Los Angeles Chateau Marmont'taki restoranın üstü kapalı verandasında öğle yemeğinin ortasındaydık ki Mikkelsen carpaccio ve guacamole'sini bıraktı, ağır bir perdenin duvar görevi gördüğü alanın arkasına doğru akıcı bir şekilde ilerledi. Dar bir açıklık görünene kadar, gizli bir geçidi yoklar gibi, perdeyi ellerinde topladı. Fransız bistrosu görünümlü banklar, sandalyeler, ve üzerlerinde kül tablaları ve kibrit kutuları olan küçük masalarla dolu, ağ tavanlı küçük gizli bir odaya süzüldü.
57 yaşındaki Mikkelsen’ın üstünde, baba tipi spor ayakkabılar, bordo eşofman altı ve biri lacivert diğeri küflü yeşil olmak üzere iki fermuarlı sweatshirt var. Sanki uzun bir uçuş için giyinmiş. Ancak, yüz hatları onun farklı bir kişi olarak algılanmasına sebep oluyor; yanından geçerken onu hemen tanımayan restoran müşterileri yine de ona normalden biraz daha uzun bir süre bakıyorlar.
Sigaranın yaşlandırıcı etkilerinden yakındığımda, 80'lerden beri sigara içmesine rağmen, bir sütçü kızın al yanaklarına sahip olan Mikkelsen, bana Danimarka'daki en başarılı sigara karşıtı kampanyalardan birinin buruşuk bir elma içerdiğini anlatıyor: "Feci şekilde ölmeyi umursamıyorlar, ama ciltlerinin biraz daha yaşlanması onları terletiyor!" Bırakmayı çok istediğini ancak "takılmış" olduğunu söylüyor.
Masada yarım bıraktığı, oyunculukla ilgili bir düşünceye devam ediyor: “Ana karakterlerin kim olduğu, onun neden ve nasıl o kişi olduğu ,seyirciye film boyunca yavaş yavaş aktarılır, ancak diğer karakterler için- yardımcı oyuncu ya da kötü adam- durum böyle değildir.” "Kamera benim hikayemi anlatmaz. Benimle yatıp ertesi gün benimle uyanmaz.” Başrolde olmayan bir karakteri canlandırırken yaklaşımını değiştirmediğini söylüyor; ancak rolünü - örneğin Call Me By Your Name (Beni Adınla Çağır)'ın sonunda Timothée Chalamet bir saat boyunca şömineye bakması gibi- karakterinin derinliğini seyirciye iletmek için uzun ve samimi bir yakın plana sahip olmadığının farkındalığı ile canlandırması gerektiğini açıklıyor.
Mikkelsen genellikle başrollerde oynadı, ancak bu en önemli rollerinin kötü adamlar olduğu Amerika Birleşik Devletleri'nde geçerli değil. 2006'da Casino Royale'de kan ağlayan bir casus olan Le Chiffre'yi canlandırdı (denedikleri diğer stratejiler korneasını yaktığı için, kan gözyaşlarının dijital olarak yapıldığını söylüyor) ve o zamandan beri Hannibal dizisinde başrol aldı, Fantastic Beasts: The Secrets of Dumbledore (Fantastic Canavarlar: Dumbledore'un Sırları)’nda zalim bir büyücüyü oynadı ve Rihanna'nın “Bitch Better Have My Money” müzik videosunda kötü kalpli bir muhasebeci olarak yer aldı. Bu ay, onu Indiana Jones and the Dial of Destiny (Indiana Jones ve Kader Kadranı) adlı çok kuşaklı bir macera filminde, Jürgen Voller adlı bir Nazi bilim adamı olarak izleyebilirsiniz. (Yönetmen James Mangold, Mikkelsen'in çekim yaparken, bir ara sokakta, çoğu zaman tebdili kıyafet, kahve ve sigara içtiğini sevgiyle hatırlıyor.)
Mikkelsen, Danimarka'nın Amerika gibi "kötülere" sahip olmadığını açıklıyor. Danimarka filmlerinde oynadığı karakterler, yönetmen Thomas Vinterberg'in The Hunt (Av) ve Another Round (Körkütük) filmlerinde olduğu gibi, sırasıyla bir çocuğa cinsel tacizle suçlanan bir öğretmeni ve bir deneyde sürekli sarhoş halde, kendini kaybeden başka bir öğretmeni canlandırdığı, genellikle zorlayıcı durumlardaki sivillerdir.
