bugününü kuran biri. “Babam inanmış, göndermiş. Belki çok istiyordu, belki içine doğuyordu bilmiyorum. Ben o zaman genç olduğum için bugünleri hayal edemiyordum hiç ama o bana inanıyordu. Ben zaten seçileceğimi de düşünmüyordum. Yok baba olmaz, beni seçmezler filan diyordum. Ama o hep bana inanıyordu. Elemelerde bile yanımdaydı, biliyor musunuz? Herkesi çıkardılar, babamı çıkaramadılar dışarı. Ben çıkmam dedi görevlilere, çıkarırsanız biz gideriz dedi. En büyük destekçimdir babam. Hep yanımdadır ama kararlarıma da saygı duyar. Şunu şöyle yap demez, yanlış yaparsam da arkamda olacağını hissettirir. Ben de ona çok saygı duyarım. Aramızda tam bir Türk baba-oğul ilişkisi vardır. Ne demek istediğimi tüm Türk erkekleri anlıyordur diye düşünüyorum. Otoriterdir, serttir ama işte o sertliği de beni bugünlere getirdi. Ona çok teşekkür ediyorum.”
Ekim 2013 - Fotoğraf: Lara Sayılgan
29 / 90
Yıl 1998... Fransa’nın güney sahillerinin küçük bir kasabasının, bir o kadar küçük pub’ından giriyorum. İçeride iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar insan. Hepsinin yüzü de aklınıza kazıyabileceğiniz cinsten. Köşede bir masada yıllarını mekana vermiş birkaç müdavim. Barda, sırtında çantası, yanında haritası ve güneş gözlüğü olan 20’li yaşlarda bir genç. Geri kalanı turist zaten... Akşam saatleri... Barmen, “İlk defa geliyorsun galiba, seni hiç hatırlamıyorum” diyor. İyi bir barmen, bu dünyadaki en kallavi muhabbet arkadaşıdır. Dozu bilir, sınırlarını iyi çizer. İnsan sarrafıdır her şeyden önce. “Buralarda öğrenci çoktur. Özellikle yaz aylarında her milleten adam bulursun. 35 yaşındayım. Hayatım bu kasabada geçti ama laf aramızda, yazlarını hiç sevmedim. Buraya kışın geleceksin. Etrafta kimseler yokken, çıkaracaksın tadını.”
Ekim 2013 - Fotoğraf: Lara Sayılgan
30 / 90
Barmen lafına nokta koymadan barda oturan genç dönüp, “Aklında güzel hikayeler varsa ne zaman nerede olduğunun bir önemi yoktur. Dünyayı güzel yapan, aslında sizin onu nasıl gördüğünüzdür” diyerek muhabbete dahil oluyor. Belli ki çok gezen biri. Belli ki bu bara ilk defa gelmemiş. Hatta dünyanın birçok yerinde, benzer birçok mekanda benim gibi başka başka kişilere aynı şeyleri söylemiş. Cümleleri fazlaca klişe gelebilir ama dünyanın neresinde, ilk defa girdiğiniz bir mekanda böyle bir adam görseniz muhabbet edersiniz.
Ekim 2013 - Fotoğraf: Lara Sayılgan
31 / 90
Anlatmaya başlıyor... “Tiyatro eğitimi aldım. Birçok oyunda sahne aldım. Ama en büyük zevkim dünyayı gezmek. Her coğrafyanın farklı hikayesi var. Yılda üç ay plansızca geziyorum, festivallere gidip oyunlar izliyorum. Şehrin boş bir sinema salonuna gidip film seyrediyorum. İnsanlarla tanışıp hikayelerini dinliyorum. Ne kadar çok hikaye bilirseniz o kadar iyi oyuncu olursunuz. Hedefim mi? Dünya çapında bir oyuncu olmak. İtalyan’ım ben, iddialı olmayı severim. Adımı bir kenara yaz, yıllar sonra mutlaka bir yerlerde duyacaksın.” Birden susuyor, “Kendimi anlatmaya, ancak iyi müzik başladığında ara veririm” diyor. Wilson Pickett’in Mustang Sally’si çalmaya başlıyor. Bu genç adamın hayallerine kadeh kaldırırken, şarkıya “Ride Sally ride” diye eşlik ediyoruz...
Ekim 2013 - Fotoğraf: Lara Sayılgan
32 / 90
Yıl 2013... İstanbul’da 1968 model Ford Mustang’le şehir turu yapıyoruz. Şoför koltuğunda Engin Altan Düzyatan var: “Bugüne kadar bindiklerin otomobil abi, buysa makine. Bu bambaşka bir şey. İnsan buna bindiğinde otomobil kullandığını hissediyor. Her zaman çıkamıyorum trafiğe ama bende yeri çok ayrıdır. Hafta sonları çok kalabalık olduğu için genelde hafta içi sakin zamanlarda kullanıyorum.”
Ekim 2013 - Fotoğraf: Lara Sayılgan
33 / 90
Baltalimanı’ndan Bebek’e doğru giderken, kafalar bir bir dönmeye başlıyor. 1968 model Mustang zaten başlı başına efsane demek; üstüne bir de renginin turuncu olduğunu düşünün. “Bu arabayı satın almakla bitmiyor. Satın almak için verdiğim paranın iki katını da elini yüzünü toplamak için harcadım. Sadece şasisi ve motorunu satın almıştım, geri kalan her şeyi sonradan yapıldı” diyor Engin Altan.
Ekim 2013 - Fotoğraf: Lara Sayılgan
34 / 90
Bu kadar yatırımın keyfini çıkarmak için de arada sırada uzun yol yapıyormuş. Uzun yol dediysem, havaalanına kadar gidip oradan sahil yolu dönüşlü bir “keyif rotası” belirlemiş kendine.
