Adjustable Table E.1027 + Bibendum Chair
Eileen Gray’in 1927’de tasarladığı Adjustable Table E.1027 hem fiziksel hem düşünsel olarak dengeye uygun bir başlangıç. İrlandalı mimar ve tasarımcı Eileen Gray hayatının büyük bölümünü Fransa’da sürdürmüş. 1906’da Paris’te tanıştığı lake sanatçısı Seizo Sugawara ile çalışarak yaratıcı sürecine değişik disiplinlerden etkilendiği teknikleri yansıtmaya başlamış.
Bibendum Chair tasarımının sonrasında mimariye ağırlık veren Gray’in en bilinen projesi Güney Fransa’daki E.1027 House. Bu evde kullandığı E.1027 Table ise en öne çıkan tasarımı. Hem balans, hem işlev sunan bu masa, günümüzde bile değişik dönemden ürünlerin olduğu bir mekânda estetikleri dengelemek için sıkça kullanılıyor. Kendi deneyimimden biliyorum; bir eve, ofise veya alana sehpa tavsiyesi gerekiyorsa bu ürünü mutlaka sunarım. Zarafet arayan ama kalıptan çıkmaya da açık olan kişiler için tanıdık ama değişik bir tasarımdır. Objelerini çok-fonksiyonlu düşünmeye merakıyla bilinen Gray, kendi evi için tasarladığı bu üründe form ve işlevi birbirinin önüne geçmeyecek şekilde çözmüş. Özel bir tanım gerekmiyor; ne olmasını istersen o olan bir sehpa E.1027. Boru şeklinde krom çelik, zincir ve cam malzemesi sayesinde, kamufle olması gerektiğinde de hızlıca gözden kaybolabiliyor.
Polar Bear Seti
Son dönemlerde yine popülerleşen ve değişik iç mekânlarda görme fırsatı bulduğumuz Polar Bear oturma seti, Fransız tasarımcı Jean Royère’e ait. 1940’ta tasarlanan oturma grubu adını şeklinden ve tüylü, beyaz kumaşından alıyor. Bu koltukların tercih edilme sebebi net bir şekilde hem şık hem de rahat olmaları. Peluş bir oyuncağın üzerine oturmuşcasına rahat hissettiren kanepenin ölçüleri o kadar iyi düşünülmüş ki, kaba durabilecekken zarif ve dikkat çekici bir etki yaratıyor. Aslında birbirine tezat olabilecek estetik özellikleri harmoniyle buluşturmasının ardında, minimal ama üzerinde düşünülmüş bir iskelete sahip olması var. Royère’in, annesinin Paris’teki evi için tasarladığı bu oturma seti İran Şahı Rıza Pehlevi’nin kızına hediyesi de olmuş, Kanye West’in Maybach otomobilini satarak aldığı ve evinde en sevdiği parça da. Kendi içinde denkleme dayalı bir ahenk barındırmasından dolayı, taklitleri onun orijinal çizgisini ve zarafetini yakalayamıyor.
The Akari Light Sculptures
Sanatçı Isamu Noguchi’nin özellikle seyahatlerinin de şekillendirdiği portfolyosunda heykelden mimariye, peyzajdan ışıklandırmaya değişik tasarımlar görürüz. İnce bir zekâyla düşünülmüş ürünleri sessiz ama cesurdur. Sanatçının tasarımları, esin kaynağını gelenekselden alır ama modernleşerek özgün bir yaklaşım sergiler.
Japon bir baba ve Amerikalı bir annenin oğlu olan Noguchi hem Japonya’da, hem ABD’de yaşamış. Sanata hep ilgi duyan Noguchi, üniversitede tıp eğitimi almaya başlasa da heykeltıraşlığa geçişi uzun sürmemiş. 1926’da New York’ta tanıştığı heykeltıraş Constantin Brancusi ile Paris’te çalışmış. Kariyeri boyunca modernizmle soyutçuluk, duygusallıkla gizem arasında bir yerde kendini ifade ederek, dengesini oluşturmuş. Asya, Meksika, Avrupa ve Amerika içinde seyahat etmiş, hem iç mekânlarda hem de halka açık alanlarda tasarımlar üretebilmiş. New York ve Japonya’daki stüdyoları arasında çalışan ve yaratıcılığını bu iki kültür arasında kurduğu dengede geliştiren Noguchi, 1951’de The Akari Light Sculptures serisini tasarlamış.
Bu seriyi kendisinin düşüncelerinden yola çıkarak özetlersek; iskelet üzerine washi kağıdıyla geliştirdiği ışıklandırmalar onun için elektriğin sertliğini kağıt gibi naif bir materyalle ışığın kaynağına – yani güneşe- geri götürmek anlamına geliyor. Değişik yüzeyler için 100’e yakın ışık heykel formu oluşturmuş. ‘Akari’ kelimesi ise Japoncada ‘ışık’ demek: ‘Hem mekânı hem de zihni aydınlatmak’ anlamında kullanılıyor.
Cyclone Stool
Noguchi, 1954’te ise Cyclone Stool tasarımını küçük bir masaya adapte etmiş ve 1957’de bunu yemek masasına çevirmiş. Krom ayak ve lamine yüzey malzeme kullanımı sayesinde, Eileen Gray’in sehpası gibi, zamansız mekânsız bir ürün çıkmış ortaya.
Noguchi’yi kısa bir özete sığdırmak zor olsa da, tasarımları bize şunu söylüyor: Evde kullandığımız parçaların bizi yansıtması, değişik dünyalarımızın birleşmesine fırsat yaratır.
