Beyzbol filmleri konusunda genel bir fikir birliği varken, en iyi Amerikan futbolu filmleri için böyle bir uzlaşma yok. Bu, Amerikan futbolunu konu alan ve spor filmi klasikleri arasında kabul edilen yapımlar olmadığı anlamına gelmiyor. Nitekim Amerikan futbolu, uzun süredir beyzbolun yerini alarak ABD’nin en popüler sporu haline geldi. Ancak yine de, bu türde Field of Dreams, A League of Their Own veya Bull Durham gibi herkesin hemfikir olduğu, zamansız bir başyapıt bulmak zor. (Yoksa Kevin Costner nereye giderse, sinema da onu mu takip ediyor?) Bu durum, seçilecek iyi Amerikan futbolu filmleri olmadığı anlamına gelmiyor. Özellikle de 90’ların spor filmi furyasının dışına ya da profesyonel liglerin ötesine bakmaya istekliyseniz. Üniversite futbolunu konu alan filmler, 1930’larda büyük bir tür haline gelmişti; hatta her yıl düzenlenen Army/Navy maçına odaklanan birden fazla yapım bulunuyor. Ancak, en iyi Amerikan futbolu filmleri her zaman en büyük maçlara, en çok kazanan takımlara ya da en iyi oyunculara odaklanmak zorunda değil. İşte, sinema tarihine yayılan 11 güçlü seçim ve 1 yedek (ilk Süper Bowl’dan tam kırk yıl öncesine kadar uzanan bir geçmişi kapsayan yapımlarla).
Harold Lloyd’un bu sessiz dönem üniversite futbolu komedisi, o kadar etkili oldu ki, Lloyd’un mirasını yönetenler, listedeki bir başka filmi bu yapımdan esinlenmekle suçlayarak dava açtı. Elbette, film baştan sona futbol sahneleriyle dolu değil. 32 yaşındaki Lloyd (ki filmde bundan daha genç görünmüyor), üniversite hayatına tutkuyla bağlı, ancak sosyal açıdan dışlanmış bir genci canlandırıyor. Kampüse adım attığında, popüler olmak için futbol takımına girmeye çalışıyor ancak su taşıyıcı olarak takımda kendine yer bulabiliyor. (Bu noktada, günümüz versiyonunun hangi film olduğunu tahmin edebildiniz mi?) Filmin finaline gelindiğinde ise futbol sahasında geçen sahneler, slapstick türünde komedinin adeta bir ustalık gösterisine dönüşüyor (hem komik hem de heyecan verici). Daha önceki sahnelerde futbol antrenmanları genellikle komik anlarla dolu olsa da Lloyd’un, büyük maçlarda parlamayı hayal eden ancak en ufak bir atletik yeteneği olmayan herkes için oldukça sempatik ve ilgi çekici bir karakter olduğu kesin.
1930’ların üniversite futbolunu konu alan sayısız komedisi (ve dramaları, hatta komedi-dramaları) arasında, Hold That Co-Ed tek bir filmde birçok farklı komik fikri bir araya getirmesiyle dikkat çekiyor. Öyle ki, başka filmlerin tüm hikayesini oluşturabilecek konuları tek bir 80 dakikalık yapımda harmanlıyor. Örneğin, sahte öğrenci olarak takıma katılan güreşçiler, erkek futbol takımına beklenmedik bir şekilde dahil edilen bir kadın oyuncu ya da beceriksiz ve fon yetersizliği çeken bir takımın başına geçen eski bir futbolcu… Bunların hepsi farklı filmlerde işlenebilirdi. Ancak burada, bunların tamamı bir araya getirilmiş. John Barrymore, ABD Senatosu’na girmeyi hedefleyen bir vali rolünde karşımıza çıkıyor. Valinin, eyalet üniversitesine yüklü miktarda yatırım yapmasıyla birlikte seçim kampanyasını büyük maça bağlı hale geliyor. Ancak filmin asıl başrolleri, takımın antrenörü Rusty (George Murphy) ve valinin sekreteri Marjorie (Marjorie Weaver). Oyuncuların performansı ne kadar öne çıksa da filmin asıl cazibesi, sessiz film dönemini andıran maç sahnesi. Özellikle kadın oyuncu Joan Davis’in canlandırdığı kicker karakterinin, fırtınaya karşı mücadele ettiği sahne unutulmaz. Günümüz spor komedilerinin çoğu, Hold That Co-Ed kadar dinamik ve mesafeli bir mizaha sahip değil.