Ekim 2013 - Fotoğraf: Lara Sayılgan
35 / 90
Oyuncaklara tutkun bir adam o. Toparlamayı, biriktirmeyi, bir tanenin yanına başka bir tane koymayı seviyor. En bilinen oyuncakları da motorlu taşıtlar. Ford Mustang onlardan biri. Garajında farklı amaçlar için kullandığı birkaç oyuncağı, bir de motosikleti var. Hepsine sahip olmanın, kendine göre mantıklı bir açıklamasını da bulmuş. Ama bu durumdan şikayetçi: “Bu kadar çok oyuncağın olduğunda hepsine zaman ayıramıyorsun. Arada sırada kullanıp kapının önünde bırakıyorsun. Farkındayım, hepsini ayrı ayrı seviyorum ama artık bu alışkanlığımdan kurtulmam lazım. İnsan başka türlü ferahlayamıyor. Bağlandıkça daha da bağlanıyorsun. Planım, şehirde kullanabileceğim küçük bir araç, outdoor’da işime yarayacak bir araç ve motosikletimi tutmak. Gerisinden kurtulmanın vakti geldi de geçiyor.”
Ekim 2013 - Fotoğraf: Lara Sayılgan
36 / 90
İki ay önce yaşanan gözaltı konusunu soruyorum. Konuşmak istemeyeceğini tahmin etsem de soruyorum. “Devam eden bir dava süreci ve davanın üzerinde gizlilik kararı var; o yüzden herhangi bir yorum yapmam doğru olmaz. Ben o olayı arkamda bıraktım, artık önüme bakıyorum” diyor. Engin Altan harbi adam. İşini iyi yapıyor, iyi oynuyor ama hayatın kendi akışında hiç oynamıyor. Olduğu gibi biri.
Ekim 2013 - Fotoğraf: Lara Sayılgan
37 / 90
Yolculuğumuz devam ediyor. Eylülün ilk yarısı, sonbahar şehirde hissedilmeye başlanmış. Trafik rahat, Boğaz’ın suları insanda son bir tatil isteği uyandırıyor. Keyfimiz yerinde. Ford Mustang meraklı gözleri üzerine çekmeye devam ediyor. İmkanımız olsa kasetçalara bir Wilson Pickett koysak... “Ride Sally ride” diye bağırsak...
Kasım 2015 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
38 / 90
Tekerlemeyi andıran bir adı var ve seçim yapmamış olmamızdan kaynaklanmalı, ismini eksiksiz telaffuz ederek anıyoruz onu: Engin Altan Düzyatan. Yıllardır böyle. Ama yakın çevresi ona, iki isminden birini kullanarak sesleniyor. Mesela İzmir’den tanıyanlar Engin diyor, daha yakın olanlar ise Altan. Eşi Neslişah Alkoçlar da söyleşilerde Altan demiş. Bu röportaj için kendisiyle altı saat geçirdim, o nedenle ben de yazının kalanında kendisini Altan olarak anacağım.
Kasım 2015 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
39 / 90
Gerçi Mahmut desem de aldıracağını sanmam çünkü Altan, çok rahat bir insan. Eğlenceli, bulunduğu ortama neşe getiren, yaptığı espriye önce kendisi gülenlerden. Enerjik. Ama lafın gelişi değil. Fotoğraf çekiminde oradaydım, yorucu bir gündü, o ise keyifliydi.
Kasım 2015 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
40 / 90
Yazıya hitap meselesiyle giriş yapmamın bir nedeni var elbette. Falcı gibi konuşursam: Üç vakte kadar birisi gelecek ve ondan duyacağı bir kelime Altan’ı çok mutlu edecek. O kişi beraberinde aileye neşe getirirken, çevresinin hayatını da iyi yönde değiştirecek. Halk diline geçeyim hemen: Engin Altan Düzyatan, doktorların söylediğine göre 5 Ocak’ta baba olacak.
Kasım 2015 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
41 / 90
Kullanmak için can attığım ama uygun şartları beklediğim klişe kalıbın tam zamanıdır şimdi: Engin Altan Düzyatan hakkında bildiğiniz her şeyi unutun... Çünkü Altan, “Hayatımın en heyecanlı anıydı” diye andığı baba olacağı haberini almasından itibaren, hayatında nelerin değiştiğini anlatacak.
Kasım 2015 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
42 / 90
Altan, 36 yaşında. Türkiye şartlarında erken bir babalık yaşı değil. Peki uygun zaman mı onun için? Anlatıyor: “Bence çok zamanı. Yani belki ben de bunun için tam şu anda olgunlaştım. Devam eden bir işim var, hayatım rayına oturdu. Şunu da yapsaydım dediğim çok şey kalmadı hayatta açıkçası. Doğru kadını bulduğuma da inanıyorum. Her şey şu anda oturdu hayatımda.”
Kasım 2015 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
43 / 90
Oğluna ilk öğüdünün ne olacağını sorduğumda, genel geçer saygı kurallarını öğreteceğini, onun dışında pek yönlendirme yapmayacağını söylüyor. Çünkü her şartta çocuğunun bunu kendisinin bulacağını ifade ediyor: “Babamın söylediği şeyler vardı ama hepsini yapsaydım robot olurdum. Muhtemelen oyuncu da olmazdım. Daha spesifik bir işim olurdu. Çünkü babam özel bir şirkette müdürdü; ablam ODTÜ İşletme, abim Hukuk Fakültesi mezunu. Aslında tüm söylenenleri uygulasam doktor olmam gerekiyordu. Hukukçu, işletmeci, doktor... Bir ailede olması gereken her şeyi tamamlamış olurduk. Ailem iş hayatına karışmamıştı ama istedikleri bir profil vardı. Ben o profile ne kadar uyuyorum bilmiyorum. Onların her dediğini yapmadım sonuçta. Ama istedikleri gibi bir evlat olduğumu düşünüyorum.”
Kasım 2013 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
44 / 90
Kenan İmirzalıoğlu, otelin etkinlik salonlarından birinin ortasında, üzerinde smokinle oturmuş, bir yandan bonfilesini yerken, bir yandan da gözlerini kısmış, inceden inceden otelin duvarında asılı tabloları inceliyor. Kan şekeri toparlasın diye çekime ara verilmiş durumda; hipoglisemisi var, aç kalması sağlıklı bir durum olmadığı gibi hayra vesile de değil: “Hafif tertip” asabiyete yol açabiliyor. Geçenlerde bir arkadaşı, “Kenan iyidir, tatlıdır, babacandır falan ama açken yaklaşmayın, sizi de yiyebilir” şeklinde özetlemiş durumu.
