1990’lar şüphesiz, film izlemenin altın çağıydı. « Streaming » popüler kültürü ele geçirmeden önce, sinemaya gitmek Batı kültürünün vazgeçilmez deneyimlerindendi. Her yaz milyon dolarlık devler ringe girip yılın en büyük hiti olma iddiasında bulunurdu. Milenyumun sonundaki teknoloji paranoyasından ilham alan Fight Club ve The Matrix'ten, True Romance ve Reservoir Dogs gibi kanlı suç klasiklerine kadar, bu on yıl arka arkaya harika filmlerin çıktığı bir dönemdi.
90'lardaki klasik edebiyatı ergen filmlerine uyarlama modası geriye gerçek cevherler bıraktı. Bunların arasında Jane Austen'ın Emma'sından uyarlanan Clueless ve Romeo & Juliet'ten uyarlanan Romeo + Juliet vardı. Ancak hiçbir film, Shakespeare'in The Taming of the Shrew adlı eserinin bir uyarlaması olan 10 Things I Hate About You kadar ölümsüz olup 2020'lere kadar dayanmayı başaramadı. 90'ların “grunge” Seattle’ından manzaralar sunan bu film, havalı çocuklar, inekler ve dışlanmışlarla dolu bir özel liseye kusursuz bir şekilde uyarlanmasının ötesinde, zamanın en popüler oyuncularından oluşan müthiş bir kadroya sahip. Ayrıca bu oyuncular arasında, izledikçe (ve tekrar tekrar izledikçe) ömrünüz boyunca karşınıza sadece bir kez çıkabilecek karizmatiklikte bir aşk tanrısı olduğunu fark edeceğiniz Heath Ledger da var. Geriye sadece arkanıza yaslanıp Letters to Cleo, Garbage ve The Cardigans'ın tatlı müzik tınılarının keyfini çıkarmak kalıyor. 10 Things I Hate About You'yu Disney+'ta izleyebilirsiniz.
Quentin Tarantino'dan önce David Lynch vardı ve Eraserhead ve Blue Velvet gibi filmlerle zaten büyük bir kariyere sahip olan Lynch, 1990'ların başında tek kelimeyle benzersiz ve belirgin bir film olan Wild At Heart ile sahneye çıktı. Bu, herhangi bir sinemaseverin daha önce gördüğü hiçbir yolculuğa benzemeyen, çizgi filmvari bir yolculuktu. Film şok edici, şok edici derecede seksi ve oldukça saçmaydı. Nicolas Cage'in en komik, Laura Dern'ün ise en libidolu haliydi. Neye mi benziyordu? Bonnie ve Clyde'ın steroid almış hali gibiydi. Ve hem hayranlığı hem de nefreti eşit derecede uyandırdı.
Truman Show’u ilk çıktığında izleyenlerdenseniz, dünyanın en ilginç insanısınız. Bu film, arkadaşlarınıza, izledikten sonra hayata bakış açınızın değiştiğini anlatacağınız türdendi. Hayatımızdaki her bir veri parçası her gün küçük bilgisayarlarımızda toplanmadan önce, The Truman Show bize hayatlarımızdaki her şeyin sahte, mühendislik ürünü ve tüketime hazır olduğu alternatif bir gerçeklik hayal ettirdi. Jim Carrey, hiçbir şeyin gerçek olmadığı bir dünyada anlam arayan bir adamın bu pop-art portresinde, empatik ve dramatik bir etkiye sahip olduğu kadar komik bir zarafetle de oyunculuğunu sağlamlaştırdı. O zamanlar bir uyarı hikayesi niteliğinde olan bu film, şimdi modern teknolojik dünyanın bir “pastişi” gibi hissettiriyor. The Truman Show'u Apple TV’de izleyebilirsiniz.
Günümüzde, Pulp Fiction'ın abartıldığını düşünmeniz bekleniyor. Bunun, aptal bir insanın yarattığı akıllı bir film olduğu söyleniyor. Ancak bir şey bu kadar çok beğeni aldığında ve bu kadar etkili olduğunda, belli bir miktar eleştiri kaçınılmaz olur, hatta sağlıklıdır. Yine de bu film için bu eleştirilerin fena halde yanıldığı söylenebilir. Pulp Fiction, olağanüstü bir “coloratura” eseridir. Beceriksiz tetikçiler, mafya babaları, sönmüş boksörler, konsept lokantalar, deri fetişi, fast food, uyuşturucu satıcıları ve çok özel bir aile yadigarının hikayesi… Pulp Fiction, sınırları zorlayan ve ototelik bir film. Belki insanlık durumu, Amerika ya da pop kültür evreni hakkında büyük öğretici fikirleri yok ama bu, filmi daha da iyi yapıyor. Sinema, en sanatsal hikaye anlatma aracıdır ve bu film saf, sinematik bir zevk yolculuğu. Pulp Fiction'ı Netflix’de izleyebilirsiniz.
