Sözleşilen saatte fotoğraf çekimi için stüdyoya geldiğinde herkesle tek tek el sıkıştıktan sonra masaya oturup sohbete dahil oluyor. Konu futbol. Fanatik Fenerbahçeli olduğu için biraz canı sıkkın. Sarı-lacivertlilerin Teknik Direktörü Vitor Pereira’ya dair eleştirilerini sıralıyor. Daha sonra tekrar o konuya geleceğimiz için fazla derinleştirmiyoruz muhabbeti. O eleştirilerini sıralarken cep telefonları dikkatimi çekiyor. Biri son teknoloji, diğeri artık üretilmeyen eski tip bir telefon. Eski olanı işaret edip “Kırmızı hat mı var onda?” diye takılıyorum. “Sorma” diyor, “Diğer telefon hiç susmuyor; WhatsApp, Twitter, Instagram… Bazen bunalıyorum, onu kapatıp bunu kullanıyorum. Bu numaram kimsede yok.” İlerleyen saatlerde görüyorum ki, hakikaten diğer telefonu hiç susmuyor.
Kullandığı o eski model (Nokia 8910) telefonu bulmak için İstanbul’un altını üstüne getirdiğini anlatıyor. Ardından geçirdiği hastalık nedeniyle iki aydır spor yapamamasından bahsedip yeniden sahalara dönmek için gün saydığını belirtiyor.
Ortamda genelde erkeklerin yapmaktan ve parçası olmaktan hoşlandığı bir muhabbet var yani. Ama öznemiz, Türkiye’de parti kursa onu iktidara taşıyabilecek kadar çok sayıda kadının ilgi alanında. Hatta rol aldığı dizide öyle bir karakter ki, birçok erkek de öyle biri olmayı isteyebilir.
Var böyle erkekler işte... Mesela Londra’da hizmet veren ama Twitter hesabı kendinden daha meşhur kebapçı Mangal 2’nin 2013 yılında attığı bir tweet gelsin şimdi: “Tamam ama hanımlar, Ryan Gosling size kebap yapabilir mi? Aslında düşünürsek yapabilir ve lanet olsun, bahse girerim tadı da şahane olurdu.”
İşte bu imrenmenin Türkiye’deki karşılığı şu sıralar Barış Arduç. Rol aldığı Kiralık Aşk dizisiyle akıl almaz bir hayran kitlesine ulaştı. Öyle ki, dizinin bölüm fragmanı bile YouTube’da yayımlandığı anda milyonları aşan izlenme sayısına erişiyor. Dizi başladığında, kanala müdahale etme teşebbüsünüz, bir erkek maç izlerken televizyonun önünden geçmeyle eşdeğer bir tepki görüyor.
Size ufak bir test; yakınınızdaki kadınlara Barış Arduç’u sorun ve aldığınız cevapları görün. Şaşıracaksınız. Ben mesela, söyleşi öncesi “Seninkiyle söyleşim var, sormamı istediğin bir soru var mı?” diye sorduğum annemden “Nasıl? Barış Arduç’la mı görüşeceksin? Çok seviyoruz, bozmasın kendini!” cevabını aldım. Düşünün. Gün boyu süren buluşmamızda da insanların onun fotoğraflarını çekip hayranı olduğunu bildiği kişilere göndererek prim yaptığına tanık oldum.
Bu durumun nedenini merak ediyorum haliyle. Kendisini sevenlerin yaş skalasının bu kadar geniş olmasına sevindiğini belirtip anlatıyor: “Vereceğim spesifik bir örnek yok. Ama herhalde fizyolojik olarak iyi yüzlü, bizim evin oğlu imajı veriyorum. Ya da oynadığım karakterin çok fazla falsosu yok ya; düzgün, eli ekmek tutan, beyefendi profil ya; belki o profil etkileyicidir onların gözünde. Belki 15 yaşındaki çocuğunun büyüyünce böyle bir imaja sahip olması hayalini kuruyordur...”
Bu hayran kitlesinin kimi yaş grupları enteresan tepkiler veriyor. Dizi çekimi sırasında oturduğu bankı öpenler oluyormuş. “O bank da Yenibosna’da biliyor musun” diye başlıyor: “Nereden geldin diye soruyorum, Beykoz diyor. Şehir dışından gelen var. Bazen yorulduğum oluyor hakikaten. 200 kişiyle selfie çektirmek düşüncesi zorlayabiliyor ama şu detay geliyor aklıma: Kalkıp Bursa’dan Yenibosna’ya geliyor! Ne için geliyor? Sevmiş işte. O yüzden mümkün olduğunda 400 kişiyle de selfie çektiriyorum. Çok yorucu, evet ama bazen de kabul etmek gerekiyor bu durumu.”