Kasım 2013 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
45 / 90
“Aksiyon, dövüş sahnelerinde role girmekte işe yarıyordur en azından” diyorum, “O çekimler öncesinde öğün ertelemek iyi fikir olabilir belki. Çat-çat-çat! Sahneyi ikinci kez almaya hacet kalmaz.” “Yok, pek öyle olamıyor maalesef” diyor, “Sözleri hatırlayamıyorum, gözüm dönüyor, içim geçiyor. Sonuçtan ne çıkacağı pek belli olamayabiliyor yani.” Üç gün önce babasının ani kalp rahatsızlığı üzerine, Karadayı’nın setinden apar topar çıkıp gittiği Ankara’dan, içi rahatlamış bir şekilde dönmüş vaziyette. Münir Mustafa İmirzalıoğlu’nun dört damarına birden stent takılmış; şimdi durumu “çok şükür, gayet iyi”ymiş.
Kasım 2013 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
46 / 90
Ailesinden bahsederken, gözünün ışığı, sesinin tınısı değişen tiplerden. Ankara’nın Bala’sına bağlı Üçem Köyü’nde içine doğduğu ev, yüz yılı aşkın tarihi olan, Ermeni ustalar tarafından inşa edilmiş eski bir konak. Cüsseyle tabir pek örtüşmüyor ama Kenan, “evin ufağı”. Anadolu bilgesi olarak addettiği annesi Yıldız İmirzalıoğlu’na çok düşkün. Şimdilerde aralarında sıkı bir dostluk oturmuş olsa da ömürlerinin büyük bir bölümünde ona yarı babalık da yapmış olan beş yaş büyük bir ağabeyi (Derviş), dört yaş büyük bir ablası (Zübeyde) var.
Kasım 2013 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
47 / 90
Başladığında hiç hazzetmediği ilkokuldayken, ağabeyinin motivasyon söylevi sayesinde, Cin Ali’yi sınıfta ilk bitiren çocuk olduğunu anlatıyor gülerek: “Abim hep biraz önden, koşturarak ilerledi. Beş yaşında ilkokula gitti; ortaokul, liseyi kayıpsız bitirdi; hemen Çukurova Makine Mühendisliği’ni kazandı. İki sene üst üste 85 ortalama tutturup İTÜ Makine’ye geçti. Arkasından işletme yükseğini yaptı. Okurken çalışıyordu bir yandan. Üniversiteyi bitirir bitirmez babamla ekonomik bağını kesti. Asteğmen olarak uzun dönem askerliğini tamamladı. İstanbul’da işini buldu, evini tuttu. Böyle bir, ne diyeyim, örnek abidesi... Ben biraz daha hayta çıktım. Artist oldum da sonradan açığı kapattım.”
Kasım 2013 - Fotoğraf: Mehmet Erzincan
48 / 90
Bunu diyen adam da YTÜ Matematik mezunu bu arada. İmirzalıoğlu, kendinden bahsederken, şahsına tanıdığı primden yana biraz nekes. “Tevazu karakterimizdir artizliği” tadında, suni bir kendini taşıyış halinden de söz etmiyoruz. Cümleleri, doğasından geldiği çok belli bir içgörü yansıtıyor.
Kasım 2014 - Fotoğraf: Müge Yorulmaz Güven
49 / 90
Bazı adamlara tek hayat yetmez. Tek bir kadın, tek bir meslek, tek bir ev... Kerem Bürsin onlardan değil. Hayattan bekledikleri çok basit. İyi kotardığı bir iş, güzel bir aile ve etrafında mutlu insanlar. Aslında tam da hırslı olması gereken bir yaşta, hırslarından tamamen arınmış durumda. Bu nedenle kendini anlatmayı, fazla alan kaplamayı sevmiyor. Onun derdi, çok iyi rol yapmakla. Ancak iş konuşmaya geldiğinde rol yapmayı beceremiyor. İçinden geldiği gibi, “tashih yapmadan” anlattığı hayatına bakınca ne demek istediğimizi anlayacak ve muhtemelen onu daha çok seveceksiniz.
Kasım 2014 - Fotoğraf: Müge Yorulmaz Güven
50 / 90
Kerem Bürsin, çekimin yapılacağı stüdyoda aynanın karşısına oturmuş kendini inceliyor. Yüzüne yayılmış hafif tebessümden, az önce yapılmış olan saç ve makyajını beğendiğini anlıyorum. Onu Güneşi Beklerken dizisinde izlemiş olanlar bilir, özellikle ilk dönemde biraz aksi ve ukala bir karakter canlandırıyordu. Önyargılarıma kanıp ünlü oyuncunun kaprisli bir adam olabileceğini düşündüğümden, karşımda gülümseyen bir Kerem Bürsin görmek beni de rahatlatıyor. Birazdan, sohbet etmeye başlayınca, rollerle gerçek karakterleri birbirine karıştırmamak gerektiğini daha net anlayacağım. Muhtemelen siz de öyle...
Kasım 2014 - Fotoğraf: Müge Yorulmaz Güven
51 / 90
Kerem Bürsin, 1987 yılında İstanbul’da doğmuş ancak İstanbul dahil hiçbir şehirde ve hatta ülkede, üç yıldan uzun süre kalamamış. 10 aylıkken İskoçya’ya taşınmalarıyla birlikte başlayan bu ülkeler arası transfer serüveninin nedeni, uluslararası bir petrol şirketinde çalışan, ODTÜ’lü bir mühendis olan babası. Dolayısıyla birkaç yılda bir, meslek icabı farklı ülkelere taşınmaları kaçınılmaz olmuş. Dubai, Endonezya, Malezya ve daha pek çok yer derken, Bürsin ailesi, son durak olarak, 2000 yılında Teksas’ı seçmiş.
Kasım 2014 - Fotoğraf: Müge Yorulmaz Güven
52 / 90
“Teksas’a yerleşmemiz benim için bir dönüm noktası oldu. Çünkü ciddi şekilde oyunculuğa yönelme isteğim burada başladı” diye anlatıyor. Bir yandan profesyonel olarak yüzerken, diğer yandan oyunculuğu yürütmek sonradan zor gelmiş. Bir seçim yapması gerekmiş ve yüzmeyi bırakarak tiyatroya başlamış. Çok doğru bir karar verdiği ortada. Bunu destekleyen tek mecra da biz değiliz; Amerika sınırlarında da bir ödülü var kendisinin: “Amerika’da tiyatro üzerine liselerarası bir yarışma düzenleniyor. 2 saatlik bir oyunu önce 40 dakikaya indiriyorsun, ardından kendi eyaletindeki okullarla yarışıyorsun. Sonra bazı bölgelerdeki ve nihayet ABD’nin tamamındaki okullarla... O yarışmada Kristof Kolomb rolüyle en iyi oyuncu ödülünü kazandım ben. Ve o gün anladım ki tiyatroyu seçmekle en doğru kararı vermişim.”