90’ların klasiklerini saymak kolaydır: Goodfellas, Pulp Fiction, Fight Club…bildiğiniz olağan şüphelilerden bazıları. Ah evet bir de The Usual Suspects! Ancak bunların hiçbiri, Point Break’in paraşütle atlamalı ve büyük dalga sörflü adrenalininin yanına yaklaşamaz. Kathryn Bigelow'un yönettiği film, Val Kilmer, Johnny Depp ve Charlie Sheen'in Utah rolüyle bağlantılı olduğu yıllardan beri geliştirme aşamasındaydı, ta ki Keanu Reeves rolü ele geçirip tamamen sahiplenene ve kelimenin tam anlamıyla bir kült klasiğe dönüşmesini sağlayana kadar. Tüm bunlar, Avengers filminde Tony Stark’ın Thor’a neden “Point Break” dediğini, neden kendi sahne şovuna ilham olduğunu (her akşam, rastgele bir oyuncu oynuyor), ve neden Hot Fuzz'da Nick Frost'un karakterinin havaya ateş edip "Argh!" diye bağırdığını açıklıyor.
Eğer bir korku filmi hem diğerlerinin parodisi gibi hem de kendi başına mükemmel bir korku filmiyse hangisidir? Tabii ki Scream. Wes Craven, korku filmlerinin tüm saçma klişelerini – katilden kaçarken yukarıya koşmak yerine aşağıya koşmak ya da ölümcül bir psikopatın karşısında dikilmek gibi – inceledi ve tam olarak bunları sundu. Scream'de en komik korku klişeleri yer alıyor. Ancak katilin kesinlikle tanıdığınız biri çıkmasıyla ve "final girl" kavramının en iyisiyle karşılaştığınız parıltılı bir arka planla, film tam anlamıyla bir ustalık eseri. Film, zaman zaman komik, merak uyandırıcı ve gerçekten korkutucu olabiliyor. Ve neredeyse her şeyin bariz ortaya çıktığını düşündüğünüzde korku tarihindeki en büyük şoklardan birini yaşatabiliyor. Marketlerde satılan basit bir Cadılar Bayramı maskesi artık korku filmi evreninin bir ikonu haline geldi ve mirası, günümüze kadar devam eden beş devam filmiyle sürüyor.
Neyse ki Todd Solondz Hapiness’ı, Twitter henüz var olmadan önce yaptı. Solonds hiçbir zaman tartışmalı konulardan kaçan biri olmadı. Ancak onun standartlarında bile, filmin sapkın bir tarafı olduğu, hatta bir pedofili komedisi olduğu bile söylenebilir. Yine de bu, filmi büyük bir basitliğe indirgemek olur. Gerçekten de Happinnes, psikoseksüel dürtülerin utancını ve insanların sapkınlıklarını gizlemek için ne kadar çaba harcayacağını konu alan karanlık bir eser. Ve bazı anlarda bu o kadar sinir bozucu oluyor ki, mümkün olan tek tepki bir çeşit dehşet dolu kahkaha atmak oluyor. Bu nedenle, Sundance gösterime sokmayı reddetse bile Solondz'a alternatif film yapımcılığı gücünü veren şey bu filmdi. Oyuncu kadrosu ise 1990'ların sonlarındaki bağımsız yıldızlardan oluşuyordu: Philip Seymour Hoffman (son yarım yüzyılın tartışmasız en iyi erkek oyuncusu) en acınası haliyle, Lara Flynn Boyle, Jane Adams, Dylan Baker. Sonuç olarak, Happiness insan utancına ustaca ve rahatsız edici bir bakış açısı sunuyor.
