Yol filmi, çok özel bir ihtiyacı karşılar. Konfor ve kaçış, macera ve kendini keşif karışımı, bir de “belki de asıl yolculuk yolda edindiğimiz dostluklardı” dokunuşu… Hepsi bir arada olduğu için tamamen karşı konulmazdır. Hem çöl otoyolları boyunca uzanan ya da eski ülke yollarında ilerleyen fiziksel bir yolculuğu, hem de içsel ve duygusal bir yolculuğu anlatmasıyla yol filmleri bize bir tür taşıma vaadinde bulunur: belki de kendinizin çıktığı, hiçbir yere varmayan bir yolculuğun ikinci en iyi alternatifi. İşte türün sunduğu en iyi 10 yol filmi. Şimdi izlemeniz mümkün. Maceranızı seçmek size kalmış.
Aşk, kendini keşif ve sinema tarihinin en unutulmaz dostluk kodları: Alfonso Cuarón’un zamansız filmi Y tu mamá también hepsini bir araya getiriyor. Büyüleyici bir şekilde doğal belgesel-gerçekçilik tarzında çekilmiş bu film, başlığındaki yaramazca “annenle ilgili şaka” göndermesiyle de eğlenceli bir mizah sunuyor. Çok genç bir Diego Luna ve gerçek hayatta da yakın dostu olan Gael García Bernal’in (o da çok genç) başrollerinde yer aldığı bu içten üçlü hikâyede, iki genç delikanlı, kocasının ihanetini öğrenen güzel bir kadınla birlikte Meksika’yı baştan başa kat ettikleri bir yolculuğa çıkar. Hayat dersleri ise yol boyunca onları bulur. Filmin son birkaç dakikası ise tüm hikâyeyi bambaşka bir boyuta taşıyarak seyircinin yüreğine işleyen, sarsıcı bir final sunar. Türün zirvesi...
Bir filmdeki araç, o sarı Volkswagen minibüsten daha tanınır ya da ikonik olabilir mi? Bu liste, Little Miss Sunshine olmadan eksik kalırdı. Film, en küçük kızları Olive’i “Little Miss Sunshine” güzellik yarışmasına götürmek için 800 millik bir yolculuğa çıkan, birbirinden sorunlu ama sevimli bir aileyi arka koltuktan izlememizi sağlıyor. O limon sarısı kadar neşeli ve çekici bu film, muhtemelen klasik Amerikan yol filmi denince akla gelen ilk örnek. Ve aslında Amerikan rüyasının bize satmaya çalıştığı şeyin tam olarak ne olduğunu da sorguluyor.
Sıcak, dokulu 35mm ile çekilen ve her karesini büyülü bir nostalji filtresinden geçiren Wim Wenders’in Paris, Texas filmi, Teksas çölünde geçen şiirsel bir yolculuk. Harry Dean Stanton’ın Travis Henderson rolünde başrolde olduğu filmde, gizemli bir şekilde suskun halde Batı Teksas’ta bulunan ve ardından ailesiyle yeniden bir araya gelen, uzun süredir kopuk bir baba ve kardeşin hikâyesi anlatılıyor. İnsan ilişkileri, hafıza ve geçmişle yüzleşme üzerine derinden etkileyici bir düşünce denemesi. Sessizce yıkıcı ama seyretmesi unutulmaz güzellikte.
Panah Panahi’nin ilk uzun metraj filmi Hit The Road, çıktığında sıkça “İran’ın Little Miss Sunshine’ı” olarak tanımlandı. Ama bu benzetme, sadece “İran’da geçen bir aile yol filmi” için pratik bir kısaltmaydı; benzerlikler burada biter. İran sinemasının en iyileri çizgisinde (ki Panahi’nin babası Jafar Panahi bu alanda dev bir isimdir), Hit The Road, oğullarını ülkeden kaçırmaya çalışan bir ailenin son derece yürek parçalayıcı hikâyesini, kahkaha dolu, büyüleyici ve trajikomik bir yol filmiyle harmanlıyor. İçinde fazlasıyla gürültücü ama bir o kadar da sevimli bir çocukla, çok küçük ve çok sıcak bir arabaya sıkışmış bu ailenin her üyesine hayran olmamanız imkânsız. Kaçakçılığı konu alan ama İran’daki giderek sıkılaşan sansür ortamında kendi varlığıyla da adeta bir kaçakçılık eylemi gibi hissettiren Hit The Road, büyülü bir yolculuk ve hak ettiği coşkulu ilgiyi fazlasıyla hak ediyor.