Kasım 2014 - Fotoğraf: Müge Yorulmaz Güven
53 / 90
Kendisi doğru yolda olduğuna inansa da, mühendis babası önce mırın kırın etmiş biricik oğlunun tiyatroyu meslek olarak seçmesine: “Babam hep garanticidir, annemse daha esnektir kararlarımız konusunda. Nitekim benim bir yandan oyunculuk eğitimi almak için yanıp tutuşurken, bir yandan da pazarlamaya ilgi duyduğumu bilen annem meğer boş durmamış, benim için okul araştırmış. Araştırmaları onu Boston Emerson College’a yönlendirmiş. Burada çift anadal yapıp oyunculuğun yanı sıra pazarlama eğitimi de alabiliyorsun. Öyle bir okul ki film endüstrisiyle pazarlamayı sana iç içe sunuyor. Mesela benim bitirme projem 30 dakikalık bir filmdi, önce onu çektim; ardından diğer daldaki bitirme projem için o filmi pazarlamaya çalıştım. Okulun güzelliği orada yani. Çok fazla şey kattı bana.”
Kasım 2014 - Fotoğraf: Müge Yorulmaz Güven
54 / 90
Okurken boş durmamış da. Boston’da birkaç filmde figüranlık yapmış, kısa metrajlı yapımlarda rol almış. Okul bitince Los Angeles’a taşınma ve ver elini garsonluk, ara sıra şoförlük, hatta tuvalet temizleyiciliği. Ailesinin bu noktada kendisine destek olup olmadığını soruyorum. Cevabı alıştıklarımızdan farklı oluyor: “Aileme söylemedim ki. Bu işleri yaptığımı bilmediler, bana her ay düzenli para gönderdiler. Ama ben o parayı kullanmak yerine biriktirdim. Çünkü oyuncu olmak benim kararımdı ve sonuçlarına da yine ben katlanacaktım.”
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
55 / 90
Daha önce röportaj yapmıştık, basın toplantılarında yan yana gelmiştik ama biz asıl o gün tanıştık. O günün hatırına, Kıvanç’ın doğaya olan düşkünlüğüne ve kendi iç yolculuklarına şahit olmak istedik. Büyük prodüksiyonlar, ışıklar, flaşlar, pozlar patlatmadan, yanımıza saç-makyaj ekiplerini almadan iki gün geçirdik. Hem de telefonların tamamen kapsama alanı dışında kaldığı Yedigöller’de...
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
56 / 90
Batı Karadeniz’in aşması hayli zor, engebeli yollarında tangır tungur ilerliyoruz. Yedigöller Milli Parkı’na yaklaştıkça telefonun sinyal çubukları azalıyor. Hepimizi 3G telaşı sarmışken Kıvanç, sinyal tamamen gitmeden arabayı durdurmamızı rica ediyor. Abisiyle konuşuyor, hatırını soruyor, dertleşiyor, nerede ne yaptığını anlatıyor, merak etmeyin diyor. “Teşekkürler, gidebiliriz” dedikten sonra bir daha telefonuna hiç bakmıyor.
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
57 / 90
Sanırım bugüne kadar Kıvanç Tatlıtuğ’la röportaj yapan herkesten çok tanıyorum onu. Tam da bu nedenle hikayesini yazmak bir o kadar cazip ve bir o kadar da zor. Bir yanım gazeteci egosuyla beni 5-0 öne geçirecek kadar çok şey konuşup, bambaşka bir Kıvanç’ı herkese göstermek istiyor. Diğer -dost- yanım, onun özel hayatını ve prensiplerini ne kadar sıkı koruduğunu biliyor ve onun kadar korumak istiyor. Çünkü biliyorum ki, o bizimkini korur. Onun dostları arasında yaptığını yapmaya karar veriyorum. Egomu ve kurnaz soruları bir kenara atıp, kendimi doğaya ve sohbetlerimize bırakıyorum.
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
58 / 90
Yedigöller’de sezon mayıs ayında başlıyor, yani sezon öncesi oradayız. Büfeler bile kapalı. Kimsecikler yok. Tam da istediğimiz gibi. Gölün kenarına ulaştığımız an, arabadan atıyor kendini Kıvanç, tek kelimesini duyuyorum: “Muhteşem!” Biraz sağda solda dolanıyor, “Acaba burada balık tutulur mu?” Ben, “Bilmem, Google’layayım ama internet yok” diye söylenirken o, 100 metre ileride, koca parkta bizim haricimizde kamp yapan tek grubu buluyor ve sohbete dalıyor. Bu, onun şehrin göbeğinde kolay kolay yapacağı şey değil. Herkesin gözü üzerindeyken rahat değil. Peki burada onu bu kadar rahat hissettiren ne? “Uzaklara kaçmak, küçük köylere, kasabalara, balıkçıların ya da yerel insanların yanına gitmeyi seviyorum. Çoğu zaman beni tanımıyor, tanısa da aldırmıyorlar. Simit yiyorsa simit yer misin kardeş diyor, bir çay da sana koyuyor ya; işte o muhabbeti seviyorum. İnsanların doğal olduğu, samimiyetle sohbet ettiği yerleri, bu sohbetleri gördükçe dünyaya bakışım güzelleşiyor, içsel motivasyonum yükseliyor.”
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
59 / 90
Çekim planımızı soracak olursanız, aslında biraz plansızlık. Poz vermesini istemiyoruz. Elinde bir balta, odun kırarken ya da üzerinde plastik tulumla gölde balık tutarken bile ne kadar güzel (evet, güzel dedim) olduğunu ve aslında hiçbir şey yapmaya gerek olmadığını fotoğrafçımız Emre de, Okan da, ben de çok iyi biliyoruz. Onu delici mavi bakışlarıyla, kaslarıyla, kusursuz styling’le görmeye alışığız ve size bir arkadaş sızdırması: Aramızda çektiğimiz ve poz vermediği her fotoğrafta daha da yakışıklı.
