Her yen projeyle yeni bir karakter yaratma sürecine girmek sizi nasıl etkiliyor?
Ben bu süreçte kendimde daha önce fark etmediğim kasları keşfediyorum. O yüzden beni her yeni karakter geliştiriyor, karşımda gördüğüm bir insanı bazen bir dizinin içinde yaşıyorum. Bu insanın başına gelebilecek en iyi şeylerden biri; tabii işin hakkın en iyi şekilde verdiğimizde daha da vazgeçilmez oluyor.
Hafsanur’u mesleğinden tamamen ayrıştırmak mümkün mü yoksa zaman içinde oyunculuk mesleği ve karakter iç içe geçiyor mu?
Tamamen ayırmak mümkün değil, çünkü özümde olan bir durumu yok edemem. İç içe tabii ki de geçiyor, çünkü aynı karakteri bir başka kişi de oynayabilir fakat o, onun karakteri olur. Ben Hafsanur olarak bir karaktere hayat verdiğim için zaten benim yarattığım, seslendirdiğim, mimik yüklediğim bir karakter benim türevlerimden başka bir şey olmaz.
Sizce oyuncu olmak ne demek ve bir oyuncu olarak siz neyin peşindesiniz?
Oyunculuk bir karakteri canlandırmak, onu yaşamak benim için. Aslında hepimiz birer oyuncuyuz, ve farklı karakterlerimiz var. Hepimiz farkında olmadan oynuyoruz. Mesela bir kadın düşünelim evde anne, işte iş kadını, arkadaşlarıyla sosyalleşen kadın rolünde ve hepsinde o kadın bambaşka birine dönüşüyor. O yüzden benim için iyi oyuncu olmak doğal, yaşadığımız kadar gerçek bir şekilde canlandırdığım karakteri seyirciye hissettirebilmekle özleşleşiyor. Ben oynarken, “Gerçek hayatta bu böyle olur mu? Gerçek hayatta insanlar böyle konuşur, böyle yemek yer ve böyle giyinir mi?” diye soruyorum kendime. Benim için oyunculuk kendimi var etme şeklim, kendimi ifade edebilme, nefes alabilme ve kendimle barışma alanım. Ben bu rolü üstlendim ve fazlasıyla keyif alıyorum.
İnsanın binyıllardır hayatta kalmasındaki en büyük marifetlerden biri uyum sağlaması, değişen koşullara adapte olabilmesidir derler. Oyunculuk mesleğinin dışında soruyorum: siz değişen dünyaya ve değişen hayatınıza nasıl adapte oluyorsunuz?
Çalışıyorum, yadırgıyorum, üzülüyorum, mutlu oluyorum, arada bocalıyorum, sonra kendi yolumu buluyorum... Geçenlerde Schopenhauer’ın bir sözünü okudum: “Her insan kendi görüş alanının sınırlarını, dünyanın sınırları olarak algılar.” Ben bunu kırmak istiyorum. İçinde olduğum yaşamın dışına çıkmak, sınırlarımı ve kendimi zorlamak, başka yaşamlarla, görüşlerle, fikirlerle, kültürlerle uyum ve saygı içinde var olmak istiyorum ama bunu kendimden de ödün vermeden yapmak istiyorum. O yüzden de değişim rüzgarları eserken çok savrulmadan, dengeli bir şekilde adapte olmaya çalışıyorum; kendime, köklendiğim yere tutunarak.
Teknoloji almış başını yürürken şunu düşünüyorum; yıllardan beri her zaman sinemada da ekranlarda da duygu aktarmanın peşindeyiz. Sonuçta duygu teknolojiyle gelişmiyor ama belki dönüşüyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, bizim mesleklerimizin geleceğini nasıl etkileyecek sizce teknoloji?
Hemen hemen artık her ihtiyacımızı dijital dünyadan gideriyoruz. Robot gibiyiz bir yandan da, insan gücü azalırken daha seri üretim, daha çok kazanç elde edebileceğiniz sisteme geçtik. Bu sistemin oyunculuğu da etkileyeceğini düşünüyorum. Çünkü artık öyle animasyonlar var ki, ben gerçek mi diye iki defa bakıyorum. Teknoloji bir gün herkesi ele geçirecek, çok geç kalmış olacağız. “Keşke bundan 40 yıl önce doğmuş olsaydım” demeden edemiyorum. Eski güzel günlerde, yani ilişkilerin, iletişimin bir ekran aracılığıyla değil de yüz yüze, direkt, dokunarak, konuşarak, görerek olduğu; teknolojinin yeteri kadar yani belki yalnızca hayatı kolaylaştırmak ve konfor alanı sağlamak için olduğu bir dünyada hayatın tüm güzelliklerini keşfedebilmek çok isterdim.
Şu çağda her şey o kadar hızlı ve öyle bir bilgi bombardımanı var ki, fomo ciddi bir mesele haline geldi. Ve ben şunu fark ettim galiba kendi adıma: bazı zamanla aynı anda hem tek bir şeye yoğunlaşma ihtiyacı duyuyorum hem de her şeyden biraz bileyim, biraz haberim olsun ve yüzeyde kalayım diyorum. Sizde bu durum nasıl?
Dönemsel olarak bazen kendimi sosyal hayatın, sosyal medyanın çok içinde buluyorum, ama bazen de çok uzak tutuyorum kendimi. İkisinin de artısı ve eksisi var, ama sanırım ben biraz uzak kalmaktan yanayım, çünkü aklıma hep şu soru geliyor, Dünya bu kadar kötü müydü, yoksa teknoloji sayesinde mi her şeyi duyar olduk? Neden her yerde aynı anda olmak ve tüketmek istiyoruz? ‘Haberim olmasın da ne olursa olsun’cu hiç değilim ama kendimi dengede tutabilmek için, kendi normallerimi koruyabilmek için biraz sosyal medyadan, sosyal hayattan uzak kalmayı tercih ediyorum.
Gelişen teknolojiyle cep telefonu artık olmazsa olmazımız oldu. Sizin hayatınızda telefonunun yeri nasıl, ondan önceki ve sonraki hayatınızı nasıl anlatırsınız?
Evet gerçekten öyle. Cep telefonu artık neredeyse vücudumuzun bir parçası haline geldi. Bazen bir gün içinde telefonda geçirdiğim zaman dilimini görünce hayrete düşüyorum. Eskiden sadece iletişim için kullanılan bir cihazken, bugün hayatımızın her anında yanımızda. Özellikle SAMSUNG Galaxy Z Flip4 inovasyon, tasarım ve kişiselleştirme özelliklerini kusursuz biçimde bir araya getiriyor. Katlanabilir, şık ve kompakt tasarımı sayesinde kıyafetlerimin ceplerine, ufak portföy çantalara sığacak şekilde eşlik ediyor bana. Hatta katlanabilir özelliğinin bana ayrıca nostaljik bir his bile verdiğini söyleyebilirim. Ayrıca Galaxy Z Flip4’ün kişiselleştirilebilir kapak ekranını zevkime ve o anki moduma göre kişiselleştirmeyi çok seviyorum. Beğendiğim fotoğrafları hatta bazen videoları ekrana ekleyebiliyorum. Sosyal medyada da çokça paylaştığımız selfie’leri Galaxy Z Flip4’ün FlexCam özelliğiyle bir masanın veya sehpanın üzerine telefonumu koyarak, eller serbest modda çekim yapabiliyor olmak beni çok şaşırtmıştı. Şimdi kullandıkça bu lükse alıştım diyebilirim.