Radiohead cephesinde bir şeyler oluyor. Özellikle de canlı performans olasılığını “neredeyse kesin” seviyesine çıkaran bir şeyler. Resident Advisor'ın haberine göre, grubun menajerliği Los Angeles'taki son yangınlara destek amacıyla düzenlenen bir müzayedeye “seçtiğiniz herhangi bir Radiohead konseri” için dört bilet bağışladı ve “gruba yakın bir kaynak”, bu sonbaharda Avrupa’nın bazı şehirlerinde mekanlarda yer ayırtıldığını doğruladı. (İşi derinlemesine araştırmak isterseniz, Radiohead ayrıca yeni bir şirket kurdu — ki bu da geçmişte her zaman yaklaşan bir aktivitenin işareti olmuştur.)
Bu, 2016 ile 2018 arasındaki (son albümleri A Moon Shaped Pool'u destekleyen) konserlerden bu yana yapacakları ilk turne olacak. Artık sahnede neredeyse bir makineye dönüştüklerinden, her gece büyüleyici performanslar sergileyebiliyorlar. Ama onları o stadyumlara ve festival sahnelerinin en tepesine taşıyanın stüdyo albümleri olduğunu unutmamak lazım. Ve her albümleri (belki biri hariç) harika olsa da, bazıları diğerlerinden bir adım daha öne çıkıyor. İşte efsanevi bir grubun efsanevi diskografisinin bizim sıralamamız — ki muhtemelen en az altı farklı noktada bize katılmayacaksınız, ama bu kadar dolu dolu bir katalogda bu da kaçınılmaz.
Muhtemelen Radiohead albümleriyle ilgili yapılabilecek en az tartışmalı seçim bu olurdu: çıkış albümleri Pablo Honey, dengesiz ve tutarsız bir yapıya sahip ve grup üyeleri de sonrasında bu albümü acemilik dönemi ürünü olarak görüp bir kenara koydu. Eğer “Creep” olmasaydı, muhtemelen bu albüm de 90’lar alternatif rock sahnesindeki bir başka “fena değil” albüm olarak kalacaktı. Prodüktörlerin kaydetmeleri için onları ikna etmek zorunda kaldığı bu şarkı zamanla dev bir hite dönüştü — hala en büyük hitleri olmayı sürdürüyor — ve onlara yaratıcılık anlamında son derece verimli bir şöhret kapısını açtı: Ünlü olmaktan nefret ettiler ve bu nefret üzerine harika şarkılar yazdılar.
Hail to the Thief, Radiohead’in OK Computer, Kid A ve Amnesiac ile yakaladığı avangart dönemiyle, In Rainbows ile başlayan geç kariyer parıltısı arasında sıkışıp kalmış bir albüm. Zaman zaman müziklerine yapıştırılan o pek de cömert olmayan karikatür — Thom Yorke’un belirsiz politik duygularla dolu vokalleri ve karmaşık davul ritimleri eşliğinde söylediği şarkılar — büyük ihtimalle tam da burada doğdu, özellikle de albümün terörle savaş dönemine odaklanan sözleri düşünülünce. Bu, albümün harika olmadığı anlamına gelmiyor tabii; “2 + 2 = 5” gibi şarkılar bunun en net kanıtı. Sadece, çok sağlam bir kadronun içinde rekabet etmek zorunda.
Radiohead’in son albümü tam da olduğu gibi geliyor kulağa: Kanıtlayacak hiçbir şeyi kalmamış ama yaratıcı enerjisi hala bol bir grubun işi. Her şey son derece özenli ve ferah. Caz efsanesi Alice Coltrane, albüm için bir ilham kaynağı olarak gösterilmişti. Albümde bir şeyleri tamamlayıp toparlama hissi de var — buradaki birçok şarkı aslında yıllar, hatta on yıllar önce yazılmış. Örneğin, ilk kez 1995’te seslendirilen ve uzun süre sadece bootleg kayıtlarla yayılan o muhteşem balad “True Love Waits” gibi.
Albüm ismi, Wiltshire’daki kadim bir meşe ağacına yapılan gönderme, bu yüzden tam yerinde: The King of Limbs, karmaşık ritimlerle dolu; dalların birbirine dolanmış halini anımsatıyor ve karanlık bir ormanın alt katmanlarından geliyormuş hissi veren kuru akustik seslerle örülü. Bir önceki albümleri In Rainbows gibi, grubun geçmiş işlerinden gelen deneysel ruh burada tamamen seslerine işlemiş: Garip, ama ulaşılması kolay bir şekilde. Hatta dans bile edilebiliyor — en azından Thom Yorke’un klibinde yaptığı gibi, “Lotus Flower” eşliğinde, ki bu performans bir anda binlerce meme'in doğmasına yol açmıştı.