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
60 / 90
Bu arada, iki gün boyunca fotoğraflarını çekmek ya da benim yaptığım gibi arada bir şuursuzca onu sorguya çekmek, normal şartlarda imkansız. Ama zayıf yerinden vurduk: Bizi seviyor ve bizden de çok, doğayı seviyor. Torpilli olduğumuzun farkında, soruyorum: “Aslında yazar olarak şu an epey şanslıyım. Çünkü sen ne röportaj yapmayı seviyorsun ne de kimseye güveniyorsun. Oysa şimdi dört arkadaş geldik dağ başına; hem kamp, hem çekim, hem röportaj yapıyoruz. Ben şimdi, senin hayatının nasıl bir dönemine denk geldim?”
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
61 / 90
“Hayatımın olgunluk dönemine denk geldin. Daha doğrusu, sanırım bu olgunluğu keşfetmenin başlangıcındayım. Bir durup görmek lazım. Susup duymak lazım. Şu an kuvvetli bir şekilde ona inanıyorum. Elimden geldiğince, güncel haberlerin dışında sektörle ilgili şeyleri takip etmemeye çalışıyorum ki kafam karışmasın. Bir şekilde zehirlenmeyeyim. Gaye Sökmen Ajans’la on yıldan fazla süredir çalışıyoruz, hepsi benim arkadaşım. Geçenlerde dedim ki medya takip şifremi değiştirin, ben artık bir şey görmek istemiyorum. Sektöre dönene kadar kendimi dinlemek istiyorum. Şu anda öyle bir dönemdeyim ki, her şeyi oturup düşünüyorum. Nerede mutluyum, nerede değilim. Beni tam manasıyla kendi derinime iten şeyler aslında neler; bunları keşfediyorum. Sanırım doğada keşfediyorum ki kendimi doğaya veriyorum.”
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
62 / 90
Kıvanç’la ne zaman bir yere girseniz, tüm gözler size döner. Kimi hayranlıkla, kimi kıskançlıkla, kimi aşkla, kimi sadece birkaç saniyeliğine bakar. Ama illa bakarlar. Etrafında önce büyük bir çember oluşur. Dikkatliyseniz bunu hissedersiniz. Sonra o çember daralmaya başlar. İşadamları, gazeteciler, hayranlar, oyuncular, sosyal çevre, yani Eddie Vedder’ın dediği gibi “society”, gitgide boşluk kalmayacak kadar daraltır bu çemberi. Arkadaşı, yani yanında kimsenin aldırmadığı bir gölge olarak bile yorulursunuz bu durumdan ama o, bunu her gün yaşar. Belki de bu yüzden bu kadar tedbirli. Ailesinin, kız arkadaşının, arkadaşlarının, hatta onların ailelerinin üzerine bu kadar titriyor. Bu çemberin içinde onlara da sahip çıkıyor. Katı kuralları var. Kendinden de, yakınlarından da bekliyor bu kurallara sadık yaşamalarını. Prensiplerinden ödün vermiyor. Sakınıyor özel hayatını basından, insanlardan.
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
63 / 90
“Hem geldiğin topraklar, hem ailen işliyor aslında bu kodları. Bir insana baktığım zaman, önce annesinin, babasının onu nasıl yetiştirdiğine bakarım. Bir insanın köklerini saldığı yer, ailesidir. Beş kardeşiz. Fikirler aileden geçer. Sektöre adım attığım günden beri fikirlerim yeni formlar almış, değişmiş olabilir. Ama en temelinde ailem var. Ne yaparsam yapayım, geride bir ailem olduğunu bilerek yapıyorum. Sektöre gireli 12-13 yıl oldu, hâlâ özel yaşantımın kurcalanmasına alışamadım. İlk günkü kadar geriliyorum. Bu da benim zaafım herhalde. Televizyon sektörünün, hele reklamlarla geldiği durumu düşünürsek, bir dizi iki saat sürüyor. Onun fragmanları ya da tekrar bölümleri de sürekli ekranda dönüyor. Bir şekilde insanların evine zaten giriyorsun. Hem de çok ciddi miktarda. Üzerine bir de özel hayatımla kimsenin gözüne sokmak istemiyorum kendimi, çevremi. Ailemle, kız arkadaşımla, arkadaşlarımla geçirdiğim anları niye insanların evine sokayım ya da kendime bunu neden yapayım? Bir şeyler de bana kalsın. Ailemi, dostlarım ve partnerimle edindiğim geniş ailemi, cam bir kavanozun içine koydum, taşıyorum. Kırılmasın diye uğraşıyorum, her şeyden sakınıyorum.”
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
64 / 90
45 yaşında olduğunu hayal etse, aklına ilk ne gelir? “Ben daha yarını hayal edemiyorum, çok zor bir şey ama dur bakalım, hayal kurmak güzeldir. 45 yaşında, işini devam ettiren, çoluklu çocuklu bir adam olurum herhalde. Yine ailesini fazlaca korumaya programlanmış ama bu defa geniş ailesiyle birlikte çekirdek ailesini de koruyan... Yine uzak yaşayan, yine çok konuşmayan, uluorta kendini göstermekten hoşlanmayan...”
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
65 / 90
“Bugün 20 yaşında olan, hatta senin o dönemki haline benzeyen bir erkeğe ne öğüt verirdin?” diyorum. “Hiçbir şey için yaşantından ve yapmak istediklerinden vazgeçme. Onun dışında, sana gelen her şey hoş gelmiş, sefa gelmiş.”
Mayıs 2015 - Fotoğraf: Emre Güven
66 / 90
Havanın soğumaya, karnımızın iyice acıkmaya başladığı an aklıma geliyor. Nesini seviyordu Into the Wild filminin? “Gerçek bir hikayeden uyarlanmış bir film. Yaşadığı sisteme bir şekilde isyan eden genç bir adamın, dünyevi her şeyden arınarak özgürlük ve mutluluk arayışını anlatıyor. Düşünsene, bizi esir eden tüm teknolojik ürünleri, diplomayı, parayı ve maddi her şeyi reddediyor.”