Bazı filmler vardır ki, hiç sıkılmadan, ya da ekranda gördüklerinize şaşırmadığınız noktaya gelseniz bile tekrar tekrar izlenebilir. Bu güce sahip olan yalnızca bir avuç film var ve bunlardan biri de The Silence of the Lambs. 1991'de gösterime giren film, Jodie Foster'ın canlandırdığı acemi federal ajanı Clarice Starling'in, kötü şöhretli yamyam Hannibal Lecter'in (Anthony Hopkins'in müthiş dehasıyla canlandırdığı) yardımıyla psikopat bir katilin peşinde olmasını konu alıyor. Yalnızca Foster’ın kırılgan hırsı ve Hopkins’in soğukkanlı psikopatlığı arasında oluşan kimyanın yarattığı elektrik değil, olay örgüsünün akıcılığı, hikayenin sürükleyiciliği, kamerayla yapılan alışılmışın dışındaki teknikler (sürekli olarak yüze yakın çekim yapılıyor) ve performanslar da filme dünya çapında bir ün ve mükemmellik kazandırıyor.
Sizi neredeyse fiziksel olarak hasta edecek kadar sıcak bir nostaljiklik hissettiren bir filmi nasıl tanımlarsınız? Nora Ephron, Meg Ryan ve Tom Hanks, kalın örgü kazaklarla ve kolları kitap dolu olarak 90'ların rahat atmosferini yaratarak New York'u oyun alanları haline getirmişlerdi. You've Got Mail, teknolojinin her şeyi değiştirmeye başladığı, o zamanlar heyecan verici ama şimdi yeniden izleyince neredeyse trajik hissettiren bir dönemin ilginç bir eşiğinde yer alıyor. Amazon çağında, büyük kurumsal kitapçılar için nostalji hissetmek komik, çünkü geçmişte onların savaştığı kişiler bağımsız kitapçılardı. Ah, ne kadar da az şey biliyormuşuz! Bu iki mükemmel oyuncunun yer aldığı muazzam romantik komedi.
Paul Thomas Anderson'ın 1980'lerin başlarındaki porno endüstrisi hakkında çektiği film, çeşitli eğlenceli konulara değiniyor, ancak her şeyden çok zamanın akıp gitmesinin yarattığı melankoliyi anlatıyor. 1979 Yılbaşı gecesini kutlamak için düzenlenen parti sahneleri çok hüzünlü olsa da kaybolmuş anlar ve kaçınılmaz değişim hissi, anlatıyı bir arada tutmaya yarayan unsurları oluşturuyor. Bu kapsamlı temanın mükemmel tamamlayıcısı, Mark Wahlberg, Julianne Moore, Heather Graham ve özellikle Don Cheadle'ın sergilediği performanslar ve hepsi ortak bir kırılganlığı ve aynı derecede ortak bir aptallığı yansıtıyor. Kişisel travmalarının arkasında, porno endüstrisinin filmden ev videosuna geçişiyle eski kurallarının çöküşü yatıyor, bu da herkesin hayatını değiştiriyor ve ardında birçok kurban bırakıyor. Sonunda, karakterlerin tutunacağı tek şey birbirleri oluyor ve daha bilge olmasalar da daha yaşlı olarak, asla sahip olmadıkları bir ailenin üyeleri olarak hayata karşı direniyorlar.
Eyes Wide Shut'ın film kapağı (evet, burada 90'lardan bahsediyoruz), kesinlikle yıldızlarla dolu bir softcore porno havası veriyor. Sonuç olarak buna tam olarak porno denemese de porno olmadığını da söyleyemeyiz. Aynı zamanda ekrana yansıtılmış en tuhaf, en heyecan verici ve en kafa karıştırıcı filmlerden biri. Eğer şimdiye kadar kaçırdıysanız, işte hızlı bir özeti: Tom Cruise, New York City'de karısını (Nicole Kidman) aldatma niyetiyle bir yolculuğa çıkan, zengin bir cerrahı canlandırıyor. Her harika film gibi, bunun da perde arkasında kendi efsaneleri var. Takıntılığıyla ünlü bir mükemmeliyetçi olan Stanley Kubrick, muhtemelen o dönemin en büyük iki film yıldızı olan Cruise ve Kidman'ı, 15 ay boyunca sürekli çekim yaparak tarihin en uzun süreli çekimini gerçekleştirdi. Tüm bu süreç bir kâbus gibi görünse de bu emek ekrana da yansıyor. Eyes Wide Shut'ı BluTv’de izleyebilirsiniz.
