10 sene kadar önce; bugün biri iyi bir iktisat hocası, diğeri Almanya’da anaokulu öğretmeni olan, birlikte tiyatro yaptığımız iki arkadaşım, bir başka arkadaşımızın ilk kısa filminde oynayacaklarını söylediğinde, “İyi, bize de eğlence çıktı!” kıvamında bir tepki vermiştim. O ilk kısa film Mektup’u ikincisi Rıfat izledi; bunu ilkinden daha vurucu bulduk ve ne yalan söylemeli, geçip gittik... Ta ki akademisyen arkadaşımız Emin’in, ilk uzun metrajı Tepenin Ardı için çalıştığından haberdar olana kadar. Hayat “kim derdi ki”lerle dolu. Kim derdi ki; o günlerde kısa filmlerinin set anılarını dinlediğimiz Emin’le röportaj yapmak için, diğer gazetecilerle birlikte sıraya gireceğim! (Eh, bana biraz kıyak geçiyor tabii...)
İkinci uzun metrajı Abluka’nın prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yapan, bolca övgü ve Jüri Özel Ödülü’yle dönen Emin Alper, son dönemin en heyecan verici yönetmenlerinden. Yok, öyle değil; arkadaş kıyağı sanmazsanız asıl cümlem şu şekilde: Emin Alper son yıllarda karşılaştığımız en heyecan verici yönetmen.
Memleket ahvalini bir kasabada geçen birkaç gün üzerinden, enfes bir alegoriyle anlattığı Tepenin Ardı, beklenmeyen yerden gelen sınav sorusu gibiydi. Berlin Film Festivali’nden Caligari ve En İyi İlk Yönetmen Özel Mansiyon ödülleriyle geldiğinde bir süre bu yeni ismi konuştuk. Tarihçi-akademisyen-yönetmen Emin Alper ilk uzun metrajıyla dünyayı dolaştıkça (Tepenin Ardı, 50’den fazla festivale gitti, 32 ödül aldı), ismi de “Nereden çıktı, kim bu Emin Alper?” cümlesinden çıkacak, nefesimizi tutup güzel havadislerini beklediğimiz bir sinemacının adı olarak akıllara yerleşecekti.
Yakın çevresi için kısa metraj filmleriyle, daha geniş bir kitle için Tepenin Ardı’yla görünür olan bu süreç, Emin için henüz 18’indeyken başlamış. “Bir gün filmler yapacağını” bildiği ilk anı tam olarak o da kestiremese de, “Hayatım bu anlarla dolu” diyor: “Aslında ‘kesin bu işi yapacağım’ ve ardından gelen ‘bu işi hayatta yapamayacağım’ anlarıyla dolu demek daha doğru. İlk ne zaman hissettiğimi hatırlamam mümkün değil ama 18 yaşından beri bu gelgitleri yaşadım. Kısa filmlerimi çektiğim 2004 ve 2005’te hayalime bir adım daha yaklaştığımı düşündüm. Ama bu yakınlaşma hissi, ilk uzun filmimi çekme öncesi, daha da sancılı gelgitlere neden oldu. 2009’dan itibaren Kültür Bakanlığı fonlarına başvurmaya başladım, üç kere reddedildim. Her reddedilişten sonra ağır bir çöküntü ve toparlanma evresi birbirini izledi. 2011 Mayıs’ında Tepenin Ardı’na fon çıktığını öğrendiğimde, ‘artık bir yönetmenim’ hissini doyasıya yaşadım.”
Emin, Tepenin Ardı’yla toplumsal paranoyalarımıza, düşman yaratma becerimize doğru araladığı pencereyi Abluka’da iyice açmış. “Distopik bir psikolojik-politik gerilim” olarak tanımlayabileceğim Abluka’da, onun özgün sinema dili daha belirgin bir hal alıyor. Emin’in işleri bende, Türkiye’nin ruh halini ince ince çalışıp, bunlardan bize filmler yapıyormuş gibi bir his yaratıyor. Bugüne kadar geçtiği tüm yolları, çok sevdiği Rus romanlarını, içinde bulunduğu politik eylemlilik halini ve akademisyenliğini göz önüne alarak böyle bir hisse kapılıyorum belki de. Abartıyor muyum?
