Tom Hanks, birçok açıdan alışılmışın dışında bir başrol oyuncusu. Daha sessiz bir kahraman o – bağırıp çağıran, kaslarını konuşturan ya da vahşi bir cazibeyle öne çıkanlardan değil. Onunki daha çok tam zamanında söylenen sakin bir söz, omuza dokunan bir el ya da anlamlı bir gülümseme…
Neredeyse elli yıla yaklaşan kariyerinde neredeyse yapmadığı şey kalmadı. Ama bütün bunları yaparken de tam olarak tarif etmesi zor, hatta belki biraz da gizemli bir şekilde, en iyi yaptığı şeyi hep korumayı başardı. Her neyse o şey, gerçekten özel bir şey – ve sinema tarihinin en çok sevilen filmlerinin başrollerine hayat verdi.
Bunu sadece on filme indirmek zor bir iş ama birinin yapması gerekiyordu. O biri biz olduk, ve karşınızda Hanks’in zirvedeki filmleri.
Birbirini tamamlayan bir dizi malzeme burada bir araya gelmiş ve ortaya oldukça sağlam bir Amerikan Pastası çıkmış. (American Pie filmiyle karıştırmayın çünkü o bambaşka bir hikaye.)
Amerikan kahramanı Clint Eastwood, bir başka Amerikan kahramanı olan Kaptan Chelsey Sullenberger’in hikayesini anlatıyor bu filmde. Sullenberger, New York’un ortasında uçağını Hudson Nehri’ne başarıyla indirmeyi başaran bir pilot. Olayın birçok anında bunun felaketle sonuçlanması çok daha olasıydı aslında. Hanks, yine o alışık olduğumuz sorumluluk sahibi ve güven veren adam rolünde. Eastwood ise bu etkileyici ustaca “piste indiriyor”. Sonunu biliyor olsanız bile, o büyük an geldiğinde içinizin sıkıldığını hissedeceksiniz, çünkü film o kadar iyi gerilim yaratmayı başarıyor.
Clint Eastwood yerine Paul Greengrass, uçak yerine bir gemi olsa da, “Captain Phillips” ile “Sully” uzaktan bakınca birbirine oldukça benziyor. Hanks yine, yorgun ama dirayetli bir adam olarak, ölümle ya da felaketle sonuçlanabilecek bir durumu çözmek zorunda kalıyor.
Bu sefer konu, ticaret gemisi kaptanı Phillips’in teknesinin Somali korsanları tarafından ele geçirilmesi. Greengrass her zamanki gibi harika bir yönetmenlik ortaya koyuyor; filme mükemmel dozda bir klostrofobi duygusu katıyor. Sonuç olarak, beklenenden çok daha yukarıya çıkan, ince ayarı yerinde ve şaşırtıcı derecede duyarlı bir aksiyon filmi ortaya çıkıyor.
Zemeckis x Hanks buluşması no. 2 (yönetmen, şu ana kadar Tom Hanks ile toplam beş film çekmiş durumda) bu listedeki daha üst sıralarda yer alan o “malum” film kadar olmasa da, Hanks filmografisinin unutulmazlarından biri. Bir FedEx çalışanı, uçağının düşmesi sonucu ıssız bir adada mahsur kalıyor ve hayatta kalan tek kişi oluyor. Bir sal yapıp kaçmaya çalışıyor, Wilson adını verdiği bir voleybol topuyla dostluk kuruyor, buz pateniyle kendi dişini çekmek zorunda kalıyor… Kısacası pek parlak günler geçirmiyor. Yine de film, tuhaf şekilde kendini izlettiriyor. Bir nevi “kurtulacak mı, kurtulamayacak mı” gerilimi var.
Tom Junod’nun hayatını değiştiren Mr. Rogers röportajını anlattığı mutlaka okunması gereken makalesinden uyarlanan bu filmde, Tom Hanks bugüne kadar canlandırdığı tüm roller içinde gerçek hayattaki imajına en çok yaklaştığı karakteri oynuyor. Mr. Rogers; nazik, iyi kalpli ve adeta şefkatin vücut bulmuş hali. Muhtemelen bu rolü ondan başka kimse bu kadar içten oynayamazdı. Fred Rogers, Tom Hanks’in oynamak için doğduğu rol desek abartmış olmayız (bir anlamda gerçekten öyle – filmin tanıtımı sırasında, Hanks ile Rogers’ın uzaktan akraba olduğu ortaya çıkmıştı. Ne tesadüf ama!)
