Bir filme şarkı yerleştirmek kolaydır, ama gerçekten ikonik bir “needle drop” yaratmak başlı başına bir sanat biçimidir. En iyi film müzik anları, adeta bir tür simyadır; kusursuz bir şarkı, mükemmel bir sahneyle birleşir ve ortaya parçalarının toplamından çok daha büyük bir görsel-işitsel deneyim çıkar. Düşünün: Pulp Fiction’da “Misirlou” başladığında, ya da “Let's Stay Together” çaldığında, ya da ünlü dans sahnesinde “You Never Can Tell” eşliğinde... yani, Quentin Tarantino bu “hareketli görüntüleri müzikle birleştirme” işinde gerçekten çok iyi. (Bu listede var ama — sürpriz! — Pulp Fiction ile değil.)
Sadece Tarantino da değil. Edgar Wright da filmlerinde müzik kullanımında aynı ölçüde başarılı olduğunu kanıtladı. Martin Scorsese (özellikle Rolling Stones’a teşekkürler) ve David Fincher gibi birçok Amerikalı usta yönetmen de bu konuda oldukça yetkin. (The Killer, The Smiths’in bestelediği bir jukebox müzikali gibi adeta.) Auteur’leri bir kenara bırakırsak, bazı filmler neredeyse sadece müzikal anlarıyla hatırlanıyor. Ancak ne olursa olsun, mükemmel bir şarkı doğru anda çaldığında, o an saf bir elektriklenmeye dönüşür: bu sahneler yıllar boyunca aklınızda kalır — Spotify sağ olsun — çünkü o parçaları çalmayı asla bırakmazsınız.
İşte, tüm zamanların en iyi film müzik anlarından on tanesi.
“Don't Stop Me Now”, Queen
Edgar Wright, modern sinemanın “needle-drop” yani müzik yerleştirme ustalarından biri. 2017 yapımı Baby Driver, Bob & Earl’ın “Harlem Shuffle”ından Queen’in “Brighton Rock”ına kadar onlarca şarkı içeren 113 dakikalık bir müzik videosu gibiydi. Ancak Wright’ın popüler müziği sahnelere ustalıkla yerleştirme yeteneğini ilk duyuran film, Ansel Elgort’un iPod ile direksiyon başına geçmesinden yıllar önce, 2004 tarihli Shaun of the Dead idi. En büyük örnek, filmin hem komik hem de kaotik finalinde ortaya çıkar. Zombi sürüsü The Winchester barının kapısına yığılır; birden bire jukebox çalışmaya başlar ve Queen’in hedonizme övgü niteliğindeki “Don't Stop Me Now” şarkısı çalmaya başlar. Aynı anda zombileşmiş barmen John gölgelerin arasından çıkar ve diğer kana susamış zombiler camları kırarak içeri dalar. Ortaya hem çok saçma hem de çok komik bir zıtlık çıkar. Sahne, müzikle senkronize slapstick anlarla doludur: Shaun (Simon Pegg), Ed (Nick Frost) ve Liz (Kate Ashfield) zombileşmiş John’a bilardo sopalarıyla ritmik şekilde vurur; David (Dylan Moran) sigorta kutusundaki düğmelere rastgele basarak içerideki ölümsüzlere ışık gösterisi sunar; ve elbette, unutulmaz “Kill the Queen!” repliği duyulur.
“California Dreamin’”, The Mamas & The Papas
60’ların karşı kültür ikonlarından biri olan “California Dreamin’”, Wong Kar-Wai’nin hüzünlü antolojik aşk filmi Chungking Express’in ikinci kısmının gayriresmî soundtrack’i gibi. Her iki bölümde de aşık olan polis memurları yer alır. İkinci bölümde, In the Mood For Love’dan tanıdığımız Tony Leung, 663 numaralı polis memuru rolündedir. Hong Kong’daki bir yiyecek tezgahında Faye (Faye Wong) ile yaşadığı tesadüfi karşılaşma, aralarında “olur mu, olmaz mı” tarzında bir ilişki başlatır. Faye’in bu şarkıya duyduğu sevgi, onun karakterini tanımlayan temel özelliklerden biridir. Daha da önemlisi, şarkının Batı kıyısına dair çizdiği kaçış fantezisi — güneş, kum ve tüm dertlerin dalgayla kaybolduğu bir dünya — onun için Amerikan Rüyası’nın özgürleştirici bir temsili gibidir. (Salata hazırlama gibi bir işiniz varsa bu fantezi fazlasıyla anlaşılabilir.) Faye bu şarkıyı yüksek sesle ve gururla çalar, çünkü çalınması gereken budur. Bu, tam anlamıyla bir klasik.