The Lion King, tüm zamanların en yüksek hasılat yapan animasyon filmi olabilir, ancak popülerlik her zaman kalite anlamına gelmez. Şarkılardan esprilere kadar Hercules her konuda gücünü göstermeyi başarıyor. Filmin dehası kendini, size hikayeyi şarkılarla anlatan beş Yunanlı müjde tanrıçası Muses ile gösteriyor. Ancak müzikal anlamda ilgi odağı olmayı başaran tek karakter onlar değil: Hercules'ün aşkı Meg, "I Won’t Say (I’m In Love)" adlı, 1960’lar tarzı bir baladla sahne alıyor ve bu şarkının saf mükemmel pop müziği olduğu söylenebilir. Danny DeVito'nun seslendirdiği Phil karakteri ise, "One Last Hope" şarkısı ile komedi numarasını ustaca sergiliyor. Ve Hercules, "Go The Distance" ile filmin en iyi şarkısını seslendiriyor. Tüm bunlar göz önüne alındığında, biri lütfen Disney'den ne zaman bir canlı aksiyon uyarlaması bekleyebileceğimizi bize söyleyebilir mi? Çünkü buna ihtiyacımız var. Evet, bu konuda sonuna kadar ısrarcı olacağız. Hercules filmini Apple TV'de izleyebilirsiniz.
Tony Blair. Liam Gallagher. Quentin Tarantino. Gerçekten de 1990'lar, kötü saç kesimli ve kendini yüceltmeye karşı bastırılamaz bir açlık duyan beyaz adamlar için parlak bir çağdı. Belli belirsiz ayak fetişi sunumları ve Death Proof bir yana, Tarantino'nun o dönemden kalan mirası henüz lekelenmedi. Dünya üzerinde sadece tek bir Quentin Tarantino olduğunu kanıtlayan bir film varsa o da True Romance'tir. Top Gun’ın yönetmeni Tony Scott tarafından 1993'te hayata geçirilen bir Tarantino senaryosu olan film, yazarının kendi eserlerindeki gücünü ve keskin diyaloglarını, üzerine Hollywood cilası da eklenerek yansıtıyor. Kısacası, The Masterplan albümü Oasis için ne anlama geliyorsa, bu film de Tarantino için öyle.
Bazı harika filmlerin keyfini yalnızca bir kez çıkarabilirsiniz. Ancak bu yeniden izleyemeyeceğiniz anlamına gelmiyor. Sadece ilk izlediğinizde yavaş yavaş yükselen olay örgüsü ilk izlemedeki gibi olamıyor. Alien (1979) muhtemelen bu tür filmlerin içinde en ünlü olanı. Bununla birlikte, 1990'lar bu tür filmlerle doluydu ve en büyük başarıyı, Clint Eastwood’un kariyerinin son dönemine giriş yaptığı ve anti-kahramanlı Western filmlerinin en iyisi olan Unforgiven yakalamıştı. Ve bunu şok edici derecede başarılı bir şekilde gerçekleştirmişti. Kararlı bir intikam hikayesi hiç bu kadar soğukkanlılıkla sunulmamıştı. Eğer hala izlemediyseniz, üzgünüz ve eğer izlediyseniz, o zaman tam olarak neden bahsettiğimizi biliyorsunuz. Unforgiven'ı Apple TV'de izleyebilirsiniz.
90'larda ve 2000'lerde bir dönem İngiltere'deki her öğrenci evinde Trainspotting posteri vardı (hani şu üzerinde "Choose Life. Choose Job… yazan). Ancak insanların bu filme her zaman bu kadar takıntılı olmalarının önemli bir nedeni var. Trainspotting, “eroin hakkında komik bir film” olmanın ötesinde, ne için büyüdüğünüzden tam olarak emin olmadığınız Britanya'da büyümenin karanlık, cesur, adrenalin (ve uyuşturucu) yüklü bir portresidir. Ayrıca, Underworld ve Leftfield'dan kulüp klasikleri ile Iggy Pop ve David Bowie'den 1970'lerin slacker hitlerinin bir karışımı olan film müziği kesinlikle on yılın en iyisi.