Elbette, her erken dönem Amerikan futbolu filmi komedi değildi. Knute Rockne, All American tam anlamıyla Amerikan mitolojisinin bir parçası gibi hissettiren bir yapım. Notre Dame Üniversitesi’nin efsanevi antrenörü Knute Rockne’i (Pat O’Brien) adeta Amerikan rüyasının vücut bulmuş hali olarak sunuyor. Film, oldukça dramatik ve yer yer fazlasıyla duygusal olsa da Notre Dame’ı konu alan Rudy ile benzer bir ruh taşıyor. Ancak Knute Rockne, hızı ve doğrudanlığı sayesinde bir adım öne çıkıyor. Rudy’de Charles S. Dutton’ın “Beş fittin biraz üzerinde, 45 kiloluksun” gibi unutulmaz motivasyon konuşmaları olabilir ama Knute Rockne’nin “Gipper için bir kez kazanalım” repliği de defalarca parodisi yapılmış efsanevi bir sahne olarak hafızalara kazınmış durumda. Filmin bir diğer avantajı ise, doğrudan bir oyuncunun kahramanlık hikayesine odaklanmak yerine, bir koçun başarıları üzerinden ilerlemesi. Yani ne fiziksel gücüyle öne çıkan bir sporcunun hikâyesi anlatılıyor ne de Rudy’de olduğu gibi takıntılı bir şekilde takımda yer edinmeye çalışan bir karakterin öyküsü sunuluyor. Bunun yerine, gerçek anlamda bir liderin, yani Rockne’nin etkileyici yolculuğu ekrana taşınıyor.
Dallas Cowboys’un eski oyuncularından Peter Gent’in romanından uyarlanan North Dallas Forty, görünürde bir komedi filmi olup, Nick Nolte’nin Gent’in yerine geçen karakteri Phil Elliott’ı canlandırdığı bir yapımdır. Elliott, sürekli artan sakatlıkları, alaycı tavrı ve dudaklarından hiç eksik olmayan sigarasıyla yaşlanan bir futbolcudur. Ancak film, kahkahalar attıran bir komediden çok, NFL’in geçmiş yıllarına ait büyüleyici bir zaman kapsülü niteliğinde. Yolsuzluk, sinizm ve genel olumsuzluk havası günümüz kadar kurumsallaşmış bir şekilde sunulmasa da, oyuncuların hayatlarını altüst etmeye yetecek kadar etkili bir biçimde resmediliyor. Filmin ilerleyen bölümlerinde Elliott, takım birlikteliğine dair bir çağrıyı reddederken takım elbiseli yöneticileri işaret ederek şu sözleri sarf ediyor: “Onlar takım, biz ise ekipmanız!” Yirmi yıl sonra bu listedeki bir başka film, oyuncuların ağrı kesicilere bağımlılığı, açgözlü takım sahipleri ve her ne pahasına olursa olsun başarı baskısı gibi benzer konulara daha geniş bir perspektiften bakacaktır. Ancak North Dallas Forty, özellikle Nolte’nin kariyerinin erken dönemindeki yıldız performansı ve Charles Durning ile Dabney Coleman gibi güçlü karakter oyuncularının katkılarıyla, daha samimi ve gerçekçi bir havası olan, ter kokusunu hissettiren bir film olmayı başarmış. (Gerçekten, bir spor salonunda bu kadar çok bira ve sigara gördüğünüz başka bir film yoktur.)
Eğer Varsity Blues’un neden bu listede olmadığı konusunda herhangi bir soru işareti varsa (ve aslında olmamalı), bunun nedeni büyük ölçüde aynı filmin genç Tom Cruise’lu versiyonu olması. Cruise, batmakta olan çelik fabrikalarıyla ünlü bir Pittsburgh kasabasında yaşayan ve kasabadan kurtulmak için can atan bir lise defans oyuncusunu canlandırıyor. Ancak futbolun, ortalama bir not ortalamasından çok daha fazlasını sağlayabileceğinin de farkında. Antrenörü (Craig T. Nelson) de benzer bir kaçış planına sahiptir ve bu durum, ikisini bir çatışma rotasına sürüklüyor. Taxi Driver, Raging Bull, The Last Detail ve The Lost Boysgibi filmlerin görüntü yönetmenliğini yapan Michael Chapman’ın yönettiği All the Right Moves, futbol sahasında ve dışında harika görünen bir yapım. Ayrıca Chapman’ın görüntü yönetmeni olan Jan De Bont daha sonra Speed’in yönetmeni oldu. Günümüz filmlerinin çoğu, dijital olarak soluklaştırılarak sürekli kapalı hava altında çekilmiş gibi görünürken, Chapman ve De Bont, Pennsylvania’nın kasvetini daha yaşanmış ve melankolik bir güzellikle yansıtıyor. Filmde ayrıntılı olarak işlenen tek bir önemli maç sahnesi bile gerilim dolu ve dokunsal bir his uyandırıyor. Film, küçük bir kasabada lise futbolunun hüzünlü ve tamamen çıkar ilişkilerine dayalı doğasını da açıkça gözler önüne seriyor (ve bu sporcuların hem insan hem de serseri ergenler olduğu memnuniyetle kabul ediliyor). Ancak film, finalinde tamamen mutsuz bir son sunmadan tatmin edici bir şekilde noktalanmanın yolunu bulmakta zorlanıyor. Son olarak ulaştığı nokta biraz fazla kolaycı bir çözüm gibi hissettirse de, o ana kadar film adının hakkını fazlasıyla veriyor.