Eames Wire Base Low Table
Bazen iki erkek kardeş, bazen de baba-oğul zannedilen Charles ve Ray Eames aslında, hayatın her alanında birbirinden beslenen bir karı koca. Üzerine konuşabileceğimiz, düşünebileceğimiz ve sık kullanılan çok çeşitli tasarımları olsa da burada iki ürüne odaklanalım: The Dot Pattern adlı tekstil tasarımı ve Eames House Bird.
Bir evi düşünürken, mobilya ve ışıklandırmayı baz almak alıştığımız bir yaklaşım. Yalın mekânlar aklımıza düz ve desensiz kumaşları getirse de desen gereklidir. Eğlenmek de lazım yaşadığımız alana baktığımızda. Temiz ve basit olanı, bazen sessizce bağıran farklı parçalar çıkarır ortaya. Charles ve Ray Eames materyal ve formu denge içinde kullanırken, her zaman kendilerinden bir parça heyecan katmayı bilmiş. Mesela, 1950’de aralarında Isamu Noguchi ve Charlie Chaplin’in olduğu bir grubun evlerine çay saatine gelmesiyle, Charles bahçedeki tahtaları ve metal ayakları bir araya getirerek bir masa yaratmış oracıkta. Cyclone Table’ı da andırabilecek bu masa Eames Wire Base Low Table olarak tasarım dünyasındaki yerini almış durumda. Bu minik hikâye etrafımızdaki bir nesnenin yerini ve amacını, ihtiyacımıza göre tekrar düşündüğümüzde ortaya yeni bir tasarım çıktığını hatırlatıyor.
The Dot Pattern
Çiftin ‘The Dot Pattern’ adlı tekstil tasarımı ise bize desenin ahenge tehdit bir element olmadığını gösteriyor. Eames DCM sandalyesinin metal formundan ve beyaz yer zemini üzerine gölgesinden esinlenerek oluşturulan desen, girdiği mekâna iddia katıyor ama domine etmiyor. Bir diğer ürün de aslında Eames evinde olduğu için onların tasarladığı sanılan Eames House Bird. Bu basit siyah kuş heykeli, silah tamir işlerini bırakıp kuş heykelleri oymaya ve boyamaya yönelen Charles ve Edna Perdew’un bir ürünü. Eames çifti belirli bir estetik çerçevede çocuk kalabilmeleriyle ünlü. Eames House Bird’ün bugün evlerde hâlâ varlığı sürdürmesinin sebebi de içimizdeki çocuk ve yetişkini aynı anda mutlu etmesi değil mi?
Nuage Bookcase
Seyahat ederken farkında olmadan hediyelik eşya dışında fikir de alırız. Bu fark etme ve kendimizce yorumlama ilişkisi mekânımıza da yansır. Fransız mimar ve tasarımca Charlotte Perriand da Kyoto seyahatinde Katsura Imperial Villa’yı gezerken, raflara hayran olmuş. Bulut şeklinde yerleştirilmiş rafların serbest formunu hem özgün hem fonksiyonel bulması ona bildiğimiz bir ürünü yeniden düşünme fırsatı vermiş. 1954’te Nuage Bookcase tasarımını oluştururken ahşap, metal ve renk kullanımıyla yalın ama günümüzde bile farkını koruyan bir ürün ortaya çıkarmış. Adaptasyona elverişli, sürgü panelli, çeşitli kurulumlarla hazırlanabilen bu modüler kütüphaneyle tekrar görüyoruz ki bir tasarımın işlevinin, formunun önüne geçmesine gerek yok. Bu ikisi koordine olduğu zaman bir ritim yakalanıyor. Kariyeri güçlü tasarımcılarla ilerleyen Perriand’ın bireysel tasarımları basit çizgilerin ve modern renk kullanımının oluşturduğu dengede gelişmiş.
Nuage Bookcase’de ve serinin diğer ürünlerinde, renk kullanımında tereddüt eden kişilerin bile rahat hissedebileceği bir estetik oluşturabilmiş Perriand. Eve adaptasyonu mümkün ve her zaman denge sağlayabilecek bir diğer tasarım da Les Arcs yemek sandalyesi. Perriand bu sandalyeyi, Fransa’da tasarladığı Les Arcs kayak merkezinin restoranı için İtalyan üretici DalVera’dan almış. Tasarım Perriand ile bütünleşse de aslında kurduğu ortama seçtiği bir ürün. Kendi estetiğine ve çizgisine uyumundan dolayı Perriand’ın sanılması gayet normal. Eames örneğindeki gibi bu da gösteriyor ki; parça seçerken kendimizi tanırsak o ürün bizim için üretilmişçesine evimizle uyumlu olur.
The Spanish Chair
B ørge Mogensen’in 1958’de tasarladığı The Spanish Chair, materyal seçimindeki sakin uyumu ilk görüşte belli ediyor. Meşe ağacı ve derinin kullanıldığı bu tasarım, Hunting Chair tasarımının yeniden düşünülmesiyle oluşmuş. The Spanish Chair, tasarımcının İspanya seyahati sırasında İslam kültüründe çok kullanılan dirseklik detaylı sandalyelerden aldığı ilhamla geliştirilmiş. Denge burada orijinal fikrin, bir ihtiyacın fark edilerek uyarlanmasından geliyor. Dirsek alanı aynı zamanda bir yüzey görevi görebilecek kadar geniş ve proporsiyonlu düşünülmüş. Mogensen’in tasarımlarında sıkça gördüğümüz renk tonları bir mekâna materyal eklerken, uyumdan ödün verme riskini ortadan kaldırıyor. Natürel tonlardaki bu tip mobilyalar, renkleri kadar formlarıyla da değişik ortamların parçası olmaya, zıtlıkla bile kullanılmaya çok elverişli.