“Aslında politik film yapmak için yola çıkmıyorum” diyor: “Politik olarak çok kötü hissettiğim dönemlerde ‘bu korkunç ortamı nasıl anlatabilirim’ kaygısı ağır basıyor ve bu motivasyonla bir şeyler yazmaya çalışıyorum ama her zaman değil. Tepenin Ardı politik bir proje olarak başlamamıştı. Çocukluğumun anılarından beslenen, erkekliğe dair bir aile dramıydı. Ancak hikaye geliştikçe daha politik ve alegorik bir yere evrildi. Bu evrilme sürecinde politik tecrübelerim, politikaya ilgim ve akademik ilgilerim devreye girdi sanıyorum.”
Abluka’yı da salt politik bir film olarak tanımlamıyor: “İki sıradan insanın son derece psikolojik hikayeleri üzerinden, dolaylı bir biçimde politik tavrını belli eden bir film. Hikayenin odağında iki karakterin dramı var ve onlar da bizler gibi baskıcı bir ortam tarafından çevrelenmişler. O iç savaş havasını ancak karakterler üzerinde bıraktığı etkilerden takip edebiliyoruz. Politik ortama dair eleştirel tavır, sadece karakterlerin yıkımı dolayımıyla veriliyor. İnsan öykülerinden yola çıkan ama yolda politikleşen hikayeler beni daha çok heyecanlandırıyor.”
Tek bir normal güne uyanmayı özlediğimiz günlerden geçerken, Abluka içinde debelendiğimiz çukura dair bir iş. Filmin Emin’in zihninde belirdiği dönem azıcık daha geriye gidiyor: “Abluka’yı bana yazdıran, 90’lı yıllardı. 90’ların kabusvari politik ortamı ve Rumeli Hisarüstü’ndeki öğrencilik yılları, gecekondu mahalleleri, sol gruplarla deneyimlerim... İlk fikir, çöplerden yola çıkarak ‘terörist’ avlama metoduydu. Bu fikrin kendisi haliyle biraz distopik. O noktadan itibaren bu filmin zamansız, mekansız ve hafif distopik olması gerektiğini düşündüm. Hikayeyi senaryoya ilk döktüğüm tarih, 2009’du.”
Emin’le bu söyleşi öncesi telefonlaşırken, Japonya bavulu hazırlıyordu. Abluka’nın Venedik’te başlayan dünya seyahati, Toronto’dan sonra Tokyo’da devam ediyordu zira. Dünya devleriyle buluştuğu sinema arenasına çoktan alışmıştır diye düşünsem de meraktayım: “Bu süreçte saf sevinç anları o kadar az ki... Önce film Venedik gibi önemli bir festivale davet edildiği için seviniyorsunuz. Kısa süre sonra, ya beğenilmezse kaygısı başlıyor. Büyük festivallerin ana yarışma bölümünde beğenilmeyen, hatta yuhalanan filmler olduğunu çok iyi biliyoruz çünkü. Tatlı bir gururla hafif bir kaygı karışımı bir ruh haline bürünüyorsunuz. Kırmızı halılar, ödül törenleri ise gerginlik yaratıcı. Genelde nötr bir maske takarak çıkıyorum böyle yerlere, ne söyleyeceğimi önceden tasarlıyorum. Beklenmedik bir şey olursa kesin saçmalarım. Sunucu ‘Bir çocukluk anınızı paylaşmak ister misiniz’ falan diye beklenmedik bir şey sorsa paralize olurum. Direkt kaçarım.”
Sevgili Emin; o gururla kaygı karışımı ruh haline bir an önce alışsan ne iyi olur. Zira belli ki bunlardan daha çok yaşayacaksın! Yolun açık olsun.