Bu, haftalık bülten GQ kıdemli yardımcı editörü Frazier Tharpe’ın müzik, sinema ve televizyon üzerine internette en hararetle tartışılan konulara dair son sözü Tap In’in bir edisyonudur.
Bu bir Emmy özet yazısı değil. Açık konuşalım: 77. Emmy Ödülleri yayını, sunucu Nate Bargatze’nin espriyle ima ettiği gibi “75. ya da 80. değil de 77. töreni sunmanın sıkıcılığına” uygun şekilde, her zamankinden daha da vasattı. Ama böylesine orta halli bir şov, televizyonun yakın geleceği açısından en kritik gecelerden biri olabilir. Çünkü Max yapımı The Pitt—yarı prosedürel, yarı dramatik formatıyla eski ER ruhunu geri getiren, üstelik Noah Wyle’ı yeniden göreve döndüren dizi—drama kategorilerini neredeyse süpürerek The White Lotus gibi favorileri ve Severance gibi eleştirmen gözdesi yapımları geride bıraktı. Hollywood’daki o parlak kafaların mantığını biliyoruz: Bir şey tutarsa, tek çözüm piyasayı onun kopyalarıyla doldurmaktır. Yani gelecek yıl bu zamanlar, yeni dizilerin önemli bir bölümü kendini Pittsburgh Travma Merkezi’nin gölgesinde bulabilir.
Kablo kanallarının yükselişi ve ardından “Peak Streaming” döneminde, televizyon artık televizyona pek benzemiyordu. Bütçeler küçük bir Hollywood filmiyle yarışıyor, görüntüler sinema salonu kalitesinde sunuluyor, kadrolar Oscar adaylarıyla doluyor ve sezon araları bir devam filminin prodüksiyon süresi kadar uzuyordu.
The Pitt ise bilinçli olarak eski havayı solutuyor. Yüksek konsepte bulaşmadan kaliteli görünüyor, episodik ve prosedürel formatı sahiplendiğini gururla gösteriyor. Hatta bölüm başına bir saat ve bir günü işleyen yapısıyla 2000’lerin başındaki 24’e selam gönderiyor. Üstelik prodüksiyon modeli de eski usul: Nisan’da biten sezonun ardından ikinci sezon çekimleri başladı bile; Ocak’ta yayına girecek. Network TV’nin altın çağında bir sezon yaz tatili kadar kısa sürede dönüyordu belki ama 2025 koşullarında dokuz ay aranın bile kayda değer olduğunu söylemek gerek.
Emmy zaferi The Pitt’i hem ticari hem eleştirel açıdan zirveye taşıdı. Bandwagona atlamayanlar, ikinci sezon başlamadan diziyi art arda izlemeye koyulacaktır. Şimdi herkesin aklındaki soru: Kanal yöneticileri kendi Pitt’lerini yaratmaya mı çalışacak? Muhtemelen yeni bir medikal drama değil ama tasarımı gereği “retro” ve “lo-fi” hissettiren işler göreceğiz. (The Pitt, bu arada, zenginlik ve birinci sınıf hayat üzerine kurulu olmayan nadir zeitgeist dizilerinden biri.)
Aslında sektörün kopyalama refleksi genelde sıkıcıdır; ama televizyonun en azından bir köşesinin eski üretim anlayışına dönmesi o kadar da kötü olmaz. 2000’ler dizilerini tekrar izlerken fark ediliyor: Yüksek prodüksiyonlu, anti-episodik yapımlar etkileyici olsa da network televizyonunun sadeliğinde ayrı bir parlaklık vardı. “Formula” dediğimiz şey olmasa Buffy’deki “Big Bad” gibi kavramlar doğmazdı. “Boş” denilen filler bölümler olmasa Breaking Bad’in “Fly” gibi deneysel başyapıtları çıkmazdı. Daha esnek prodüksiyon takvimleri olmasa Lost’taki Sawyer–Juliet romantizmi gibi plansız ama ikonik gelişmeler yaşanmazdı.
Tabii ki yöneticiler The Pitt’in başarısını takip ederken yeni bir Buffy, The West Wing ya da ER yaratacaklarının garantisi yok. Belki sadece eski usul bir avukat dizisini raftan indirirler. Ama klasik bir hit çıkmasa bile, eski modelde üretilmiş sağlam bir kaçış hikâyesi izleyiciye iyi gelir. Zaten oraya doğru gidiyoruz: The Pitt’le birlikte yayına başlayan Paradiseda Emmy adaylıkları topladı ve ikinci sezon çekimlerine geçti. Senaryosunu fazla ciddiye aldığınızda çabuk dağılan bir yapısı var ama tam da 2007’de Lost rüzgârını kovalayan yöneticilerin onaylayacağı türden “iyi–saçma–eğlenceli” bir iş. Basit ama yüksek konseptli, ucuz görünmeyen ama set olduğu belli olan bir dizi.
Bir anlamda Severance’ın ABC versiyonu. Emmy yarışında The Pitt’in en büyük rakibi olan bu dizi, sezonları arasında üç yıl ara verdi. Ben Stiller ve ekibi bu sürenin tekrar yaşanmayacağını söylüyor ama en iyimser tahminle bile 2026 Emmys’ine yetişmeyecek gibi. Oysa drama kategorisi, en iyisini, ileriye doğru iten Severance türü yapımlarla köklere bağlı The Pitt türü diziler dengede olduğunda yakalıyor. Önümüzdeki birkaç yıl “Prestij” yarışları sürerken John Wells gibi isimler ’90’ların oyun kitaplarını raftan indirirse, arada da Paradise gibi hibrit diziler çıkarsa televizyonun geleceği o kadar da karanlık görünmüyor. Geçen hafta Kiefer Sutherland, 24’ün yeniden canlandırılması fikrine sıcak baktığını söyledi. 2000 ruhunu yeniden canlandırmak için bundan daha doğru zaman olur mu?
BU İÇERİK İLK OLARAK GQ US WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.