Mikkelsen'in becerisi, sempatik olmayan karakterler için empati uyandırmaktır. Bu, onu iç karartıcı bir kahraman ve ilgi çekici bir düşman yapar. Indiana Jones'ta izleyicilerin Voller'ın bir Nazi olduğunu hatırlamadan önce kendilerini onun adına strese sokarken yakalayabilecekleri anlar vardır. Indiana Jones'un yönetmeni James Mangold bana bir e-postada, "Mads, hangi karakteri oynarsa oynasın, onların bakış açısına yüzde yüz bağlılıkla yaşıyor," diyor, "Bu, Mads'in sahip olduğu belli bir tür sanatsal cesaret ve korkusuzluk gerektiriyor. Dürüst olmak gerekirse, filmlerde 'kötü adam' rolleri teklif edildiğini düşünüyorum çünkü o, onları üstlenme ve onları insanlaştırma konusunda çok korkusuz.”
Yaklaşımı iyi bir şekilde Amerikan olmaktan uzak hissettiriyor. Amerikan gişe rekorları kıran filmlerin genel olarak iyi adamlar ve kötü adamlar arasındaki uçurumu büyük tutmayı sevdiği yerlerde, Danimarka filmleri genellikle daha belirsizdir. Mikkelsen, II. Dünya Savaşı ile ilgili filmlerin elbette Nazileri tasvir ettiğini söylüyor, ancak genellikle aşırı gerçekçi bir şekilde ve vahşi megalomanyaklar olarak değil. Danimarka'nın da "sert adamları" olduğunu ekliyor - Marlon Brandoları ve James Deanleri - ama bu roller onu gerçekçi karakterler kadar ilgilendirmiyor.
"Gerçek bir şey yapmak ve aynı zamanda tatlı bir adam olmak – bu kombinasyonu gerçekten ilginç bulmuyorum" diyor. Çıkış yaptığı, Danimarkalı yönetmen Nicolas Winding Refn'in Pusher (Uyuşturucu Taciri)’ında, Tonny adlı bir uyuşturucu satıcısını canlandırdığı rolünde bunu yapabileceğini, ancak bunu yapmanın karakteri daha az sürükleyici ve daha az inandırıcı kılacağını hissettiğini söylüyor. Bunun yerine, Mikkelsen onu, ahmakça özellikleri önce sinir bozan, sonra yürek burkan bir "dangalak" olarak oynamayı seçiyor: "'Saçları gözüne düşen, bir köşede şirin şirin görünen' tiplemeler bana göre değil. O ben değilim. Kaybedenler daha eğlencelidir. Çünkü onları tanırız. Daha önce sen de bu duruma düşmüş olabilirsin.”
Hollywood, Mikkelsen'i cerbezeli ve netameli biri olarak belirlemiş durumda. Belki de bir şeyleri kaçırıyor olabiliriz.
Birden bire, kalın siyah gözlükler takmış ve önünde "New York Film Academy" işlemeli siyah bowling ceketi giyen bir adam perdelerin arasından sigara içme köşesine fırlıyor ve gizlemeye ihtiyaç duymadan yan gözle Mikkelsen'e bakıyor. Kıvırcık saçlı bir kadın da peşinden giriyor. Bu arada Mikkelsen ikinci sigarasını bitirmiş olduğundan, yemek yiyenlerin sinsi bakışları arasında, masamıza dönüyoruz.
Ona Amerika'da niş bir ‘heartthrob’ gönülçelen olduğunun farkında olup olmadığını soruyorum. "Hahtthrob?" diyor masaya bakarak sinsi bir sırıtışla. "Hayır bilmiyordum. Ben niş bir kötü adamım. O kısmının da olduğunu bilmiyordum.”
Kaybedenliği ilk elden deneyimlediğini iddia ediyor. Ergenliğinde çok ufak tefek olması, özellikle herkesin çok uzun boylu olduğu bir ülkede, gelişim sürecinde kişiliğini biçimlendirici olmuş olmalı. Şimdi 1,80 boyunda ama bu, 17 yaşında her gün saatlerce jimnastik yapmayı bırakana kadar olmamış. Aynı zamanda sınıfının yaşça da en küçüğüymüş. "Beni 'havalı' olarak nitelendirmezdim" diyor. "Kravat takan ya da kızların böyle gözlerle bakmasına sebep olan bir şey giyen bir çocuk her zaman vardı." Gözleri ile hayran bakışı yapıyor. "Ben biraz dikkat çekmek için olduğum yerde aşağı yukarı zıplardım ve bu hiç işe yaramazdı." Çocuğun sarı kravat taktığını belirtiyor. “Ondan hâlâ nefret ediyorum.”