“Gimme Shelter”, The Rolling Stones
“Gimme Shelter”ı — hatta Stones’u — Martin Scorsese kadar seven başka biri var mı? (Tıpkı Wright ve Quentin Tarantino gibi o da bir müzik sahnesi ustası. Ve cevabımız: hayır.) Şarkının ilk kullanımı 1990 yapımı Goodfellas’ta, Henry Hill’in (Ray Liotta) kokain bağımlılığına doğru inişini gösteren bir montajda karşımıza çıkmıştı. Daha sonra Casino filminde de benzer bir suç montajında yer aldı. Ancak bize göre, en etkileyici kullanımı 2006 yapımı The Departed’da, filmin başlarında yer alan ve Jack Nicholson’un canlandırdığı Frank Costello’nun Boston’daki İrlandalı mafya lideri olarak yükselişini anlatan sekansta görülür. Bu sahne, “Gimme Shelter”ın neden Scorsese’nin vazgeçilmezi olduğunu çok iyi özetler: şarkının sözleri savaş, tecavüz ve cinayeti konu alır ve bu da Scorsese’nin acımasız suç hikâyeleriyle tematik olarak mükemmel bir uyum sağlar. (The Departed’ın başında Costello, bir havaalanının dışında bir adam ve kadını acımasızca infaz eder. Kadının ölümü sonrası tek tepkisi: “Garip düştü.” Deli adam.) Öte yandan, bu kadar da derinlemesine düşünmeye gerek yok. Bu şarkı, şimdiye kadar kaydedilmiş en iyi rock parçalarından biridir ve temposuyla her film sahnesine roket etkisi yaratır.
“Murder on the Dancefloor”, Sophie Ellis-Bextor
Saltburn’da gerçekten çılgınca şeyler oluyor. Emerald Fennell’in maksimalist, alaycı ve sınıf odaklı melodramı, ahlaki sınırları zorlamaktan çekinmiyor. (Barry Keoghan’ın Jacob Elordi’nin banyo suyunu içtiği sahneyi kolay kolay unutamayacaksınız.) Ancak film, muhtemelen en kışkırtıcı anını finalde yaşatıyor. Keoghan’ın canlandırdığı Oliver Quick, Catton ailesini tek tek ortadan kaldırdıktan sonra Saltburn malikanesinin ve aile servetinin tek varisi oluyor. Ardından Sophie Ellis-Bextor’un “Murder on the Dancefloor” şarkısı eşliğinde malikanenin görkemli salonlarında zaferle dans ediyor. Lezzetli ve tabu yıkan detay mı? Tamamen çıplak. Her adımında, hoplayıp zıplarken “kraliyet mücevherleri” sallanıyor. Neredeyse kelimenin tam anlamıyla “ortaya koyduğu” bir egemenlik ilanı; onu bağırlarına basan aristokratlara karşı dikilmiş bir orta parmak gibi. Sahne hem kutlamaya hem de rahatsız edici bir karanlığa sahip, özellikle de Oliver Quick’in zihinsel dengesi göz önünde bulundurulunca. Bu kaotik kapanış sahnesi, Saltburn’a şeytani bir son verirken Sophie Ellis-Bextor’un şarkısı da bu sahneyi mükemmel bir pop hitine dönüştürüyor.