The Bends ile yakaladıkları büyük başarının ardından, Radiohead dünyanın ayakları altına serilmişti ve isterlerse bu sound’u biraz daha ileri taşıyıp ana akım rock’ın devleri haline gelebilirlerdi. Ama bunu yapmadılar. Onun yerine OK Computer'ı yaptılar — belki de popüler müziğin, 1900’lerin başındaki modernist edebiyata en yakın örneklerinden biri: Yoğun ve biçimsel olarak deneysel, modern hayatın uyumsuzluk ve yabancılaşmasına güçlü bir vurgu yapan bir albüm. “Climbing Up the Walls”daki atonal yaylılar; “Fitter Happier”daki ürkütücü robotik sloganlar; “Paranoid Android”in labirenti anımsatan kurgusu — hepsi, grubun çok az grubun gittiği yerlere cesurca yol aldığı anların sesi.
Ve kim başka bir deneysel klasiğin ardından bir yenisini çıkarabilirdi? OK Computer dinleyiciyi sersemleten yumruksa, Kid A nakavt darbesiydi. Burada da harika şarkı yazımı örnekleri var — bilimkurgu havasındaki açılış şarkısı “Everything in its Right Place” ve “How to Disappear Completely” gibi — ama albümün büyük kısmı elektronik müziğe ya da doğrudan deneysel çalışmalara daha yakın duruyor. Bugün artık adeta kutsal sayılan bir albüm olsa da, çıktığı dönemde Kid A hakkında yapılan yorumlar daha karışıktı ve DJ Shadow ile Brian Eno gibi isimlerden aldığı ilhama dikkat çekiliyordu. Bu, daha çok hayranlık uyandıran, biraz daha mesafeli sevilen bir albüm; ama eğer müzik zevkiniz yeterince sıra dışıysa, burada da sevecek çok şey bulabilirsiniz.
Amnesiac’ı Kid A'nın üstüne koymak biraz kutsal olana hakaret gibi görünebilir, ama bunun için sağlam bir gerekçe var. İki albüm de aynı kayıt seanslarında ortaya çıktı ve Amnesiac, daha ünlü olan "ağabeyinden" sadece bir yıl sonra yayımlandı. Kid A'yı albümün yarattığı etkiyi düşünmeden dinlemek zor; oysa Amnesiac, yanında o kadar yük taşımadığı için kendini daha kolay açığa çıkarıyor. Buradaki biçimsel sıçramalar, Kid A'daki gibi buz gibi kavramsal değil, daha “yaşanmış” hissettiriyor ve geleneksel müzik formlarına yapılmış tuhaf yorumlarla harmanlanıyor — finaldeki “Life in a Glasshouse”daki bozulmuş caz trompeti gibi. Ayrıca albümde, Radiohead’in yaptığı en iyi şarkı olabilecek bir parça da var: “Pyramid Song”.
The Bends genellikle müzikte daha tutucu olanların en iyi Radiohead albümü tercihi olur — grubun gitarlarını bırakıp o garip işlere dalmadan önce yaptığı albüm. Ama Radiohead’in ikinci albümü, onları tek hitlik bir grup olmaktan çıkarıp gerçekten sahneye yerleştiren çalışma, sadece şarkı yazımındaki ustalıkla bile çok büyük bir mesafe kat ediyor: “Fake Plastic Trees”, en güçlü melodilerden biri. Üstelik burada da deneysel anlar var; “Just”taki heyecan verici garip akor geçişleri ve “My Iron Lung”daki pitch-shifted gitar gibi. The Bends’in hakkını tam anlamıyla vermek, Radiohead’in kariyerini doğru bir çerçevede görmek demek: tüm o ses deneylerinin bir anlamı olması, bunların sapasağlam şarkılarla birleşmiş olmasına bağlı.
Benzer şekilde, 2000’lerin başında Radiohead’in deneysel yönüne duyulan hayranlık, belki de onların daha da büyük bir başarısını gölgede bırakıyor: bu yenilikleri ustalıkla rafine edip yeniden “normal” bir alternatif rock sound’una entegre etmeleri. Bunun daha iyi bir örneği olamazdı: In Rainbows. Çıktığında, müzik endüstrisinin online korsanlık yüzünden gelir kaybı yaşadığı bir dönemde, “ne ödemek istersen” sistemiyle satılmasıyla dikkat çekmişti. Bugünden bakınca ise, müzikal bir zirve noktası olduğu çok net. Albümdeki seken davullar ve hipnotik şarkı yapıları, grubun elektronik müziğe olan ilgisinin bir mirası. Kullanılan enstrüman paleti her zamankinden daha sade, ama eldeki enstrümanlar beklenmedik şekillerde kullanılmış. Radiohead’in kariyerine dair en büyük kanıtlardan biri de bu: Rock müziğin yapısını altüst ettikten sonra, o enkazın üstüne yeni ve parlak bir şey inşa ettiler.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.