Şimdi iki çocuğu da ona saygı duyuyor ya da en azından "Bitch Better Have My Money" de Rihanna ile birlikte göründükten sonra kısa bir süre duymuşlar. Mikkelsen, "Beni bir şeyde görmüştü - Danimarkalı bir şeydi, hatırlıyorum," diyor. "Bunun bir parçası olmak isteyip istemediğimi soran bir telefon aldım, proje eğlenceli ve çılgıncaydı." Artık dikkat çekmek için zıplaması gerekmiyor; tek yapması gereken bir sigara yakmak.
Gerçek şu ki, kendisi zıplama konusunda mükemmel. Jimnastiği bıraktıktan sonra, New York'ta Martha Graham Okulu'nda ve İsveç'te Balettakademien'de eğitim alarak, yaklaşık on yıl süren bir dansçı kariyerine başlamış. (Eşi Hanne Jacobsen de eski bir koreograf ve dansçı.) Ancak, dansın estetiğini oluşturan unsurlara, -mükemmel duruş, sadece güzel hareket etmek amacıyla vücudu güzel hareket ettirmek gibi- dramatik unsurlara duyduğundan daha az ilgi duyuyormuş; örneğin: bir dansçının yüzündeki özlem, bir sıçramanın ardındaki öfkeli enerji.
Dansın ona bir hikayeyi canlandırma fırsatı verdiği ender anları sevdiğinden bahsediyor. "Beş kişi aynı şeyi yapıyor ve herkesin elleri orada, bling bling bling bling gibi" -ellerini öylece sallıyor- "bu eğlenceliydi. Bir grupta olmak gibiydi, çünkü bunu birlikte yapıyorduk ve belli bir enerjisi vardı. Ama kavganın olduğu ve bunun bir dansın içine gizlendiği West Side Story'de Jet olarak dans etmek çok daha eğlenceliydi ve biraz oyunculuk enerjisi kullanabilirdik. Bunu çok daha ilginç buldum.” Mikkelsen, Thomas Vinterberg'in Another Round'unun sonunda bir iskelede çılgınca ve sarhoş bir şekilde dans ediyor; ve onun daha katı bir koreografi yüzünden hüsrana uğradığını hayal etmek kolay.
Kendisini hâlâ "tercih edilen bir formda" tutuyor - polo-fit'in biraz daha yapmacık kuzeni olan İskandinav-fit- ama onun dışında drama okuluna gittiğinde dansı geride bırakmış. Otuzlu yaşlarının başında, 90'larda Lars von Trier'le birlikte sıra dışı Dogme 95 hareketini kuran Vinterberg ve Pusher'da Mikkelsen'i yöneten Refn gibi yönetmenler tarafından yeniden canlandırılan bir Danimarka film sahnesine girmiş.
O dönemde ülkenin aktörlerinin, her biri farklı bir yönetmen tarafından yönetilen çetelere ayrıldığını söylüyor. Mikkelsen o zamanlar Refn Evi'ndeymiş; arkadaşı Nikolaj Coster-Waldau, Game of Thrones (That Oyunları)'un ensest babası, ise 1994'te Ole Bornedal'ın Nightwatch (Gece Bekçisi)'ında çıkış yapmış. Mikkelsen "çeteler" tabirini biraz şaka yollu kullanıyor ama o zamanlar klikler arasındaki bölünmeler o kadar iyi tanımlanmış ki, kariyerinin nispeten geç dönemlerine kadar Vinterberg'le çalışmamış. 90'larda Vinterberg ile karşılaştıklarında birbirlerine verdikleri soğuk, resmi selamlarını taklit ediyor. “Sonunda biraz daha olgunlaştık ve 'Biliyor musun, yaptığı filmi beğendim. Söylediğimiz kadar berbat değildi’ diyebildik.” diyor.
Vinterberg, Mikkelsen'e 2012'de vizyona giren The Hunt'ın senaryosunu sunduğunda, ittifaklar yumuşamış durumdaymış. "Bence kendini bulmanın bir yoluydu. Herkes kendini bulmak istiyordu ve bunu yapmanın en iyi yolu çok radikal olmaktı: "bunu bu şekilde yapıyoruz." Tutumu vardı ve bu da yeterince adildi. Bazı bağımsız fikirler ve bağımsız film yapma tarzları yarattı.”
