Glen Powell, The Running Man.
Yaygın kanı şudur: Çoğu film yeniden yapımı berbattır ya da en azından tamamen gereksizdir. Genellikle yalnızca stüdyoların kasasını doldurmak için, klasiklere duyulan nostaljiyi sömürerek var olurlar. Bu yargının yaygın olmasının bir nedeni var, zira çoğu zaman doğru çıkmıştır. Özellikle sevilen korku filmlerinin Hollywood tarafından yapılan, “neden” diye sordurtan yeniden çevrimleri buna kanıttır. Mesela 2006 tarihli The Omen, 2007 tarihli Halloween veya 2015 tarihli Poltergeist. A Nightmare on Elm Street yeniden çevrimi en azından biraz yenilik denemişti. Yabancı dildeki bir hiti ya da Altın Çağ’dan kalma bir klasiği yeniden yapma çabaları da çoğu zaman aslına sadık kalması gereken işlere zarar vermiştir.
Ancak bazen, vizyona giren bir yeniden çevrim gerçekten de yeni bir şey yaptığı hissiyatını verir. Hatta orijinalinden daha iyi olduğu iddia edilebilir. Temel aldığı filmi anlamlı biçimde geliştirir. Hatta bazıları, seleflerinin açık ara daha iyi bir versiyonudur. Aşağıdaki ilk on listesini hazırlarken “yeniden çevrim” tanımı üzerinde fazla kafa yormadık. Edgar Wright’ın geçtiğimiz hafta sonu gösterime giren The Running Man uyarlaması gibi, aynı kaynak materyalin yeniden hayal edilmiş versiyonlarını da dahil ettik. Bu satırları okurken öfkeli bir e-posta yazmaya niyetlenmeden önce lütfen bunu bir düşünün.

Çocukluğundan beri Stephen King hayranı olan Shaun of the Dead yönetmeni Edgar Wright, 1987 yapımı Arnold Schwarzenegger’li, eğlenceli ama tam bir 80’ler B filmi olan versiyona kıyasla romana daha sadık bir The Running Man yapmak istedi. Wright’ın filminde Ben Richards rolünde Glen Powell yer alıyor. Hikaye, neredeyse tamamen bir televizyon ağının yönettiği, insanların ne gördüğünü dolayısıyla neye inandığını belirleyen distopik bir alternatif Amerika’da geçiyor. Hasta çocuğu için paraya ihtiyacı olan Richards, dünyanın en tehlikeli reality programı olan The Running Man’e katılmayı kabul ediyor. Ülke çapında, karikatürize suikastçılardan oluşan bir ekip tarafından avlandığı bir ölüm oyunu bu. Film, en iyi 80’ler aksiyon dalgasına göz kırpan patlayıcı bir macera. Wright, her şeyi kendi karakteristik enerjisi ve kinetik tarzıyla işliyor.

Şu doğru: Orijinal TV mini dizisinde Tim Curry’nin Pennywise performansını çok az kötü karakter geçebilir. Derry, Maine’deki çocukları avlayan kötü niyetli bir uzaylı yarı tanrıyı canlandırırken hem komik hem de ürkütücüydü. “Hiya, Georgie!” veya “Kiss me, fat boy!” gibi replikler ayda en az iki kez aklımıza gelir. Ama mini dizi olarak yapım oldukça sıradandı. Zayıf efektler, bazı oyuncuların pembe dizi seviyesindeki performansları ve gerçekten kötü diyaloglar büyük handikaptı. Öte yandan Andrés Muschietti’nin 2017’de çıkan yeniden çevrimi, en iyi King uyarlamaları arasında sayılır. Stranger Things tarzı nostalji ile dolu, korkutucu olduğu kadar sıcak bir büyüme hikayesi anlatır ve şiddet seviyesini olabilecek en üst noktaya çıkarır.

Belki sinema meraklıları dışındaki kitleler tarafından çok fark edilmedi, fakat Luca Guadagnino’nun Suspiria’sı, Dario Argento’nun 70’lerden gelen İtalyan giallo eserinin köklü bir yeniden çevrimidir ve tam bir Cadılar Bayramı seçkisidir. En unutulmaz anlarından bazıları: Dr. Strangelove’daki Peter Sellers gibi, Tilda Swinton üç farklı karakteri oynuyor; bunlardan biri tuhaf şekilde yaşlı, erkek, kel bir Alman psikanalist. Bir öğrencinin voodoo benzeri bir dans sırasında kemiklerinin kırılarak işkence gördüğü beden korkusu sahnesi ise tüyleri diken diken eder. Thom Yorke’un müzikleri ise uğursuz ve etkileyicidir. Özellikle Suspirium, Yorke’un karakteristik vokalleriyle gerçek anlamda ürperten bir parçadır.

Dönüp baktığımızda Dune, tam da Denis Villeneuve’ün uyarlaması için biçilmiş kaftandı. Kumla çevrili kozmik evreni, Sicario tadında bir Yıldız Savaşları gibidir. David Lynch’in 80’lerdeki versiyonu kötü değildir, fakat Villeneuve’ünki Frank Herbert’in dev romanındaki vizyonu gerçekten hayata geçirir. Devasa manzara çekimleri, geniş bir görkem ve ekrana getirilen dev solucanlar ile tam bir görsel şölen. Timothée Chalamet de Paul Atreides rolünde fazlasıyla etkileyici.