Gregg Araki’nin bu listeye girebilecek birçok filmi var – ama The Doom Generation en ikoniklerinden biri. “Teenage Apocalypse” üçlemesinin bir parçası olan bu cüretkâr ve renkleriyle göz alan altkültür yolculuğu, şehvetli, şiddet dolu ve oldukça dengesiz üç gencin polislerden kaçışını takip ediyor. Karanlık motellerin ve fazla aydınlık bakkalların ara mekânlarına yazılmış nihilist bir aşk mektubu – ki bunlar, Amerikan yol filmi ikonografisinin belki de en önemli parçaları…
My Own Private Idaho bir otoyolda başlıyor ve bir otoyolda bitiyor. Gus Van Sant’ın bu yol filminde River Phoenix, narkoleptik bir sokak fahişesini, Keanu Reeves ise bir belediye başkanının oğlunu canlandırıyor. Klasik sayılan film, aşkı, aidiyeti ve kendini keşfetmeyi arama yolculuğunu anlatıyor – bulamayacağını bildiğin yerlerde bile. Yumuşak ama yabancılaştırıcı, hassas ve yürek burkan bu filmde, bir karakterin aşkını itiraf ettiği sahne, sinemada bugüne dek çekilmiş en yıkıcı sahnelerden biri olabilir. Ruh hali ve özlem bakımından benzersiz.
Sinemanın en karizmatik ve en çekici başrollerinden biri olan Jean-Paul Belmondo, Godard’ın Fransız Yeni Dalgası klasiği Pierrot le Fou’daki ikonik performansıyla onlarca yıl boyunca kalpleri çalmaya devam edecek. İşinden kovulmuş, mutsuz evli bir adam karısını ve çocuklarını terk etmeye karar verir ve eski bir sevgilisiyle kaçar. Yalnız küçük bir detay var: Kadının peşinde Cezayirli tetikçiler vardır. Hikâyeye biraz heyecan katmaktan bahsedin! İkili, ölü bir adamın arabasına atlayıp Paris’ten Akdeniz’e uzanan bir suç yolculuğuna çıkar. Bu yolculukta deli dolu bir kimya –ve başka patlayıcı şeyler– kaçınılmazdır.
Bu listedeki yolculuklardan birine gerçekten katılma şansımız olsa, muhtemelen Almost Famous’daki Stillwater, Penny Lane ve o şık giyimli ekiple tura çıkmayı seçerdik. Önünde Billy Crudup gibi baş döndürücü bir solistin olduğu ateşli bir grupla turneye çıkmaktan daha eğlenceli ne olabilir ki? Kaç yaşında izlerseniz izleyin, içinizde mutlaka bir karşılık bulacak bir büyüme hikâyesi. Almost Famous, rock’n’roll dünyasına keyifli bir yolculuk sunuyor: şöhret, hayranlık, aidiyet. Ayrıca gazetecilik üzerine yapılmış en eğlenceli filmlerden biri.
Luca Guadagnino’nun yamyamlıkla harmanladığı aşk hikâyesi – başrollerinde genç kuşağın yıldızları Timothée Chalamet ve Taylor Russell’ın yer aldığı, güneşle kavrulmuş Amerikan yazında yolculuğa çıkan iki genç yamyamı anlatan film – yol filmi külliyatına çoktan unutulmaz bir katkı sundu. Guadagnino’nun kendine has, kanlı canlı romantizmi ve nostaljik atmosferi, bu şiddet dolu ama çaresizce romantik hikâyede sizi tamamen içine çekiyor. İzledikten sonra iliklerinize kadar işleyen bir film.
Hepimiz muhtemelen biraz kıyametvari hissettiren bir aile yolculuğu yaşamışızdır. George Miller da bunu çok iyi biliyor: Bu film, bir arabaya sıkışıp hayatta kalma mücadelesi vermek üzerine yapılmış en iyi film. Bu açıdan bakınca, Fury Road aslında fiziksel olmasa da fazlasıyla “tanıdık” değil mi? Şakaları bir kenara bırakalım, çünkü Fury Road’u ciddiye alıyoruz: Eğer yol filmleri “sertlik”, baş döndürücü hız ve deli gibi süslenmiş canavar kamyon ölçütleriyle puanlansaydı, bu film doğrudan listenin en tepesine yerleşirdi.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.