On üç yıl ileri saralım: İşte Cruise yeniden karşımızda, bu kez vicdan muhasebesi yaşayan ve tüm zamanını, emeğini geriye kalan tek müşterisine -değer görmediğini düşünen yetenekli bir geniş alıcıya (Cuba Gooding Jr.)- adayan bir süperstar spor menajeri rolünde belki de daha ikna edici bir şekilde yer alıyor. Kabul edelim, bu sahada geçen oyunlarla dolu bir Amerikan futbolu filmi değil, ama Cameron Crowe’dan böyle bir şey bekler miydiniz ki? Ton açısından Jerry Maguire, atletik yeteneğin nasıl birer ticari anlaşmaya dönüştüğünü irdeleyen bir yapıya sahip olduğundan, bir futbol filmindense bir basketbol filmi gibi hissettiriyor. Yine de, bu sürecin tamamen çıkar ilişkisine dayalı olmadığını gösteriyor ve Cruise’un canlandırdığı Jerry ile Gooding’in hayat verdiği Rod Tidwell’i, gerçekten birbirini önemseyen bir menajer ve sporcu olarak konumlandırıyor. Sonunda, büyük bir maçın zaferle bitmesine odaklanan klasik senaryolar yerine, karakterlerin kişisel ve mesleki mutluluğunu merkeze alan bir mutlu son görmek tatmin edici bir his yaratıyor.
Bu, Adam Sandler’ın en iyi komedisi değil. Hatta 1998’deki en iyi Adam Sandler komedisi de değil, hatta içine kapanık bir su taşıyıcısının beklenmedik şekilde futbol kahramanına dönüştüğü en iyi komedi bile olmayabilir. Ancak Sandler, Saturday Night Live’daki Canteen Boy ve Cajun Man karakterlerini efsanevi Bobby Boucher’a dönüştürerek, futbol komedisini ‘90’ların sonuna taşırken işin içine kalıcı hale gelecek bir duygusallık da ekliyor. The Waterboy temelde, ezik ve itilip kakılan Sandler’ın içindeki öfkeyi hayvani bir çığlıkla serbest bıraktığı ve oyun kurucuları yere serdiği anlardan oluşuyor. Bu sahneler komik olmanın ötesinde, sporun (ister oyuncular ister taraftarlar için olsun) sunduğu katarsis duygusunun neredeyse şiirsel bir yansıması.
NFL, hak ettiği gösterişli çılgınlığı Oliver Stone’un yönetmenliğinde buluyor. Usta yönetmen, etkileyici 90’lar serisini bu yıldızlarla dolu Amerikan futbolu incelemesiyle taçlandırıyor. Film, dramatik sahneleri hemen en baştan sahaya sürüyor: Vince Lombardi’nin savaş meydanıyla ilgili bir alıntısı, fonda yükselen neredeyse kabile müziğini andıran sesler (Ah, Oliver!), bir şimşek çakması ve bir dizi aksiyon sahnesi... Stone’un bizzat bir spor yorumcusu olarak kamera karşısına geçtiği filmde Fatboy Slim ve Moby gibi isimler de soundtrack’e ekleniyor (eğer filmin gerçekten 1999’da geçtiğini merak eden olursa diye). Peki ama bu tür şeyleri sevmiyor muyuz? Bu listedeki filmler arasında modern profesyonel sporun hakkını gerçekten veren tek yapım olmasının yanı sıra, hala yeterince samimi bir anlatıya sahip. Al Pacino, belki de bir Amerikan futbolu koçunu canlandırmaya en uygun oyuncu olarak, ikonik soyunma odası konuşmalarından birine imza atıyor. O ünlü “Inches” konuşması bile filmi listeye almaya yeterdi; ancak buna bir de Cameron Diaz’ın göz ardı edilen performansı (hırslı bir takım sahibi rolünde), genç Jamie Foxx ve gerçek spor figürleriyle harmanlanmış etkileyici bir yardımcı oyuncu kadrosu eklenince, izlenmesi gereken bir yapım ortaya çıkıyor. Kurgusal bir NFL öyküsü olarak, hem şirketleşmiş kitle iletişim çılgınlığını (Stone’un sık işlediği bir konu) yansıtıyor hem de futbol filmlerinin neden genellikle kolej veya lise takımlarına odaklandığını gösteriyor.
