Focus Features
Bugonia’da Yorgos Lanthimos, Emma Stone’un saçlarını kazıtıyor ve onu antihistaminik bir jelle kaplıyor — o sırayla olmasa da. Filmde bu işlemi yapan kişi Teddy Gatz (Jesse Plemons): kendini komplo teorilerine kaptırmış, ilaç şirketi CEO’su Michelle Fuller’ın (Stone) bir uzaylı olduğuna inanan bir adam.
Lanthimos, Teddy’nin Michelle’i kaçırdıktan sonra aldığı “önlemleri” gösterirken — onun anavatanına sinyal gönderip kurtarılmasını engellemek için — onaylama yanlılığı kavramını eğlenceli biçimde görselleştiriyor.
Teddy, Michelle’in uzaylı olduğuna inandığı için saçını tıraş ediyor ve derisine krem sürüyor.
Sonuç? Michelle artık gerçekten bir uzaylıya benziyor. Stone’un doğal ışıltısı ve güzelliği bir anda neredeyse doğaüstü bir hal alıyor; kazınmış kafası, o büyük, ifade dolu gözlerini daha da öne çıkarıyor. Kendine özgü, dumanlı sesi ise hâlâ bir sabitleyici gibi çalışıyor — bizi Emma Stone’un yıldız enerjisine geri bağlıyor.
Bu değişimlerin çoğu yüzeysel — Teddy’nin zihninin aynası. Michelle’in gerçekten uzaylı olup olmadığı sorusu, Bugonia’nın asıl meselesi değil.
Lanthimos, 2003 yapımı Güney Kore filmi Save the Green Planet!’i yeniden uyarlarken, ilgisini daha çok Michelle’in imkânsız bir durumdan kurtulmak için nasıl kıvraklık gösterebileceğine yöneltiyor:
Takıntılı Teddy ve onun daha az takıntılı ama kolay yönlendirilen kuzeni Don (Aidan Delbis) tarafından esir tutulurken, onlardan insanlığı yok ettiğine inandıkları “uzaylı ırkla” görüşmesini talep eden bir ortamda. Sanki Death and the Maiden’ın (ölümcül) bir kara komedi versiyonu gibi: bir kurban, eline düştüğüne inandığı işkencecisini cezalandırmak isterken, biz seyirciler giderek hangisinin haklı olduğundan emin olamaz hale geliyoruz.
Buradaysa esirin “kesinliği”, anılardan değil, YouTube’daki sonsuz girdaplardan besleniyor.
Michelle ise kendini kurtarmak için tek kozunu kullanıyor: inandırıcı saçmalama yeteneğini.
Filmin başlarında, çalışanlara “isteyen 17.30’da çıkabilir” demeye çalıştığı o iğneleyici kurumsal açıklama sahnesinde gördüğümüz gibi — elbette “işleri bittiyse, kendilerini rahat hissediyorlarsa, patrona mail attılarsa…” Bu tür “kurumsal dil”e bakınca, Teddy’nin biraz da olsa haklı olduğunu düşünmeden edemiyoruz: Michelle’in insanlarla kurduğu o tuhaf iletişim biçiminde gerçekten “dünya dışı” bir taraf var. Kameralar karşısında defalarca “tekrar alabilir miyiz?” dediği o steril ofis ortamından çıkıp iki yabancıyla birebir kalınca, dili çözülüyor.
Jesse Plemons her zamanki gibi mükemmel; Delbis de etkileyici bir çıkış yapıyor. Filmin büyük kısmı üç oyuncunun bu kapalı gerilimdeki dansına dayanıyor. Ama Bugonia’nın asıl çarpıcılığı, Stone’un kullanım biçiminde yatıyor.
Aktris Lanthimos’un dört filminde arka arkaya yer aldı — bu da yönetmenin İngilizce döneminin çoğunu kapsıyor. Stone, Poor Things’teki Frankenstein-vari performansıyla ikinci Oscar’ını aldı; üzerinden yalnızca iki yıl geçti ama o zamandan beri sadece iki Lanthimos filminde oynadı, bir de Eddington’da küçük bir rolde — ki orada da Plemons’un karakterine çok benzer biçimde, gerçeklikten kopmuş bir ev kadınıydı. Dolayısıyla Bugonia, ister istemez onun “Oscar sonrası dönüşü” gibi duruyor.
Son yıllarda bu kadar riskli bir seçim yapan çok az yıldız oldu — özellikle Stone gibi hâlâ Hollywood’un en sempatik isimlerinden biri için. La La Land, Zombieland ve Cruella gibi filmler onu geniş kitlelere sevdiren, pandemiden önceki başarı zincirini oluşturmuştu.
Lanthimos öncesi Emma Stone imajı tatlı, alaycı ve sempatikti.
Bu yüzden The Favourite, onun Lanthimos evrenine mükemmel bir geçişiydi.
Poor Things ise o dünyanın daha barok, daha umutlu bir versiyonuydu — belki de “Tim Burton elinden çıkma bir Barbie” gibi.
İki film de fazlasıyla şehvetli, ama yine de “kahramanımız” diyebileceğimiz karakterler içeriyordu.
Oscar’dan sonra Stone, bu tuhaflık dünyasına kendini daha teslim etmiş gibi görünüyor.