“Come and Get Your Love”, Redbone
James Gunn’ın 70’ler rock’ıyla bezeli popüler çizgi roman sineması tarzına artık alışmış olabiliriz. Üç Guardians of the Galaxy filmi geride kaldı. Ama 2014’te ilk film çıktığında, Marvel sinematik evreni oturmuş bir tarza sahipti ve her şey birbirine benzemeye başlamıştı. Tam da bu yüzden Guardians taze bir nefes gibi geldi: kendine has müzik anlayışı, karizmatik oyuncu kadrosu ve absürt mizahıyla öne çıktı. Bu hava değişimini en iyi anlatan sahne ise açılış jeneriğidir. Chris Pratt’in canlandırdığı Peter Quill, yani Star-Lord, kasvetli bir uzay gezegeninin yüzeyinde Redbone’un enerjik “Come and Get Your Love” şarkısı eşliğinde dans ederek yürür. Elindeki uzay faresi mikrofon olur, odasında tek başına dans ediyormuş gibi hareket eder. Bu sahne, Guardians filmlerini diğer Marvel yapımlarından ayıran şeyin özüdür: kendilerini asla ciddiye almazlar ve bu da onları daha insanî kılar. Kısacası, bunlar arkadaş grubunuzla karaoke yapmayı seven insanlar için yapılmış süper kahraman filmleri. Ve bu kesinlikle bir iltifat.
“Where Is My Mind”, Pixies
Film tarihinin en unutulmaz finallerinden biri olarak anılan Fight Club, o meşhur ters köşesiyle sona erer: Brad Pitt’in anarşist Tyler Durden karakteri aslında Edward Norton’ın isimsiz anlatıcısının hayal ürünüdür. (Bu, anlatıcının kendini yüzünden vurup Durden’ı zihninden silmesiyle ortaya çıkar — en azından kafasında. M. Night Shyamalan bunu izlesin.) Ardından o muhteşem final gelir: Pixies’in alternatif rock klasiği “Where Is My Mind” çalmaya başlar. Anlatıcı, Marla’nın (Helena Bonham Carter) elini tutarken birlikte finans bölgesinin gökdelenlerinin, Durden’ın — yani aslında anlatıcının — kurduğu Project Mayhem tarikatı tarafından yerleştirilen patlayıcılarla yıkılışını izlerler. Film, günlük hayatın tekdüzeliğinden kaçmak, düzene başkaldırmak ve ofis duvarlarının ötesinde bir anlam bulmakla ilgilidir (o anlam insan dövmek bile olsa). Ve bu sahne, 90’ların o karanlık, isyankâr ruhunu mükemmel bir şekilde yansıtır. Gerçekten de patlayarak biten bir kapanış.
“Tiny Dancer”, Elton John
Kabul edelim, şarkıya eşlik edilen sahneler genellikle 100 üzerinden 99 kez klişe olur. Ama sonra Almost Famous gelir. Elton John’un en büyük hitlerinden “Tiny Dancer”, genç gazeteci William Miller’ın rock grubu Stillwater ile geçirdiği yolculuğun sonlarına doğru, tam yerinde devreye girer. Grubun gitaristi Russell, gençlerin düzenlediği bir partide ağır sarhoş olur ve bir evin çatısından havuza atlar (“Ben altın bir tanrıyım!” diye bağırarak). Grup üyeleri onu bulur ve tur otobüsüne zorla bindirir. Herkesin morali bozulmuştur. Sonra radyoda tanıdık piyano riff’i çalmaya başlar. Grup üyeleri sırayla şarkıya katılır: “Handing tickets out for god…” Yönetmen Cameron Crowe kamerayı karakterler arasında döndürür, müzikle canlanan yüzleri gösterir. Nereye varacağını biliyorsunuz: herkes bir ağızdan “Hold me closer, Tiny daaancerrr” diye bağırır. Bu, sinemanın en coşkulu anlarından biridir. Ama asıl büyü, William ile gizemli grupi Penny Lane arasındaki kısa diyalogdadır. “Eve gitmem gerekiyor,” der William. Penny ise şöyle cevaplar: “Zaten evindesin.” İşte bu, altın değerinde bir andır.
“Rhythm of the Night”, Corona
90’ların son döneminin sanatsal filmlerinden biri olan Claire Denis imzalı Beau Travail, Denis Lavant’ın fiziksel güce dayalı olağanüstü performansıyla öne çıkar. (Kendisi ayrıca Holy Motors filminden de tanınır.) Film, Fransız Yabancı Lejyonu’nda geçirdiği zorlu süreçler sonucu derinden yaralanmış bir askerin hikayesini anlatır. Ordu disiplininin acımasız doğası, bastırılmış homoerotik dürtüler ve kendini yadsıyan erkekliğin sınırları, karakterin ruhunu adeta emmiştir. Bu yüzden final sahnesi son derece katartik ve etkileyici bir güç taşır: Lavant’ın karakteri, aynalarla çevrili bir yeraltı kulübüne gider, Corona’nın “The Rhythm of the Night” şarkısı eşliğinde sigarasını yakar ve dans etmeye başlar. Beau Travail nihayetinde bir trajedidir, ama en azından karaktere — ve seyirciye — bir nebze arınma fırsatı tanınır. Bu sahne, adeta karakterin omuzlarındaki şeytanları Eurodance aracılığıyla silkip atması gibidir.
