28 Years Later’ın sonuyla ilgili büyük spoiler içerir.
Eleştiriler yayınlandı ve genel görüş net: 28 Years Later cesur, harika bir film; aynı zamanda olağanüstü derecede tuhaf. Bu benim için gayet uygun: Bilmem siz ne düşünüyorsunuz, ama ben büyük ve riskli hamleler yapan bir filmi, risksiz, klişe bir gişe filmine tercih ederim. Ve eğer kendinizi bu tuhaf ritme kaptırırsanız, Danny Boyle ve Alex Garland’ın zombi devam filmi fazlasıyla tatmin edici. Bu, filmin garip stilistik tercihlerle, kışkırtıcı olay örgüleriyle ve ani ton değişimleriyle dolu olmadığı anlamına gelmiyor elbette.
Film pek çok soruyla baş başa bırakıyor izleyiciyi. Bunların başında da şu geliyor: Eğer Britanya’daki yaşam 2002’de aniden durduysa, Pierce Brosnan Die Another Day rezaletinden kurtulabildi mi en azından? Endüstriyel bir buzdolabı büyüklüğünde olsanız bile gerçekten birinin kafasını koparabilir misiniz? Ve Ralph Fiennes o kadar iyodu nereden buldu? Fakat tüm bunlar bile 28 Years’ın o çılgın, tuhaf, kışkırtıcı, aptalca, cesur, komik ve düpedüz saçma epilogunun yarattığı kadar kafa karışıklığı yaratmıyor — ki bu sahne, esasen Ocak ayında çıkacak devam filmi The Bone Temple için bir fragman görevi görüyor.
Spike’ın (Alfie Williams) annesi Isla’nın (Jodie Comer) ölümünden 28 gün sonra, Spike yolculuğuna yalnız başına devam etmiş, bu süreçte de hayatta kalma konusunda usta birine dönüşmüştür. Yol kenarında balık pişirirken birkaç enfekteyle karşılaşır. İlkini ok ve yayıyla kolayca alt eder; fakat sayıca üstün hale gelince kaçmaya karar verir. Ne yazık ki, kısa sürede yolun — bir vadinin ortasında yer alan kısmının — büyük kaya parçalarıyla kapandığını fark eder.
Spike’a doğru enfekte bir sürü hızla yaklaşırken, her şeyin bittiği düşünülür… ta ki vadinin yukarısından bir başkası çıkagelene kadar. Ve işte orada: Jack O'Connell! Ama onu neredeyse tanımak imkânsız: sarı peruk, parlak eşofman ve bir saksağanı bile sersemletecek kadar takı takmış halde. Kendini Jimmy olarak tanıtır ve kısa sürede, onun, filmin başındaki karanlık Teletubbies sahnesinde gördüğümüz çocuğun yetişkin hali olduğu anlaşılır; altın zincirlerin arasında babasının haçı da vardır. Açıkça delirmiştir. Eh, tüm geniş ailenizin öfke virüsüyle zombileşmiş insanlar tarafından katledildiğine tanık olmak bir adamı böyle yapar.
Jimmy’ye kısa sürede, onun gibi giyinmiş başka Jimmie’ler katılır. Hepsi aynı cafcaflı tarzın farklı versiyonlarını taşımaktadır. Enfekte olanlarla, Tarantino’nun en Grindhouse dönemini anımsatan, vahşi ve kanlı bir montaj eşliğinde mızraklar ve nunçakularla dövüşürler. Ardından Spike’ı da yollarına katılmaya davet ederler. İşte böyle: The Bone Temple, Ocak ayında sinemalarda. Biletlerinizi şimdiden alın!
Bu son sahne birden fazla sebepten dolayı tartışma yarattı. Öncelikle, Bone Temple’da Spike ve Isla’nın hikâyesine dair duygusal ve arındırıcı finali gölgede bırakma riski taşıyor; henüz gözyaşlarınızı silerken, O’Connell tayfası çıkıp kafa kesmeye başlıyor. Ayrıca Jimmy tarikatının kıyafetlerinin… Jimmy Savile’a benzemesi gerçeği de var.
Bakın, 28 Years Later filminde Savile açıkça anılmıyor, ama buna gerek de yok. Çok renkli eşofmanlar, sarı peruklar, takılar ve hepsinin adının Jimmy olması zaten yeterince açık mesaj veriyor: Bu ya inanılmaz derecede ihmalkâr bir tesadüf ya da post-apokaliptik Britanya’nın Mad Max vari deliliği, ülkenin en meşhur cinsel istismarcısından esinlenmiş bir tarikat doğurmuş. (28 Years Later evreninde Britanya’nın çöküşü Savile’ın suçlarının ortaya çıkmasından önce gerçekleştiği için, bu evrende Savile hâlâ “Jim’ll Fix It”in tuhaf sunucusu olarak tanınıyor olabilir.)
Büyük, iddialı hamlelerle dolu bir film olan 28 Years, son sahnesinde tam anlamıyla bir “knockout” darbe indiriyor. Yine de, bu sahne ne kadar kışkırtıcı olursa olsun, filmin genel tonu ve enfekte Britanya’da öğrendiklerimizle çelişmiyor. Filmin başlarında Spike’ın babası Jamie (Aaron Taylor-Johnson), oğluna ana karadaki insanların büyük ölçüde delirdiğini söyler — buna örnek olarak, belki iyi biri olan ama insan iskeletlerinden bir ölüm anıtı inşa eden Dr. Kelson (Fiennes) gösterilebilir. Daha derin bir düzeyde, Garland ve Boyle, kıyamet sonrası dönemde ortaya çıkan yeni gelenekler, kültürler ve değerlerle ilgileniyorlar; Holy Island’daki topluluk, eski tip İngiliz milliyetçiliğinden türemiş bir kültürle ayakta duruyor (zorla yapılan Brexit’leri göz önüne alındığında şaşırtıcı değil), Kelson ise ölüm temasıyla meşgul olarak kendine bir amaç bulmuş. Enfekte olanlar bile sosyal gruplar oluşturuyor, seks yapıyor ve (bazen) yıkanmaya çalışıyor. Böyle bir dünyada, bir grup delinin, bir zamanlar eksantrik tarzıyla tanınan bir TV yıldızını örnek alması o kadar da uzak bir ihtimal mi?
Şunu kabul etmek gerek: Isla’nın duygusal ölüm sahnesinden, Jack O'Connell ve tayfasının Jimmy Savile kıyafetleriyle kung-fu yapmasına geçiş epey sarsıcı. 28 Years Later’ı ilk izlediğimde, bu büyük ton değişikliği önceki sahnenin derin, içe işleyen hüznünü gölgede bırakmıştı; ikinci izleyişimde bu kadar rahatsız etmedi ama yine de, o hissiyatla biraz daha uzun baş başa kalmak güzel olurdu — B-film tarzı bir kan banyosuyla yıkanmadan önce. Yine de, bu son etkili bir devam filmi tanıtımıydı ve The Bone Temple için sinema koltuğum hazır. Üstelik… dürüst olmak gerekirse, ben basit bir adamım. The Sun gazetesini sinirlendirecek her şeye varım.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.