Açılış sahnesi genellikle tüm ilgiyi üzerine toplar – ki haklı olarak, savaşın yapısız ve kontrolsüz dehşetini bu kadar sarsıcı anlatabilen çok az sahne vardır sinema tarihinde. Ancak Hanks’in performansı da bu kaosun tam karşısında duran, sükuneti temsil eden haliyle göz ardı edilmemeli. Duygusal çöküşün eşiğinde gidip gelen bir adamı canlandırıyor – kimi zaman gözle görülür biçimde, kimi zaman sadece sezdirerek. Bu, bir tür “performans içinde performans”: Her şey yolundaymış gibi davranan bir adamı oynayan bir adam. Zamana meydan okuyan bir oyunculuk örneği…
2017’de En İyi Film dalında Oscar’a aday gösterilmesine rağmen tuhaf bir şekilde zamanla unutulan bu film, “Açık ofislerde ciddi ciddi konuşan adamlar” türünün gerçek bir klasiği (bkz. Spotlight, Dark Waters, All the President’s Men). Hanks, Washington Post’un yayın yönetmeni Ben Bradlee rolünde kendinden emin ve doğal bir otoriteyle karşımıza çıkıyor. Nixon hükümetinin Vietnam Savaşı’na ne kadar dahil olduğunu ve bu sürecin nasıl da çarpıtılarak aktarıldığını ortaya dökecek belgeleri yayımlamak için gazeteyle birlikte mücadele veriyor. Yani, hükümet yalan söylemiş. Ve bizim iyi yürekli Tom, bu yalanların peşini öyle kolay kolay bırakmıyor.
Burada yıldız belki DiCaprio olabilir ama Hanks, onun o neşeli, özgüveni yüksek sahtekar karakterine mükemmel bir denge unsuru. Spielberg’ün bu eğlenceli filminde, bir dolandırıcıyı takıntı haline getiren FBI ajanını canlandırıyor. Filmde Hanks ve DiCaprio’nun karakterleri arasında zamanla gelişen o isteksiz dostluk, hikayenin asıl olayını oluşturuyor. Frank Abagnale Jr.’ın (DiCaprio) bunu kabullenmesi kolay belki, ama Hanks’in içinde verdiği o duygusal mücadele asıl izleyiciyi içine çeken şey. Zamanı aşan bir film…
Açık konuşmak gerekirse, bu listenin ruhuna pek uymayacağı düşünülmese GQ, Toy Story 1, 2 ve 3'ü gönül rahatlığıyla dahil ederdi. (Dördüncüyü saymıyoruz. Hiç konuşmayalım onu.) Her biri kendi açısından bu listeyi hak ediyor aslında, ama üçüncü film özellikle öne çıkıyor: Duygusal tonları öyle ustaca bir araya getiriyor ki, filmin sonlarına doğru o meşhur yangın sahnesinde hepsi kusursuzca buluşuyor. Woody öyle kendine özgü ve gizemli bir karakter ki, onu seslendiren kişiyle pek özdeşleştirmeyiz belki — ama serinin kalbi ve ruhu o, ve bu da büyük ölçüde Tom Hanks sayesinde.
Hanks 90’lar ve 2000’lerin başında harika bir romantik başroldü. Burada canlandırdığı, eşini kaybetmiş, içine kapanık bir adam karakteri – ki küçük oğlu onu bir eş bulma programına yazdırıyor – izlemesi gerçekten keyifli. Nora Ephron’un Hanks-Meg Ryan romantik komedileri arasında belki en zekice diyaloglara sahip olanı değil, ama bu film farklı bir ton tutturuyor: Daha yumuşak, daha duyarlı ve ruhu ısıtan cinsten. Kocaman bir sarılma gibi.
Forrest Gump’ı sevmek artık “havalı” sayılmıyor. Son dönemlerde yapılan geriye dönük değerlendirmeler, Forrest Gump’ı sevmek politik olarak doğru bile olmayabilir diyor. Ama biz, bu filmi açık bir zihinle izleyip de kalbi ısınmayan birini düşünemiyoruz. Forrest Gump, karakterinin yaptığı gibi, içine düşebileceği birçok tuzaktan mucizevi ve ustaca bir şekilde kaçmayı başarıyor. Gump’ın dünyadan habersizliği, onu adeta toplumdışı bir konuma yerleştiriyor; daha ilkel dürtülerine indirgenmiş, sadece sevmek ve sevilmek, iyilik yapmak, başkalarına yardım etmek ve belki de onların da kendisine yardım etmesini istemek gibi temel arzuları olan bir karakter olarak çıkıyor karşımıza. Hanks, hayatın içinde sendeleyerek ilerleyen karakterine hafif şaşkın ama derinlikli bir ağırlık katıyor. Onun basit idealleriyle dünyanın bunları karşılamadaki yetersizliği arasında sıkışıp kaldıkça yaşadığı hayal kırıklıklarıysa çoğu zaman yürek burkuyor. Çılgın bir yolculuk bu, zaman zaman da saçmalığa varıyor belki, ama bu filmi bu kadar çok insanın sevmesinin bir nedeni var: Gerçekten çok iyi.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.