George A. Romero’nun kültleşmiş zombi filmine Zack Snyder’ın 2004’te getirdiği en belirgin yenilik şuydu: Bu zombiler koşuyordu. Hem de sadece koşmakla kalmıyor, dopingli atletler gibi son sürat ilerliyorlardı. Birkaç yıl önce çıkan 28 Days Later’dan etkilenmişti elbette. Bu durum filmi, Romero’nun 1978’deki ağır ama durmak bilmeyen korku yürüyüşüne kıyasla soluksuz ve dehşetli bir hale getiriyordu. Elbette orijinal film Amerikan tüketim kültürü üzerine çok daha güçlü bir metafora sahipti ve Ken Foree’nin sert SWAT görevlisi Peter Washington performansı korku sinemasının klasikleri arasındadır. Ancak saf korku etkisi açısından bakarsak, 2004 versiyonu ciddi şekilde öne çıkar.

Altın Çağ bilimkurgu B-filmlerinin çoğunun sorunu, 80’lere gelene kadar görsel efektlerin oldukça kötü olmasıydı. Buna rağmen 1953 yapımı The War of the Worlds, nükleer çağın felaket alegorisi olarak kendine özgü bir çekiciliğe sahipti. Uzay gemilerinin tellerle havada tutuluyor gibi görünmesi de bunun bir parçasıydı. Steven Spielberg’ün 2005 yapımı versiyonu ise H. G. Wells’in romanının kesin sinema uyarlaması olarak görülüyor ve hikayeyi 2000’ler New York’una taşıyor. Tom Cruise’un problemli bir baba olarak çocuklarını korumak için içgüdüleriyle hareket ettiği son derece etkili bir oyunculuk sunuyor. Geriye dönüp baktığımızda film, lazerle buharlaştırılan yüzlerce insanın bir anda toza dönüştüğü inanılmaz derece acımasız anlara sahip.

Tıpkı War of the Worlds’ün 2005 versiyonu gibi, Peter Jackson’ın King Kong uyarlaması da özellikle modern dijital efektlerden ve devasa bütçesinden faydalanıyor. Dev gorilin her bir tüyünü neredeyse tek tek görebiliyorsunuz. Film hem görsel açıdan hem hikaye açısından epik boyutta ve üç saati aşan süresiyle oldukça iddialı. Aynı zamanda bu canavar filminin içinde, şaşırtıcı derecede duygusal bir aşk hikayesi var. Naomi Watts’ın Ann Darrow rolündeki performansı kariyerinin en iyilerinden biri. Ondan sonra gelen hiçbir Kong filmi bu seviyeye yaklaşamadı. Ki zaten hiçbirinde 25 metrelik bir gorilin buz pateni yaptığı romantik bir sahne yok.

Sıkı sinemaseverlerin çoğu Hong Kong yapımı Infernal Affairs’i canhıraş savunacaktır. Fakat günün sonunda The Departed, Martin Scorsese’ye En İyi Film Oscar’ını kazandıran yapımdır. Finalde Boston siluetinin fonunda yürüyen bir farenin fazlasıyla kaba bir metafor olduğu kabul edilebilir, ama şu bir gerçektir: The Departed müthiş bir film. Jack Nicholson şeytani mafya lideri Frank Costello rolünde parlıyor. Leonardo DiCaprio ve Matt Damon arasındaki köstebek avı oyunu ise nefes kesici. Hem karanlık hem çok komik hem de Scorsese’nin en üst düzey işlerinden biri.

A Star is Born hikayesi üzerine dört film çekildi. İlk versiyon 1937 yılında yapıldı. Dolayısıyla Hollywood’un en çok başvurduğu yeniden çevrim malzemelerinden biridir. Belki bir on yıl sonra insan yaratıcısını tahtından eden yapay zekâlı bir pop yıldızının yükselişini anlatan bir beşinci versiyon çıkar. Şimdilik genelde mesele şuna geliyor: Lady Gaga mı, Judy Garland mı. Yani Bradley Cooper’ın yönettiği sert ve duygusal 2018 yapımı ile George Cukor’un 1954 tarihli Technicolor klasiği arasında bir karşılaştırma. Arada çok büyük fark yok, ama ibre biraz Jackson Maine’den yana diyebiliriz. Filmin açılışında sahneye çıktığı anda Cooper’ın yönetimi elektrik yüklü bir enerji taşıyor. Lady Gaga ise Ally rolünde inanılmaz. Bağımlılık ve aile travmaları gibi yoğun temalarla beslenen karmaşık bir hikaye, filmi hem muhteşem hem yıkıcı hem de olağanüstü kılıyor.

Çok kişi bilmez ama Daniel Craig’li Casino Royale aslında bir tür yeniden çevrimdir. Sadece Bond’u 11 Eylül sonrası dönemin sert, gerçekçi aksiyon sineması anlayışıyla yeniden tanımladığı için değil. Ian Fleming’in romanının ilk uyarlaması, aslında resmi olmayan bir parodiydi. A Matter of Life and Death oyuncusu David Niven’ın, emeklilikten çağrılan bir Bond’u canlandırdığı bu versiyonda, karşısında kötü Rus güçleri SMERSH bulunur. Peter Sellers, Ursula Andress ve Woody Allen gibi isimlerin canlandırdığı bir dizi “sahte Bond” karakteri de filme eşlik ediyordu. Tam bir 60’lar eğlencesi ve hafif deli dolu bir yapımdı. Fakat Craig’in versiyonunun serinin en iyi Bond filmi olduğuna dair güçlü bir argüman mevcut.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.