Bu teslimiyetin yankısını Kinds of Kindness’ın bir bölümünde de gördük:
Stone’un canlandırdığı bir kadın, denizde uzun süre kaybolduktan sonra eve dönüyor; kocası (yine Plemons) onun aslında bir “sahtekar” olduğuna inanıyor.
Kadın bunu reddediyor, ama kendini kanıtlamak için kocasının giderek korkunçlaşan taleplerini yerine getiriyor.
Bugonia’daki Michelle’in ise böyle bir duygusal bağı yok. Konuşabiliyor, pazarlık yapabiliyor, ama hep izole bir figür. Kaçırılmadan önce bile kimse ona uzun süre fiziksel olarak yakın durmuyor.
Kaçırılmadan hemen önceki en insani anlarından biri, arabada Chappell Roan’ın “Good Luck, Babe!” şarkısına eşlik ettiği sahne. Tam bir “Emma Stone anı”: yüz mimikleriyle şarkıyı canlandırıyor.
Komedi filmlerinden ve SNL sunuculuklarından bildiğimiz gibi, Stone abartılı hareketlerde bile milimetrik bir denge yakalayabiliyor. Lanthimos’un onunla uzun süredir çalışıyor olması, muhtemelen Easy A’deki erken dönem performansını da aklına getirmiştir; orada karakteri Olive, “Pocket Full of Sunshine” şarkısına günlerce saplantılı biçimde eşlik ederdi — o da tek başına, kendi küçük evreninde.
Belki Lanthimos bunu doğrudan referans almamıştır, ama o sahneyle hoş bir tezat oluşturuyor.
Easy A’deki yalnızlık sıcak ve eğlencelidir; “biraz tuhaf ama sevimli kız” arayıştadır.
Bugonia’da ise yalnızlık çok daha inandırıcı ve rahatsız edici.
Film, Stone’un yaşını da alışılmış Lanthimos mizahıyla kurcalar: Michelle’in 45 yaşında olduğu söylenir (çekim sırasında Stone on yaş daha gençtir) ve pahalı “yaş karşıtı” bakımlar yaptırdığı ima edilir.
Bu da Stone’un kariyerindeki zamansız karakter çizgilerinin yeni bir versiyonu gibidir: aynı oyuncu, 2007’den 2014’e kadar defalarca lise öğrencisi, sonra yetişkin, sonra yine üniversiteli oynamıştı.
Ama Bugonia, bir “Emma Stone'u parlatma aracı” değil. Zaten Lanthimos’un öyle filmleri yok; o, yıldızlarını rahatsız edici karikatür biçimlerine sokar, parıltılarını bilinçli biçimde törpüler.
Yine de Stone’la kurduğu ortaklık, yönetmenin tonunu çeşitlendirdi.
Artık onu, cam bir vitrindeki örneklerinden biri gibi saklamıyor. Bu filmde Stone’un hem esir hem manipülatör oluşu, o ilişkinin en açık tezahürü. Filmin son bölümlerinde Lanthimos, rahatsız edici sahneleri neredeyse duygusuz bir soğukkanlılıkla sunuyor; kimine göre bu onun alametifarikası, kimine göre sadece “soğukluk”. Film, özellikle Michelle karakterinin nihai kaderi açısından tamamen “mantıklı” mı? Belki değil. Ama bu bulanıklık, Stone’un oyunculuk gücüyle ilginç bir şekilde çalışıyor. Bazen sanki Lanthimos, “ünlü arkadaşım”la bir zeka gösterisi yapıyormuş gibi hissettirse de.
Yine de Bugonia’da garip bir hüzün var — özellikle de en karanlık anlarında.
Ve ironik biçimde bizi bu karanlığın içinden geçiren, Stone’un buz gibi karakteri.
Teddy hakkında ne kadar çok şey öğrendikçe, onun çılgınlığı QAnon tiplerini (ya da “kendi araştırmasını yapan” Facebook akrabalarını) hatırlatsa da bir parça empati duymaya başlıyoruz.
Michelle daha çıkarcı görünüyor, ama seyirci olarak kendimizi onun gözlerinden bakarken buluyoruz.
Bu da Stone’un yıldız gücü olmasa o kadar kolay olmazdı.
Bugonia, onun kararlılığına duyduğumuz saygıyı artırırken, bir yandan da “Emma Stone’un dünyanın metaforik (ya da literal) olarak yandığı filmlerden biraz ara vermesi iyi olur mu acaba?” sorusunu akla getiriyor.
Ama belki de bu “haunted” hâli bırakmak o kadar kolay değildir — belki de bırakmamalıdır.
Bugonia, doğrudan pandemiden bahsetmiyor ama kesinlikle post-pandemik bir film: Dünya yaşanmaz hale gelirken hâlâ “seyirci” kalabilmenin ne anlama geldiğini sorguluyor.
Stone, eskiden “komşu kızı” rollerinde Hollywood’un duygusal inandırıcılığını temsil ederdi; belki bir gün o enerjinin daha olgun bir versiyonuna döner.
Ama şu anda yatıştırıcılığın zamanı değil.
Bugünün Emma Stone’u şunu çok iyi biliyor:
Bir film yıldızına yeterince uzun süre bakarsan, sonunda içindeki uzaylıyı görürsün.
BU İÇERİK İLK OLARAK GQ US WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.