Mayıs 2013
67 / 90
Bir hamburgercinin içinde yer alan basketbol sahasında, çocuklar gibi şeniz. Mert Fırat üzerinde jilet gibi takım elbise, elinde paketinden yeni çıkmış, henüz bozulmamış bir rubik küp; sanki küpü çözmüş havalarında, sırıtarak “Yersen Laurent!” diyor. Rubik küpü ısırıyor sonra: “Zeka seksidir lafını yanlış anlamış salak taklidi” yapıyormuş, oluyor muymuş?..
Mayıs 2013
68 / 90
Abaküsü lir gibi çalmaya çalışıyor, küçük lastik toplar fırlatan tüfekle etrafındakileri topuklarından vuruyor, pinpon topu sektirirken falsolu hareketler yapıyor... Çok çocukluğundan beri, çocuk olmayı unutmama hakkını tanıdığı için aktör olmayı arzulamış biri neticede. Çocuktur, ne yapsa yeridir şeklinde yaklaşılan şeylere ömür boyu devam edilebilen yegane mecra olarak addediyor oyunculuğu. Tıpkı bir çocuk gibi, disiplinsizlik ya da şımarıklıktan uzak, kurallarından da oyunun bir parçası olduğu için zevk alarak; bir çocuğun olanca ciddiyetiyle, oyunun içinde…
Mayıs 2013
69 / 90
Geçen yıl tam bu tarihlerde, Vogue için gerçekleşen çekim sırasında, Kelebeğin Rüyası filmine hazırlandığını, kilo vermesi gerektiğini söylemişti. Röportajdan kısa bir süre sonra, Beyoğlu’nda bir kafede rastlaştık. Kemikleri sayılıyor tabiri “kalın” kaçar; alnındaki, şakaklarındaki kılcal damarlar bile yüzeye çıkmıştı. 22 yaşında veremden hayatını kaybeden şair Rüştü Onur’u canlandırırkenki tiridi çıkmış halini izlemiş olanlar, kameranın insanın üzerine 10 kilo koyduğu bilgisini hatırlayıp, gerçek hayatta nasıl bir görüntü arz ediyordu, oradan pay biçsin. Yarım saat önce esir kampından kurtarılmış gibiydi. Şimdiyse içinden yarım porsiyonluk bir başka insan çıkarıp, işi biter bitmez çabucak aslına rücu etmiş sanki.
Mayıs 2013
70 / 90
Çekime paydos dedikten sonra, birlikte arabaya atlayıp, Anadolu yakasına doğru yola koyuluyoruz. Akşam, Oyun Atölyesi’nde sahnelenecek Antonius ile Kleopatra’da Sezar’ı canlandıracak. Geçen mayıs sonunda, Londra’da, dünyanın 37 ülkesinden 37 Shakespeare eserinin sahnelendiği Shakespeare’s Globe için Türkiye’yi temsilen hazırlanan oyun, o günden beri turne temsillerinde de, İstanbul’da da kapalı gişe devam ediyor.
Mayıs 2013
71 / 90
İngiltere’nin tadı damağında kalmış. “Globe’un atmosferi inanılmaz bir şey” derken gözünde flaşörler çakıyor: “Sahnenin üstü açık, etrafında çepeçevre insanlar, buna rağmen kendini bir arenada hissetmiyorsun. Bir kucaklama durumu var seyirciyle. Çerçeve sahnenin o soğukluğu yok. Bizim kültürümüzde de meydan sahne vardır ya, gelenekselimizdeki köy seyirlik... Köy ahalisi toplaşır; ‘Ali abi sen de gelsene, İsmail sen de gel, işte sen kadın olacaksın, sen de muhtar ol, hehehe’ diye kaptırıp giderler. Meydan sahnede oynamaya, köy seyirliğe ihtiyacımız var desen belki gülerler ama o temas çok önemli bence. Bunu in-yer-face’le yapmak da mümkün elbette ama bizim tiyatromuzda da var işte interaktif tiyatronun feriştahı; adam kolundan çekip seni oyuna dahlediyor. Globe da öyle biraz.”
Mayıs 2013
72 / 90
Bir de tabii İngiltere, Shakespeare’in anayurdu. Ha, Shakespeare’e soracak olursanız, zaten bütün dünya bir sahne, o da ayrı: “Oraya gelen seyirci teksti biliyor. Bildiği bir hikayeyi, başka bir oyuncu grubundan, başka bir kültürden seyrediyor. Ben Antonius ile Kleopatra’da Octavius Sezar’ı oynuyorum. Benim amcam Sezar, daha önce Kleopatra’yla sevgiliymiş. O ölüyor, şimdi Antonius, Kleopatra’yla sevgili. E, Kleopatra’nın bir önceki sevgilisi de Sextus Pompeius’un babası, yani baba Pompeius.
Mayıs 2013
73 / 90
Bu kadın, Roma İmparatorluğu’nun üç önemli adamıyla sevgili olmuş. Bayağı magazin yazmış herif yani ama nereden baksan Shakespeare! Hamlet’te de ‘Cenaze için pişen yemekleri, soğumadan düğüne servis ettiniz’ meselesi vardır ya hani... Ulan zaten babamla evleneli iki gün oldu, adam öldü, sen iki gün sonra bu sefer amcamla evlendin; nedir, ekonomi mi yapıyorsunuz, diye kafayı yer Hamlet de haklı olarak! Ağır magazin aslında bir bakıma.”
Mayıs 2013
74 / 90
Dağ Muhammed’e gelmezse, Muhammed dağa gider, şeklinde ilerleyen söz malum. Mert Fırat, hayalini kurduğu oyunları oynayabileceği türden bir sahne kurmanın heyecanını yaşıyor bu aralar. 11 arkadaşıyla, eski Moda Sineması’nı satın alıp Moda Sahnesi adını verdikleri bir kültür sanat merkezine dönüştürmeye girişmişler. Herkesin ortaya eşit para ve emek koyduğu 12 ortaklı kolektif tiyatro, bir aksilik olmazsa, ekimde kapılarını açacak.
Mayıs 2013
75 / 90
Üç ayrı sahnesi bulunan, kültür sanat merkezi gibi bir şey” olacak: 80 kişilik, meydan sahne tadında işler çıkarmayı planladıkları, stüdyo ebadında bir sahne. Bağımsız gösterimlerin yapılacağı, sinema haftalarının düzenleneceği 70 kişilik bir salon. Ve tribünü kapanınca 500 kişilik bir konser alanına dönüşen, 270 kişilik bir tiyatro.