“These Days”, Nico
Wes Anderson, üvey kardeşler arasındaki ilişkiyi sinemaya taşımakta, bunun günümüzde internetin en yaygın porno kategorisine dönüşmesinden çok önce davranmıştı. (Tamam, Margot evlatlık ama yine de.) The Royal Tenenbaums’un en büyük başarısı — Gene Hackman’ın emekliliğinden önceki kariyer zirvesi sayılabilecek performansına ek olarak — Richie ve Margot Tenenbaum’un bir şekilde birlikte olmalarını seyirciye istemeden de olsa destekletmesidir. Bu duygunun doruk noktası, Nico’nun Jackson Browne’un 1967 tarihli “These Days” şarkısına yaptığı yorumun kullanıldığı sahnedir. Richie, Margot’yu yıllar sonra ilk kez görür; bir Green Line otobüsü yanaşır, güneşli bir Instagram filtresi havasında çekilmiş sahnede Margot (ve evet, Gwyneth Paltrow oynuyor bu önemli) yavaş çekimde otobüsten iner. Her şey sessizleşir, sonra gitar başlar. Kamera ikisinin yüzleri arasında geçiş yapar. Nico şöyle söyler: “I've been out walking, I don't do too much talking these days.” Çok fazla olay yaşanmaz aslında ama sahne tüyler ürpertici biçimde kusursuzdur: karşılıksız aşk, içine hapsedilmiş.
“Keep Me Hangin' On”, Vanilla Fudge
Tüm zamanların en iyi on “needle drop”unu seçmek zaten oldukça zorlayıcı (ve doğası gereği indirgemeci) bir çaba. Ama Quentin Tarantino gibi bir isme geldiğinizde bu görev imkânsız hale gelir. Filmografisi, tamamen efsanevi müzik seçimleriyle dolu. Sadece Pulp Fiction’da yarım düzine unutulmaz müzik sahnesi vardır; Django Unchained’deki Western tarzı Tupac çatışması, onun en çılgın B-filmi tarzı anlarından biridir. Yine de Once Upon a Time… in Hollywood’un zirveye ulaştığı o son sekans — yakın tarih yanlılığı suçlamalarınızı bir kenara bırakın, bu gerçekten onun en iyi filmi — muhtemelen yönetmenin başyapıtı sayılabilir. Katil Manson tarikatı üyeleri, Brad Pitt’in canlandırdığı Cliff Booth tarafından yerle bir edilir, ardından Leonardo DiCaprio’nun Rick Dalton’ı tarafından alev makinesiyle yakılır. Bu grotesk — ama bir o kadar da hak edilmiş — aksiyona eşlik eden şarkı mı? Vanilla Fudge’dan “Keep Me Hangin’ On.” Bu şarkı, gitarla dolu bir zirveye doğru ilerlerken Booth ve sadık pitbull’u Brandy, potansiyel katilleri yumruklayarak, ısırarak ve kafalarını ezerek etkisiz hale getirir. (Bu katillerden ikisini, henüz şöhret kazanmamış Austin Butler ve Mikey Madison canlandırıyor. Harika oyuncu seçimi.)
İlginçtir ki internet üzerindeki genel görüşe göre, Once Upon a Time… in Hollywood’daki en iyi müzik sahnesi bu değil. Çoğu kişi, Rolling Stones’un “Out of Time” şarkısıyla Sharon Tate’in 60’lar Los Angeles’ına adanmış nostaljik neon sahnesini en iyi buluyor. Evet, o da çok güzel bir an. Ama Hollywood’un kanlı ve gürültülü final sekansının yarattığı çarpıcı etki, Vanilla Fudge’ın güçlü vokalleri, çığlık çığlığa klavyesi ve Carmine Appice’ın acımasız davulları olmadan asla bu kadar etkileyici olamazdı.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.