Mikkelsen'i daha çok ağzı sıkı bir kötü adam olarak tanıyanlar için, onun daha etkileyici Danimarkalı karakterleri - The Hunt'taki içgüdüsel olarak yalnız Lucas veya Pusher'daki ürkek Tonny gibi- tıpkı suskun bir meslektaşın biraz alkol alınca tamamen farklı bir kişiliğini ortaya çıkarması gibi sarsıcı olabilir. Şahsen karşınızdayken de ifade ve hareketlerinde daha özgür. Sık sık gülüyor ve her seferinde, elmacık kemikleri kadar keskin ve belirgin, köpek dişlerini ortaya çıkarıyor.
Ancak, Mikkelsen kötü adam rollerinde, ağzını nadiren ince bir yarıktan daha geniş açarak çok ince bir şekilde duygu ifade etme eğilimindedir. Bu karakterlerin meşum soğukkanlılığı, kontrolü kaybettikleri anları daha da kafa karıştırıcı hale getiriyor. Indiana Jones and the Dial of Destiny'de canlandırdığı karakter yanlış hesaplamalar yüzünden birkaç noktada kontrolü kaybediyor. Mikkelsen'in, filmin büyük bölümünde okul çocuğu gibi geri yapıştırılmış, saçları dağılıyor. Yüzü kızarıyor. Hareketleri ve sözleri manik bir staccato içeriyor. Bu ani duygu gösterilerinin her biri, durgun, karanlık bir gölette su sıçraması gibi ve izleyicileri yüzeyin altında ne tür yılanbalığı fantezilerinin olduğunu merak etmeye sürüklüyor.
Bowling ceketli adam, Chateau'nun dillendirilmemiş -ünlülerle konuşma- kuralına olağandışı bir şekilde aldırış etmeden masaya yaklaşıyor. Böldüğü için uzun uzadıya özür diliyor ama sözünü kesmeye devam ediyor. "Viggo, değil mi?" diyor Mikkelsen'e, onu Danimarka asıllı başka bir aktörle karıştırmış.
"Evet," diyor Mikkelsen, görünüşe göre anı olabildiğince çabuk bitirmeye çalışıyor. Ama adam devam ediyor: "Düz bir Amerikan aksanı yapabilir misin?"
Mikkelsen yapamayacağını söylüyor ve ardından adama kendisinin Viggo Mortensen olmadığını açıklıyor. "Benim adım Mads, Mads Mikkelsen."
Adam onu tanımış numarası yapıyor ve Mikkelsen, aksanını (İskoç) sorarak onu daha güvenli bir sohbete yönlendirmeye çalışıyor. Adam kurtarılmayı reddercesine, elinde Mikkelsen - veya Mortensen – için mükemmel bir filmi olduğunu söylüyor. Adamın odadan ayrılışını garip bir sessizlik anı izliyor.
Mikkelsen, doppelDaner’ı (tıpatıp benzeri Danimarkalı) Mortensen (Mortensen teknik olarak Amerikalı olsa da) ile sıklıkla karıştırıldığını söylüyor. Bu karışıklıklara, Toronto Uluslararası Film Festivali sırasında kaldığı bir otelden ayrıldığını paparazzilerin gördüğü unutulmaz bir olay da dahil. "O noktada biraz ünlüydüm ama beni mutlaka tanıyacakları kadar değil" diye hatırlıyor. Önce onu bir fotoğrafçı görmüş, sonra diğerleri ve aniden kameraların tıkırtıları ağustosböcekleri gibi etrafını sarmış. "Viggo, Viggo!" diye seslenmişler; Ertesi gün, birkaç yayın, fotoğraflarında onu yanlış tanımlamış.
Daha sonra başka bir festivalde Mortensen ile karşılaştığında ona olayı anlatıyor. Mortensen'in ona inanmadığını hatırlıyor. "Sonra kırmızı halıya çıktık, önce ben sonra o. Ve hepsi bana 'Viggo' diye bağırdı. O ise tam arkamdaydı! O kadar kusursuzdu ki," diyor.
