Pluribus dizisi ne anlatıyor Pluribus’ta Rhea Seehorn.
Güncel

Pluribus, 2025’i Vasat Dizilerden Kurtarmaya Geliyor

Vince Gilligan’ın karanlık derecede komik yeni bilimkurgu dizisinde, aşırı neşeli bir dünyaya karşı tek başına savaşan bir insan var. Breaking Bad kadar dahiyane.

Aşağıdaki yazı, Apple TV+’daki Pluribus dizisine dair küçük çaplı spoilerlar içeriyor!

Kıyamet-sonrası kurguda — ister The Walking Dead gibi bir zombi dizisi olsun, ister Armageddon ya da The Day After Tomorrow gibi küresel felaketi konu alan bir film — en iyi kısım genellikle başlangıca yakın olan bölümüdür: dünyanın nasıl mahvolduğunu izlediğimiz anlar. Bazen bu yavaş gerçekleşir: Bir laboratuvardan virüs kaçar, insanlar yaşayan ölü yaratıklara dönüşür; haftalar boyunca yamyamca saldırılar ve tuhaf isyanlarla ilgili haber bültenleri gelir; sonra bir anda inleyen cesetler kapına dayanır, camlarını kırar ve çatı katına saklanıp hazır yemek stoklama zamanı gelmiştir. Öte yandan kıyamet, New York’u dakikalar içinde yok eden dev bir mega-tsunamiyle de gelebilir; ya da daha “Kodos’a oy verdim” diyecek vakit bulamadan Washington D.C.’yi buharlaştıran bir uzay gemisiyle.

Vince Gilligan’ın Breaking Bad’den sonraki muazzam yeni dizisi Pluribus’un — geçen hafta Apple TV+’ta yayına başlayan — ilk bölümü tüm bu kıyamet hazırlığını olağanüstü bir şekilde yapıyor. Ama sonra bir anda, göz açıp kapayıncaya kadar dünya bitiyor. Bu kıyamet senaryosu, bilim insanlarının ışık yılları uzaktaki bir dünyadan Dünya’ya gönderildiğini tespit ettikleri tuhaf bir RNA dizisiyle başlıyor. Bu dizinin bir uzaylı virüsünün planı olduğu anlaşılıyor ve virüs çok geçmeden kontrol altından çıkıp tüm dünyaya yayılıyor. İnsanlığın tamamını sakin, çalışkan, tek bir yedi milyar kişilik zihinsel arı kovanı gibi hareket eden varlıklara dönüştürüyor. Bireysellik kelimenin tam anlamıyla bir gecede siliniyor.

“The Joining”e maruz kalanlar — dünya üzerinde geriye kalan yalnızca 13 insan hariç herkes — ki bunların arasında kahramanımız, insanlardan nefret eden YA yazarı Carol Sturka (Better Call Saul’dan Rhea Seehorn) da var; görünen o ki bu tuhaf yeni gerçeklikle başa çıkmakta zorlanan tek kişi o — kendilerinden yalnızca “biz” diye söz ediyor, birbirlerinin duygularını hissediyor ve düşüncelerini gerçek zamanlı olarak paylaşıyorlar. (Sürü psikolojisi dediğin tam olarak bu.) İşin garibi, hepsi inanılmaz derecede, sarsılmaz bir şekilde mutlu. Carol dışında herkes için karamsarlık artık yok. Dünyanın üzerine çöken bu huzur öylesine büyük ki, en azından bir karakterin tartışmaya açtığı gibi, bunun bir kıyamet değil — tam tersine — bir kurtuluş olduğunu bile söyleyebilirsiniz.

Gördüğümüz üzere, insanlığın bu yeni, aşırı bağlantılı evrimi tamamen barışçıl; başka bir canlıya zarar verebilecekleri gerekçesiyle ağaçtan bir elma koparmayı bile reddediyorlar (evet, bitkiler de dahil). Savaş sona ermiş durumda. Nükleer silahlar asla ateşlenmeyecek. İnsanın kan dökme arzusu — güç ve toprak hırsı; tüm ırkları ve alt kültürleri boyunduruk altına alma ve korkutma isteğimiz — artık geçmişte kalmış. Ama aynı şekilde, görünen o ki müzik, sinema, edebiyat ve özgün bir düşünce gerektirecek her tür sanat da yok olmuş durumda. (Burada yaratıcı özgünlüğe yönelik AI kaynaklı tehdit üzerine bolca alt metin var; daha geniş anlamda ise sosyal medya çağındaki toplu düşünce atmosferinde izlenmesi son derece zamanına uygun bir dizi.) Bu oldukça rahatsız edici bir değiş tokuş ve dünyanın kimseye danışılmadan topluca enfekte edilmiş olması durumu daha da kolay kabul edilebilir kılmıyor.

Ve bu bizi tekrar Carol’a getiriyor; o, “Diğerlerine” karşı ayrıca bir öfke taşıyor çünkü uzun süreli partneri Helen (Miriam Shor), Joining’in gerçekleştiği gece öldürülmüştü. İnsanlığın bu barışçıl ele geçirilmesini kabullenmeye isteksiz olan Carol, virüsün etkilerini tersine çevirmenin bir yolunu bularak dünyayı kurtarmayı kendine görev ediniyor. (Paraguaylı bir münzevi olan Manousos (Carlos Manuel Vesga) dışında — ki o da Diğerlerine karşı benzer şüpheler taşıyor ve sezonun büyük bölümünde yalnızca kısa ara sahnelerde görülüyor — Carol’un virüse bağışık insan yoldaşları, dünyanın pandemi sonrası hâlinde devam etmesinden yana.)

Tek bir insanın üstlenmesi için akıl almaz bir görev, ama tüm insan ırkının bu “barış hastalığı” tarafından köleleştirilmesinin bir avantajı var: Carol’a yardım etmek artık onların biyolojik zorunluluğu hâline geldiğinden, onu dünyanın bir ucundan diğerine uçurmaktan buzdolabını doldurmaya kadar her konuda destek oluyorlar — üstelik Carol’ın nihai amacının bir tedavi bulmak olduğunu bilmelerine rağmen. Dizinin zengin, alaycı mizahı da tam burada yatıyor: Diğerleri durmaksızın nazik, ama Carol’ın böyle bir tarafı yok. Seehorn, her an kontrolünü kaybetmeye hazır görünen Carol rolünde muazzam; Carol, teslim olmayı reddeden, umutsuzluk ve bezginlikten oluşan bir kokteyl gibi — üzerine de inatçılık serpiştirilmiş. Tanrı bilir, eğer pes ederse insan ırkı için oyun biter. Ya da… gerçekten biter mi?

Geçen hafta sonu dizinin dokuz bölümünden yedisini tek oturuşta izledim. Bir diziyi en son ne zaman böyle oburca tükettiğimi hatırlamıyorum; sürekli merak uyandırıyor, her bölüm başlı başına beş yıldızlık gibi hissettiriyor ve şimdi Aralık’a kadar nasıl sonlandığını göremeyecek olmak beni sinirlendiriyor. (Evet, bunu okuyan herkes gibi. Zavallı ben.) Carol dünyayı kurtaracak mı henüz bilmiyoruz ama vasat bir ekran yılı geçiren 2025 için Pluribus, televizyonu kurtarmış olabilir.

Pluribus’u, Apple TV+’ta izleyebilirsiniz. Yeni bölümler her Cuma yayımlanıyor.

BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.

 

İZLE
GQ HYPE - Furkan Andıç
İLGİLİ İÇERİKLER
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası