Filmlerdeki lokanta sahneleri garip bir şekilde hep çekici gelir. Bunun nedeni muhtemelen başkalarının yemek yemesini izlemenin kendi başına ilgi çekici olmasıdır (düşünün: Gummo’da Solomon’un küvetin içinde spagetti kaşıklaması ya da Saturday Night Fever’da Tony Manero’nun çift katlı pizzaları ağzına tıkması). Ama bundan daha fazlası da var: klasik lokanta mekânı, sinema açısından her türlü imkânı beraberinde getirir. Genellikle 24 saat açıktırlar, yani şüpheli tipleri kendine çekerler. Kulübe biçimindeki oturma düzeni sayesinde kimse dinlemiyormuş gibi özel konuşmalar yapılabilir; yalnızca bir garson, genellikle en ciddi anda “Siparişinizi alabilir miyim?” diye araya girer.
Yıllar içinde lokanta sahneleri sinemada adeta bir temel unsur haline geldi. Karakterler hakkında yeni ve önemli bir şey öğrendiğiniz, onların nasıl işlediğini, ne sipariş ettiklerini, nereye gitmeyi planladıklarını gördüğünüz stilize bir olay örgüsü noktasına dönüştüler. Bunu göz önünde bulundurarak, işte filmlerdeki en iyi 16 lokanta sahnesi. Sadece 16 tanesini seçtim çünkü hepsini sıralamaya kalksaydım, internet sitemizin alanı yetmezdi.
Bir lokanta sahnesini yalnızca karakterler son derece çekici olduğu için listeye almak adil mi? Evet. Bu da Tony Scott’un 1993 yapımı filmi True Romance’ten bir sahneyi eklememin nedenlerinden biri. Patricia Arquette’in kırmızı rujlu Alabama’sı ve Christian Slater’ın diken saçlı Clarence’ıyla… Bu filmle ilgili birçok kişinin hem sevgi hem nefret dolu bir ilişkisi vardır – bazıları bunu erkek fantezisinin ete kemiğe bürünmüş hali olarak görür, Alabama hakkında bildiğimiz tek şey “Elvis’in sesini, kung fu’yu ve turtayı sevdiği”dir; ben de buna katılmaya meyilliyim – ama filmin stil unsuru inkâr edilemez.
Bu listeye Toni Collette’in tek girdiği sahne bu değil (aşağıda bir kez daha karşınıza çıkacak), ama “vagina” kelimesini Cameron Diaz’la beraber bir dakika içinde defalarca söylediği tek sahne bu. Hem de ikisinin de dönemin klasiği haline gelmiş olan dümdüz saçlarıyla… Aynı adlı New York Times çok satan romanından uyarlanan In Her Shoes, artık pek sık görmediğimiz türden, komik bir kadın filmi. Bu lokanta sahnesi de kişisel olarak en sevdiğim anlardan biri.
İnternette küçük bir yoklama yaptığımda, insanların en sevdiği lokanta sahneleri arasında bu sahnenin Little Miss Sunshine’dan sürekli olarak öne çıktığını gördüm. Son derece tatmin edici bir sahne; küçük Olive (Abigail Breslin’in harika performansıyla) şişmanlatıcı yiyecekler konusunda onu caydırmaya çalışan, ama başarısız olan babasına karşı tüm ailesi tarafından korunuyor. Olive neredeyse pes edip dondurmasını yemeyecek gibi oluyor, ta ki en sonunda “Dur! Hepsini yeme!” diye bağırıp çikolatalı tatlıyı kaşıklayana kadar.
Kaç kere bir restorana girip garsona “Sizde böyle… iş kadını menüsü gibi bir şey var mı?” diye sormak istediniz? Romy and Michele's High School Reunion’ın kült bir film olmasının sebeplerinden biri de bu sahne; en komik anlarından biri. Ayrıca karakterler Romy (Mira Sorvino) ve Michele (Lisa Kudrow) gibi yirmili yaşlarının sonlarındaysanız, katı iş kıyafetleriniz ve “kariyer kadını” saçınızla kendinizi sahtekâr gibi hissetmeye kesinlikle çok kolay bağ kuracaksınız.
“Tanrım… kocaman bir bardak süt sipariş etti,” der Enid (Thora Birch) bu klasik Ghost World lokanta sahnesinde; alaycı bakışlarını, saçları taranmış, yosun renginde kazağı ve ütülü pantolonuyla orta yaşlı zavallı Seymour’a (Steve Buscemi) çevirerek. Bu sahne size şunu hatırlatıyor: 30’un üzerinde olup tek başına olmak, bir gencin gözünde neredeyse uzaylı gibi tuhaf görünmek demektir.
Buranın gerçekten bir lokanta olup olmadığı tartışmaya açık – ne 1950’ler tarzı kulübeler var ne de milkshake’ler. İngiltere’de olsak buraya muhtemelen “caff” derdik. Yine de sinema tarihinin en ikonik sahnelerinden biri. Sally (Meg Ryan), Harry’yi (Billy Crystal) utandırırken, çevredeki yaşlı kadınları da giderek yükselen çığlıklarıyla şoke ediyor – üstelik sadece birkaç dana sandviçi eşliğinde.
Burada, lokanta ortamının oyuncuların yüz mimiklerini ön plana çıkarmak ve diyalogları kulübe tarzı dar alanın samimiyetinde yükseltmek için nasıl kullanılabileceğine kusursuz bir örnek görüyoruz. Vince Vaughn, 1990’lar komedisi Swingers’ta Trent Walker rolünde olağanüstü. Filmin sonunda da erkeklerin aslında sadece bebek gibi muamele görmek istediğine küçük ama kurnazca bir gönderme var. Ayrıca, Vaughn’un peçeteyi sımsıkı tutarken “Eğlenceli küçük oyunlar oynamak mı istiyorsun? Hadi bakalım, seni yaramaz, şirin, tatlı küçük bebek!” deyişini aklınızdan silmeniz mümkün değil.
1960’larda geçen bir Amerikan suç filminde lokanta sahnesi olmadan yapamazsınız; Goodfellas’taki bu sahne de fazlasıyla karşılığını veriyor. Yıllar içinde sahne, aynı zamanda “dolly zoom” ya da “vertigo efekti” kullanımıyla da ünlendi – izleyiciye etrafın size doğru yaklaştığı hissini verir, aslında kamera hiç hareket etmez. Üstelik sahne, eski tarz kumaş perdeleri ve dışarıda park etmiş pastel renkli arabalarıyla görsel açıdan da büyüleyici.
Lokantanın, olağanüstü çerçevelenmiş bir monolog için nasıl mükemmel bir mekân olduğunun bir başka örneği, bu kez 1980’lerin en iyi filmlerinden biri olan Martin Scorsese’nin After Hours filminde karşımıza çıkıyor. Hikâye yavaş yavaş açılıyor. Rosanna Arquette’in ustalıkla canlandırdığı Marcy şöyle başlıyor: “Kocam tam bir film manyağıydı. Özellikle tek bir filme kafayı takmıştı: Oz Büyücüsü. Sürekli ondan bahsederdi. İlk başta sevimli gelmişti bana. Düğün gecemizde, bakireydim. Seviştik… ve o ne zaman boşalsa, sadece ‘Teslim ol Dorothy!’ diye bağırırdı. Hepsi bu.” Bu satırları, After Hours’ı yeniden izlemeniz ya da şanslıysanız ilk kez keşfetmeniz için bir işaret olarak görün.
Filmleri daha çok estetikleri için izleyenlerdenseniz, Paris, Texas’tan öteye bakmayın. Wim Wenders’ın yönettiği film, neon ışıklarıyla aydınlanan gökyüzü, titreyen motel tabelaları ve basit lokanta mekânlarıyla şoke edici derecede güzel bir sinema parçası. Paris, Texas’taki lokanta sahnesi, anlatı açısından olmazsa olmaz olduğu için değil, ünlü görkemli sinematografisi sayesinde bu listede yer alıyor: kırmızı vinil koltuklar, kıvrılarak yükselen sigara dumanı ve dışarıda park etmiş eski arabalar… Lokantalarda – özellikle yol üstündekilerde, ıssız yerlerde olanlarda – onları tuhaf şekilde ıssız, neredeyse arada kalmış (liminal) mekânlara dönüştüren bir hava vardır. Paris, Texas’taki bu sahne, bunu bütünüyle yakalıyor.
Listenin daha modern örneklerinden biri olan bu lokanta sahnesi, Sean Baker’ın çok övülen filmi The Florida Project’te hem komik, hem gerilim dolu, hem de sessizce yürek burkan bir etki yaratmayı başarıyor – ki bu, filmin geneline yayılan bir ruh hali. İzlemeyenler için kısaca: Halley (Bria Vinaite) ve altı yaşındaki kızı Moonee (Brooklynn Prince), menüden akıllarına ne gelirse sipariş ediyor – waffle, ekstra şurup, bacon, çilek, yaban mersini, root beer, sprite – sonra da paketletip yağmurun altında yürüyüp gidiyorlar. Canlı, parlak renkler ve gerçekçi oyunculuk, sahneye neredeyse kabusa dönüşmek üzere olan bir rüya havası katıyor.
Sahne, Mallory Knox’un (Juliette Lewis) New Mexico’daki bir lokantada bikini ve kotla juke box’tan çalan bir Cramps şarkısına yılan gibi kıvrılarak dans etmesiyle başlıyor; sapık bir adama bira şişesini suratında patlatmasıyla bitiyor. Listenin en çılgın sahnelerinden biri; çarpık kamera açıları ve delice soundtrack’iyle bu etki daha da artıyor. Ayrıca film tam da bu sahneyle açılıyor! Türün klasikleri arasında.
David Lynch’in sürrealist neo-noir gizemi Mulholland Drive’daki bu güzel ama tuhaf lokanta sahnesini açıklamaya nereden başlayacağımı bilmiyorum, ama deneyeceğim. Winkie’s adında (gerçekte Los Angeles’ta Caesar’s isimli, 2017’de kapanan bir lokantaydı) bir yerde, bir adam diğerine aynı lokantanın otoparkında korkutucu bir figür gördüğü kâbusunu anlatır. Sahnede sona geldiğinizde, o kâbusun gerçeğe dönüşüp dönüşmediğini görüyorsunuz.
Michael Mann’in Heat filmindeki bu ünlü sahne YouTube’da 3,4 milyondan fazla izlenmiş. Bu da bana, muhtemelen bazı insanların bir ev partisinde bunu açıp herkesi laptop başına topladığını düşündürüyor. Gerçekten de büyüleyici bir sahne; Robert De Niro ve Al Pacino – filmde neredeyse 90 dakika sonra ilk kez karşı karşıya gelen iki düşman – öyle performanslar sergiliyorlar ki göz kırpmadan izliyorsunuz. Eğlenceli bilgi: Bu sahne önceden prova edilmedi; De Niro her şeyin olabildiğince doğal olmasını istemiş.
Pulp Fiction’da tabii ki birden fazla lokanta sahnesi var, her biri de ikonik. Ama bunların en iyisi, Tim Roth ve Amanda Plummer’ın canlandırdığı Pumpkin ve Honey Bunny karakterlerinin kahvelerini yudumlayıp restoranı soymaktan bahsettikleri meşhur soygun sahnesi. Bir öpüşmeden sonra Honey Bunny bağırır: “Kımıldayanın anasını avradını sikerim, hepinizi gebertirim!” Bir lokanta sahnesinin ihtiyacı olan her şeye sahip olduğu için tam bir klasik: sürpriz, şiddet, kusursuz kıyafetler ve olmazsa olmaz absürtlük. Peki bu sahne beni lokanta soymak istemeye itti mi? Belki.
Şaka! Asıl en iyi lokanta sahnesi Pulp Fiction’daki bu sahne. Bunun sebebi biraz Mia Wallace’ın (Uma Thurman) ikonik ve defalarca taklit edilmiş beyaz gömlek-küt kakül kombini, biraz da üzerindeki kirazla birlikte paylaşılan o şahane görünümlü milkshake, ama en çok da sahnenin saf estetiği: juke box, nane yeşili araba koltukları… Evet, Amerikan lokantalarında geçen pek çok kült sahne oldu, ama bu sahne hepsini silip süpürüyor.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.