Disney için Jerry Bruckheimer’ın hazırladığı bu yapım, yapımcının müzik kliplerinden fırlamış aksiyon gerilimlerinden aile filmlerine geçiş yaptığı 2000’lerin ortasına dair belirgin bir işaret taşıyor. Filmin 1970’ler Amerikan Güneyi’ndeki ırkçılığı işleyişi oldukça duygusal. Maçların ne kadar çekişmeli geçtiğini dramatik müzikten, Titans’ın lehine dönmeye başladığını ise tanıdık bir klasik şarkının çalmaya başlamasından anlayabiliyoruz. Ancak 90’ların sonu ve 2000’lerin başına özgü, “Aren’t we glad that’s over?” (Bunu geride bırakmamıza sevinmiyor muyuz?) yaklaşımıyla ele alınmasına rağmen, Remember the Titans gerçekten başarılı. Bunun en büyük sebebi, Denzel Washington’ın muhtemelen bir Amerikan futbolu koçunu canlandırmaya en uygun ikinci oyuncu olması. Washington’ın karakteri, farklılıkları birleştiren bir lisede, yerel halkın tepkisini çeken bir siyahi antrenör olarak karşımıza çıkıyor. Will Patton ise bu yeni düzende savunma koçu olarak kalmaya karar veren eski sevilen teknik adam rolünde, alışılmışın dışında ancak etkileyici bir performans sergiliyor. Film, beklenen şekilde ilerlese de, bir takımın gerçekten neyle inşa edildiğini sorgulayan yönleriyle etkileyici olmayı başarıyor.
2004’te sinemalarda büyük ilgi görmesine rağmen, Friday Night Lights sonrasında kitaba ve ardından gelen sevilen TV dizisine göre gölgede kalmış bir film. Ancak Peter Berg’in yönetmen koltuğundaki en iyi filmi. Hatta Michael Bay’in filmlerinin çoğundan bile daha iyi bir yapım. Billy Bob Thornton’ın, lise futbolunun taşıdığı yoğun anlamla baş etmeye çalışan bir koçu canlandırdığı performans oldukça başarılı. Aslına bakılırsa, lise sporunun geçiciliği bir filmle çok daha etkili anlatılabilir; zira uzun soluklu bir dizi, kaçınılmaz olarak olay örgüsünü sürdürmek için bazı çıkmazlara giriyor.
Kevin Costner’sız bir spor filmi listesi düşünülemez! Draft Day belki Costner’ın en iyi beyzbol filmleri ya da golf temalı yapımları kadar iddialı değil… ama For Love of the Game’den çok daha eğlenceli, bu da bir şey! NFL büyüyüp daha güçlü bir ticari yapıya dönüştükçe, büyük maçlar ve atletik başarılar üzerine kurulu klasik futbol hikâyeleri anlatmak giderek zorlaşıyor. Belki de bu, futbol filmlerinin ilk popülerleştiği dönemde olduğu gibi kolej futboluna odaklanan hikâyelere dönüşün habercisidir. NFL’in işleyişini keşfetmek, bir Ivan Reitman filmine başvurmak anlamına gelse bile buna değer. Aslında Reitman’ın son filmi, Cleveland Browns genel menajeri Sonny Weaver’ın (Costner) takımının bir numaralı draft seçimiyle ilgili kritik kararlar aldığı gerilim dolu bir günü konu alıyor. Profesyonel sporlara sert bir eleştiri getirmese de (Costner her zamanki gibi ince bir duygusallıkla rolüne hayat veriyor) 2010’ların en eğlenceli kurgusal futbol filmlerinden biri.
Ve işte bir bonus: Aslında bu, futbol ya da futbolcular hakkında olmayan, ancak Billy Lynn’in (Joe Alwyn) Irak Savaşı’nda kahraman ilan edilip 2004 Şükran Günü’ndeki bir NFL maçının devre arası gösterisinde sahneye çıkarıldığı bir hikaye. Flashback’ler sayesinde Billy’nin ev hayatına ve savaşın yarattığı travmalara derinlemesine bakıyoruz. Bir spor filminden çok bir savaş filmi olsa da, yönetmen Ang Lee savaşın kaosu ile genel anlamda jingoizm, özelde ise profesyonel spor etkinliklerinin gürültülü şovları arasında çarpıcı bağlantılar kuruyor. Yüksek kare hızında 3D tekniği, savaş sahnelerini ve sahne arkası görüntülerini hem olağanüstü canlı hem de rahatsız edici derecede tuhaf bir hale getirmiş, bu da filmin kötü şöhret kazanmasına neden olmuştu. Ancak, özellikle eskiye farklı bir açıdan bakmayı seven maceraperest izleyiciler için, internet üzerinden bile olsa keşfetmeye değer.
BU İÇERİK İLK OLARAK GQ US WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.