Sofia Coppola'nın (Lost in Translation, Marie Antoinette, Priscilla’da oynayan) sektöre yerleşmesini sağlayan film olan The Virgin Suicides, karanlık ve tedirgin edici konusuna rağmen baştan sona görkemli bir rüya gibi. Bu sadece üst düzey bir film değil, aynı zamanda inanılmaz derecede etkileyici bir film. Etrafınıza baktığınızda her yerde The Virgin Suicides'ın “pembe tonlu” yankılarını görebilirsiniz. Ayrıca HEAVEN by Marc Jacobs tüm koleksiyonunu bu filme adamıştı. Günümüzdeki, bağımsız “coming-of-age” filmleri hala bu kız çocuğu karanlığı hikayesini kopyalıyor. TikTok'un 'coquette' trendi ise - esasen Lizbonlu kız kardeşlerin 2020'lerdeki kıyafetleri - Coppola'ya teşekkür etmeli.
Y kuşağındansanız, Oyuncak Hikayesi'nin açılışında gösterilen, zıplayan Pixar lambası, duvardaki boyalı bulutlar ve Randy Newman'ın “You've Got a Friend in Me” şarkısının coşkulu sesi hala göğsünüzde bir heyecan dalgası yaratma yeteneğine sahiptir. Ne diyebilirim ki? Bu film tam anlamıyla bir klasik! Pixar'ın ilk uzun metrajlı ve tamamen bilgisayar animasyonlu filmi olan bu animasyonun tüm zamanların en iyi çocuk filmlerinden biri olarak anılmasının bir sebebi var (bu yetişkinler için de geçerli). Şimdi izleyin ve hatırladığınız gibi iyi olduğunu görün. Oyuncak Hikayesi'ni Disney+ üzerinden izleyebilirsiniz.
Muhtemelen Twitter çağında olsaydı “uçamayacak” (ve kesinlikle çocuklar için olmayan) bir başka film daha: Larry Clark'ın Kids’i. Bu film 90’lara, özgüvenli bir gençle giriş yapmıştı. Bu filmin öne çıkmasının birkaç sebebi var: Birincisi bizi, Larry Clark'la bir kaykay parkında tanışmasının üzerine, 18 yaşında filmin senaryosunu yazan Harmony Korine (Spring Breakers ve Gummo’nun yazarı) ile tanıştırdı. İkincisi, Chloe Sevigny'nin (Korine'in o zamanki kız arkadaşı) ilk film rolüydü. Ve üçüncüsü, rahatsız edici derecede gerçek bir filmdi. Gerçek seks, gerçek gençler ve gerçek sorunlar içeriyordu. İster sevin ister nefret edin, Kids korkusuz bir yapım. New York Times'tan Ben Detrick filmi “Sineklerin Tanrısı'nın kaykaylar, nitröz oksit ve hip-hop ile birleşimi” olarak tanımladığında bu filmi en iyi şekilde ifade etmeyi başarmıştı.
Dünyada iki tür film vardır: sizi dolambaçlı bir yolculuğa davet edip ilerlerken manzaraları seyretmenize izin veren filmler ve heyecan verici bir koşuşturma içinde akıp giden filmler. Tom Tykwer'ın Run Lola Run'ı kesinlikle bunlardan ikincisi. Baştan sona adrenalin dolu bu tekno gerilim filmi, sizi her biri aynı amaca yönelik üç farklı senaryoya götürüyor: Lola (Franka Potente) erkek arkadaşı Manni'yi (Moritz Bleibtreu) kurtarmak için 20 dakika içinde 100.000 Alman markı bulmak zorundadır. Kaç kez izlediğinizin bir önemi yok, size her seferinde aynı hissi verecektir ve iyi anlamda saf bir stres yaşatacaktır.
Terden sırılsıklam olmuş, kanlı burunlu, surat asan bir David Fincher klasiği olan Fight Club, büyük ihtimalle herkesin erkek arkadaşının en sevdiği filmdir. Dövüş Kulübü ilk gösterime girdiğinde, 90'lara özgü, faks makineleri ve ofis kabinlerinden ibaret bir hayattan farklı bir şey isteme duygusunu yansıtıyordu (ayrıca bkz: Trainspotting, Reality Bites, The Big Lebowski). O zamandan bu yana geçen yıllarda insanlar bu filmi bir veterinerin kurbağayı ameliyat ettiği titizlikle inceledi: Tüketimciliğin erkeklik üzerindeki etkisi üzerine bir yorum mu? Avrupa faşizminin bir incelemesi mi? Yoksa sadece gerçekten iyi bir film mi? Fight Club’ı Netflix'te izleyebilirsiniz.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.