Mayıs 2014 - Fotoğraf: Emre Ünal
76 / 90
Tek başınıza çıkacağınız yolculuklarda bazen sıkıntı, bazen de merakla beklediğiniz biridir yan koltuğunuzda oturacak şahıs. Kafasında kötü örnekleri biriktirir insan böyle durumlarda. Kesin horlayan ya da kucağında çocuk olan biri olacak endişesiyle, daha yolculuk başlamadan mide kramplarına sahip olanlar bile vardır. Aslında Murat Boz’la konuşmaya giderken bende böyle endişeler olması gerekiyordu. Sonuçta televizyon dışında hiçbir yerde görmediğim, orada da ya şarkı söylerken ya da O Ses Türkiye’de jüri üyesi olarak tanıdığım bir adam. Ama yine de avantajlıyım; zira o benim hakkımda hiçbir şey bilmiyor. Yani stres yapacak biri varsa, mevcut durumda, bu ben değilim...
Mayıs 2014 - Fotoğraf: Emre Ünal
77 / 90
Görüşmenin bir röportajdan çok bir sohbet olacağına öyle inandırmışım ki kendimi, üstünlük kurmaya çalışıyorum anlamsızca. Galibiyet değil amacım, deplasmanda 1 puan hevesiyle maça çıkan Anadolu kulübü gibiyim. Ben başta dostluk mesajlarımı vereyim de, kartlar havada uçuşursa suçu rakibe atarım havasında fotoğraf çekimine gidip de Murat’ı ringde görünce gardımı aldım ve beklemeye başladım.
Mayıs 2014 - Fotoğraf: Emre Ünal
78 / 90
Konvansiyonel medya, yani yazılı ve görsel basınla sosyal medyanın ünlü profillere yaklaşımı arasında büyük farklar var. Sosyal medya unsurlarında “fan” oluşumu yadsınamaz bir gerçeklik fakat ünlüleri eleştirmek de -hatta bazen aşağılamak da- sosyal medyada rağbet gören ve popülerliği artıran bir tarz. Diğer medya platformları kişiler hakkında daha detaycı ve kontrollü kalmak zorundayken, sosyal medya tam bir özgürlükler coğrafyası. Ve kahramanımız Murat Boz da olumlu ve olumsuz eleştirilerin odağındaki önemli isimlerden biri oluyor ara ara.
Mayıs 2014 - Fotoğraf: Emre Ünal
79 / 90
O yüzden konuşmaya başlarken şu an bulunduğum konumun sebebinin sosyal medya olduğunu anlattım Murat’a. Fakat hiçbir önyargıyla gelmediğimi de ilettim, güldü. O an Twitter’a girip kendisi hakkında yazdığım tweet’leri aratacakmış gibi geldi ama yapmadı tabii. Twitter’da tanınmış biri olmanın en zor tarafı budur; ünlü biriyle tanıştığında onun, senin hakkında kötü bir şey yazıp yazmadığının muhasebesini yaparsın. Murat konusunda rahatım, şimdi o düşünsün...
Mayıs 2014 - Fotoğraf: Emre Ünal
80 / 90
Fotoğraf çekiminden sonra ufak bir yemek ve duş arası verip konuşmaya başlamak üzere sözleştik. Yorulmuş olma ihtimaline karşı daha uzun bir ara teklif ettim fakat iyi olduğunu belirtip bir saat sonrası için net konuştu. Ofise gittiğimde de herhangi bir yorgunluk emaresi görmedim. Yıllardır dostum olan Sanem’in hâlâ Murat’la çalışıyor olduğunu ofiste fark etmemiz de Murat’ın rahatlaması açısından oldukça işime yaradı. Röportaj sırasında etrafında tanıdığı insanlar olduğunda daha rahat çalıştığını da açıkladı zaten. Sonuçta insan en azından bir “ortak” tanıdık istiyor rahat diyalog için. Bu yüzden yeni tanıştığımız biriyle “Şunu tanır mısın?” muhabbetine giriyoruz. Bizim başka ortak arkadaşlarımız da var Murat’la ama işin o tarafını pek karıştırmıyorum; biraz da gizem olsun aramızda...
Mayıs 2014 - Fotoğraf: Emre Ünal
81 / 90
“Genel olarak güleç biri olman mı seni iyi biri olarak görmemizi sağlıyor acaba? Mutlu bir profil veriyorsun bize” dediğimde de tabii önce gülüyor ve gerçekten de hayata pozitif yaklaşan biri olduğunu söylüyor. Fakat kontrollü bir biçimde hayatın herkes için o kadar da iyi olmadığının farkında olduğunu bildiğini belirtiyor.
Mayıs 2014 - Fotoğraf: Emre Ünal
82 / 90
Konuşmanın tamamında bu “Benim için her şey iyi gidiyor fakat herkes için böyle olmadığının farkındayım ve o yüzden mutluluğumu çok göze sokmamaya çalışıyorum” tavrı vardı aslında. Diğer insanlardan yukarıda ve onlardan bihaber yaşıyormuş gibi algılanmak istemiyor. Bunun huzursuzluğuyla karışık, kontrollü bir konuşması var. Yazmak ve konuşmak istediği şeyleri doğru ifade etmek için özen gösterdiğini, fakat bunun kendisi için bir zorunluluk gibi değil de zamanla öğrenilmiş bir yöntem gibi olduğunu söylüyor: “Anlatmak istediğim her şeyi doğru ve kimseyi kırmadan anlatayım, tek derdim o.”
Nisan 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
83 / 90
Sözleşilen saatte fotoğraf çekimi için stüdyoya geldiğinde herkesle tek tek el sıkıştıktan sonra masaya oturup sohbete dahil oluyor. Konu futbol. Fanatik Fenerbahçeli olduğu için biraz canı sıkkın. Sarı-lacivertlilerin Teknik Direktörü Vitor Pereira’ya dair eleştirilerini sıralıyor. Daha sonra tekrar o konuya geleceğimiz için fazla derinleştirmiyoruz muhabbeti. O eleştirilerini sıralarken cep telefonları dikkatimi çekiyor. Biri son teknoloji, diğeri artık üretilmeyen eski tip bir telefon. Eski olanı işaret edip “Kırmızı hat mı var onda?” diye takılıyorum. “Sorma” diyor, “Diğer telefon hiç susmuyor; WhatsApp, Twitter, Instagram… Bazen bunalıyorum, onu kapatıp bunu kullanıyorum. Bu numaram kimsede yok.” İlerleyen saatlerde görüyorum ki, hakikaten diğer telefonu hiç susmuyor.
