Profondo Rosso, 1975
Ürkütücü bir müzik eşliğinde, küçük bir çocuğun gölgesi duvara yansıyan bir cinayeti izlemesiyle başlayan film, Dario Argento’nun en başarılı işlerinden biri. Roma’da yaşayan bir caz piyanistinin ünlü bir medyumun vahşi cinayetine tesadüfen tanık olmasıyla gelişen olaylar filmin ana konusunu oluşturuyor. Korku ve şiddetin, Argento’ya has görsel ve işitsel malzemelerle farklı bir bütünlük sağladığı bu filmde, siyah deri eldivenli cinayet sahneleri bizzat İtalyan yönetmen tarafından canlandırılmış. Kafasındaki el hareketlerini başka bir aktöre anlatmanın daha zor olacağına ikna olan Argento, yakın çekim cinayet sahnelerini bu yüzden kendi oynamak istemiş.
Suspiria, 1977
Suspiria, aslında Argento’nun The Mothers üçlemesinin ilk filmi. Film, Amerikalı bale öğrencisi Suzy’nin, ünlü bir dans okulunda öğrenim görmek amacıyla Almanya'ya gidişiyle başlıyor. Okulun görme engelli piyanistinin kendi rehber köpeği tarafından öldürülmesinin ardından, Suzy ve yan odada kalan arkadaşı Sara okuldaki gizemli olayları çözmeye çalışıyor. Suspiria, Technicolor tesisinin kapatılmasından hemen önce, bu teknikle hazırlanmış son film. Filmde kullanılan kırmızı ve bu rengin farklı tonları, gerçek dışı ve hayali etkiyi iyice baskın hale getiriyor.
Opera, 1987
Film, Lady Macbeth'i oynayacak kişinin araba kazası geçirmesiyle rolü devralan güzel operacı Betty’nin takıntılı bir ‘hayranı’ tarafından taciz edilmesini anlatıyor. Etkileyici müzikleriyle ve Argento’nun farklı kamera hareketleriyle korku dolu iki saat geçirmeniz garanti diyebiliriz. Dönemin ünlü vamp kadınlarını fotoğraflayan annesinin stüdyosunda geçirdiği vakitlerin Argento'nun sinemasına nasıl yansıdığını bu filmde iyi bir şekilde gözlemleyebiliyoruz. Betty’nin göz çevresine yapıştırılmış sıra sıra iğneler, korku sinemasının en unutulmaz anlarından.