Mikkelsen, Mortensen'in kısa bir süre Danimarka'da yaşadığını ancak Danimarka sinemasının rönesansını yaşamadan önce ayrıldığını ve ardından Yüzüklerin Efendisi'ndeki rolünü kaptığını açıklıyor. “Biz Danimarka'da ilginç şeyler yapmaya başlamadan önce o bir film yıldızıydı. Ve o benden biraz daha yaşlıdır." Defterime işaret ediyor. "Bunu yaz."
Danimarka'da karşısına çıkan türden veya Mortensen ve gazetelerden yüksek sesle okuyarak İngiliz ve Amerikan aksanlarını militan bir şekilde çalıştığını hatırladığı Coster-Waldau'ya gelen türden Amerikan rolleri, kendisine de teklif edilirse memnun olacağını söylüyor. Ama Hollywood'da, gişe rekorları kıran filmlerin başroldeki erkek ve kadınlarının hala son derece Amerikalı olma eğiliminde olduğunu gözlemliyor - "ki ben değilim" diyor. Harrison Ford değilseniz, bir karakter oyuncususunuz.
Amerikan aksanı da ona kolay gelmiyor ve aksanı kullanırsa dikkatinin dağılacağından endişe ediyor. Hannibal'deki İngiliz eğilimi dışında - "tam İngiliz" değil, ancak karakterine ürkütücü bir aşırı eğitimli kıvraklık vermeye yetecek kadar - tipik olarak Danimarka aksanından ayrılmıyor.
Bunu yapmaya çağrıldığını hissederse, kesinlikle aksansız bir yeehaw çekebilir; kolayca şekil değiştirerek tamamen Amerikalı başrol oyuncusu Matt Michaelson'a dönüşebilir. Mangold, "Mads her şeyi yapabilir," diye yazıyor ve onu bir müzikalde görmeyi çok istediğini de sözlerine ekliyor. "Kesinlikle herhangi bir müzikal."
Mikkelsen, Hollywood onu istediği sürece gişe rekorları kıran kötü adamları oynamaktan son derece memnun. "Başka bir şey yoksa kesinlikle bunu yapacağım çünkü eğlenceli" diyor. Indiana Jones and the Dial of Destiny'deki Nazi rolü? Tereddüt etmeden neşeyle kabul etmiş. "Ve sonra Avrupa'da ne istersem yapabilirim." Hollywood'un tercihleri hakkında asla acı konuşmuyor. Bunu kişisel olarak da almıyor: oyunculuk kimliğimin bir parçası, diye açıklıyor ama tüm kimliğim değil; ciddiye alıyor ama çok fazla değil.
Mikkelsen'e, Chateau Marmont'un gizli sigara içme köşesinde nasıl evinde göründüğünü düşünerek, bugünlerde ne kadar Hollywood olduğunu sorduğumda, bir hikaye ile cevap veriyor. Zaman: Casino Royale'den kısa bir süre sonra. Yer: Los Angeles, Mikkelsen'in menajeri ve birkaç yakın arkadaşıyla. Görünürdeki görev: oyuncu temsilcileri ile buluşmak. Gerçek görev: tüm zamanların en şiddetli ölü kol savaşında birbirini yenmek.
Mikkelsen, "Birbirimize delicesine sert vururduk," diye hatırlıyor. Bir gün grubun bir temsilci ile görüşmesi varmış. Toplantıdan on dakika önce Mikkelsen, arkadaşlarından birine "en iyi ölü kolu" vermiş ve toplantı sırasında Mads'in tek düşünebildiği, kısa bir süre sonra - nerede ve ne zaman olacağını bilmediği bir anda arkadaşının ondan intikamını alacağıymış.
"Bu beklenti ile baş edemedim ve gerçekten konuşulanlara odaklanamadım, bu yüzden toplantının ortasında 'Bize bir saniye izin verir misiniz?' dedim." İkisi, sanki devlet meseleleri hakkında görüşecekmiş gibi, otoparka çıkmışlar. Mikkelsen arkadaşından, tam orada, otoparkta ona vurarak onu bu heyecanlı bekleyiş dehşetinden kurtarmasını istemiş. Arkadaşı memnuniyetle kabul etmiş.
İkili ofise dönmüşler ve temsilcinin otoparkı tam olarak görebildiğini fark ederek toplantıya devam etmişler. Mikkelsen gülerek, "Bizi temsil etmeyi seçmedi" diyor. "İşte ben bu kadar Hollywood'um."
Ve gerçekten, bizce başka türlüsü kabul edilemez.