Nisan 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
84 / 90
Kullandığı o eski model (Nokia 8910) telefonu bulmak için İstanbul’un altını üstüne getirdiğini anlatıyor. Ardından geçirdiği hastalık nedeniyle iki aydır spor yapamamasından bahsedip yeniden sahalara dönmek için gün saydığını belirtiyor. Ortamda genelde erkeklerin yapmaktan ve parçası olmaktan hoşlandığı bir muhabbet var yani. Ama öznemiz, Türkiye’de parti kursa onu iktidara taşıyabilecek kadar çok sayıda kadının ilgi alanında. Hatta rol aldığı dizide öyle bir karakter ki, birçok erkek de öyle biri olmayı isteyebilir.
Nisan 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
85 / 90
Var böyle erkekler işte... Mesela Londra’da hizmet veren ama Twitter hesabı kendinden daha meşhur kebapçı Mangal 2’nin 2013 yılında attığı bir tweet gelsin şimdi: “Tamam ama hanımlar, Ryan Gosling size kebap yapabilir mi? Aslında düşünürsek yapabilir ve lanet olsun, bahse girerim tadı da şahane olurdu.” İşte bu imrenmenin Türkiye’deki karşılığı şu sıralar Barış Arduç. Rol aldığı Kiralık Aşk dizisiyle akıl almaz bir hayran kitlesine ulaştı. Öyle ki, dizinin bölüm fragmanı bile YouTube’da yayımlandığı anda milyonları aşan izlenme sayısına erişiyor. Dizi başladığında, kanala müdahale etme teşebbüsünüz, bir erkek maç izlerken televizyonun önünden geçmeyle eşdeğer bir tepki görüyor.
Nisan 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
86 / 90
Size ufak bir test; yakınınızdaki kadınlara Barış Arduç’u sorun ve aldığınız cevapları görün. Şaşıracaksınız. Ben mesela, söyleşi öncesi “Seninkiyle söyleşim var, sormamı istediğin bir soru var mı?” diye sorduğum annemden “Nasıl? Barış Arduç’la mı görüşeceksin? Çok seviyoruz, bozmasın kendini!” cevabını aldım. Düşünün. Gün boyu süren buluşmamızda da insanların onun fotoğraflarını çekip hayranı olduğunu bildiği kişilere göndererek prim yaptığına tanık oldum.
Nisan 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
87 / 90
Bu durumun nedenini merak ediyorum haliyle. Kendisini sevenlerin yaş skalasının bu kadar geniş olmasına sevindiğini belirtip anlatıyor: “Vereceğim spesifik bir örnek yok. Ama herhalde fizyolojik olarak iyi yüzlü, bizim evin oğlu imajı veriyorum. Ya da oynadığım karakterin çok fazla falsosu yok ya; düzgün, eli ekmek tutan, beyefendi profil ya; belki o profil etkileyicidir onların gözünde. Belki 15 yaşındaki çocuğunun büyüyünce böyle bir imaja sahip olması hayalini kuruyordur...”
Nisan 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
88 / 90
Bu hayran kitlesinin kimi yaş grupları enteresan tepkiler veriyor. Dizi çekimi sırasında oturduğu bankı öpenler oluyormuş. “O bank da Yenibosna’da biliyor musun” diye başlıyor: “Nereden geldin diye soruyorum, Beykoz diyor. Şehir dışından gelen var. Bazen yorulduğum oluyor hakikaten. 200 kişiyle selfie çektirmek düşüncesi zorlayabiliyor ama şu detay geliyor aklıma: Kalkıp Bursa’dan Yenibosna’ya geliyor! Ne için geliyor? Sevmiş işte. O yüzden mümkün olduğunda 400 kişiyle de selfie çektiriyorum. Çok yorucu, evet ama bazen de kabul etmek gerekiyor bu durumu.”
Nisan 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
89 / 90
Kısa bir hikayesini geçelim Barış Arduç’un, bilmeyenler için. Emlakçı bir babayla tekstille uğraşan bir annenin çocuğu olarak, İsviçre’de doğuyor. Dedesi çalışmak için gurbete giden ilk nesillerden. Bir abisi, bir de kardeşi olan Barış, ilkokula başlayacağı sırada Türkiye’ye dönüş kararı alınıyor. Abisiyle beraber, aileden önce geliyor memlekete. Eşini yeni kaybeden, iki kızı olan halasının yanına Sakarya’ya yerleşiyorlar. Daha sonra Gölcük ve deprem. Bu kez istikamet Bolu. Sonra Düzce depremi. İstanbul’a anne ve babası boşandıktan sonra geliyorlar. Annesiyle yaşamaya başlıyor Arduç. O günden beri de İstanbul’da.
Nisan 2016 - Fotoğraf: Emre Ünal
90 / 90
Barış Arduç’la İstanbul’da oynanan Fenerbahçe-Braga maçının olduğu gün buluştuk. 1-0 skor tahmini tutsa da “tur bizim” tahmini maalesef tutmadı. Artık maçları sakin izlediğini ama derbilerde hâlâ kendini kaybettiğini söylüyor. Sarı-lacivertli kulübe kongre üyesi olmayı planlayan Arduç, şike soruşturmasında Fenerbahçe’ye haksızlık yapıldığını düşünüyor: “Ona bulaşmak, bulaşmamak bambaşka konu ama bütün ihalenin Fenerbahçe’ye kalması canımı sıkmıştı benim tabii ki. Kabak başımıza patladı gibi bir durum oldu. Ama ondan da alnımızın akıyla sıyrıldık. Şu anda da her şey yolunda gidiyor.” O Robin van Persie’yle barışmadığı sürece Barış Arduç da teknik direktör Pereira’yla barışmayacağını söylüyor. “Böyle büyük, kült olmuş isimler Türkiye’ye gelince 90 dakikalık maç süresince, uzun uzadıya izlemek istiyorsun onları. Buna engel kim deyince Pereira söylendiği için ona ‘abicim napıyorsun, güzel abimi salsana’ gibi bir serzenişte bulunuyoruz.”