Kısa bir hikayesini geçelim Barış Arduç’un, bilmeyenler için. Emlakçı bir babayla tekstille uğraşan bir annenin çocuğu olarak, İsviçre’de doğuyor. Dedesi çalışmak için gurbete giden ilk nesillerden. Bir abisi, bir de kardeşi olan Barış, ilkokula başlayacağı sırada Türkiye’ye dönüş kararı alınıyor. Abisiyle beraber, aileden önce geliyor memlekete. Eşini yeni kaybeden, iki kızı olan halasının yanına Sakarya’ya yerleşiyorlar. Daha sonra Gölcük ve deprem. Bu kez istikamet Bolu. Sonra Düzce depremi. İstanbul’a anne ve babası boşandıktan sonra geliyorlar. Annesiyle yaşamaya başlıyor Arduç. O günden beri de İstanbul’da.
Abisi gayrimenkul işiyle uğraşıyor, kardeşi de Spor Akademisi’ne hazırlanıyor. Anne-babası ayrı ama medeni şekilde görüşüyorlarmış. “Anne mi, baba mı?” diye sorunca nazik bir cevap alıyorum: “Annemle büyüdüm. Bir de erkek daha kolay ayakta durabilir, kadın biraz daha desteğe ihtiyaç duyabilir diye düşünüyoruz ya... Aslında kadınlar bence erkeklere göre daha güçlü varlıklar. Becerebilme yeteneklerinin her konuda daha fazla olduğuna inanıyorum. Bir anneci olma durumu var.”
İsviçre’den Türkiye’ye gelirken yanında kültürel miras olarak ne getirdiğini soruyorum. Ufak yaşta öğrendiği Almancayı, Türkiye’ye ısınma döneminde unutmasına hayıflanıyor: “Kültür şoku yaşıyorsunuz, büyük bir çatışmanın içine giriyorsunuz; eğitim sisteminden tut, günlük sosyal faaliyetlere kadar her şey çok başka. İsviçre ve Türkiye, iyi kötü diye kıyaslamayacağım şu an ama hakikaten başka. O yaşta, o kültür farklılığıyla savaşırken, bir de sınıfta seninle aynı dili konuşmayan 30 kişi var. Dolayısıyla sahip olduğun Almanca için beynin bir şekilde ‘at şunu, at at at!’ diyor. Kendime attığım belki de en büyük kazıktır. Halihazırda böyle biraz bakınca şunu hatırlıyor gibiyim, bu ne demekti diyorum. Biraz vakit bulsam aslında diziden, hem İngilizceyi biraz daha parlatmak hem de şu bilinçaltında duran Almancayı canlandırmak için bir Berlin, sonra Los Angeles ya da İngiltere gibi planlarım var.”
Dergimizin yayın yönetmeni Okan Can Yantır sağ olsun, bana hep günümüz jönleriyle söyleşi fırsatı tanıdığı için, bu Los Angeles’a gitme fikrini oyuncuların çoğundan duyar oldum. “Refah seviyesi yükselince buradan kaçma isteği mi geliyor, yoksa şöhret mi bunaltıyor?” diye giriyorum lafa. “Durumdan şikayet değil de atıyorum, ben şimdi Türkiye’nin herhangi bir yerine tatile gitmeye kalksam tanınmamam biraz zor. Bazen kendi başınıza kalmak, kimsenin tanımadığı bir coğrafyada olmak istiyorsunuz. Buna ihtiyaç duyuyorsunuz. Terapi gibi bir şey. Gidip üç-beş yıl bir yerde yaşayacağımı zannetmiyorum. Çünkü ben yaşadığım ülkeyi de, İstanbul’u da çok seviyorum. Beyoğlu’nu, Galata’yı, Eminönü’nü, Etiler’i, Caddebostan’ı; sadece orası değil, İzmir’i de” diyor.
İzmir’i hiç sevmeyen biri olarak son bir-iki senede bu şehre ısındığını belirtme ihtiyacı hissediyor. “İzmir milliyetçiliği”nin onda biraz ters teptiğini ama gidip görünce şehri çok beğendiğini anlatıyor.
İki aydır spor yapamayan Arduç, hayatının en üzgün dönemini geçirmiş. Çünkü spor yapmayı çok seviyor. Peki nasıl onunki gibi bir fiziğe sahip oluruz biz de? “Galiba şununla alakalı; hareket varsa ye ama hareket yoksa yediğine dikkat edeceksin. En tehlikeliler, şeker ve alkol. Yoksa kilolarca et, belki tereyağlı pide bile yesen bir şekilde enerjiye dönüyor ama şeker ve alkolü yakmak hakikaten çok zor; ekstra planlı programlı antrenman düzenine girmek gerekiyor. Ben görev gibi değil de kaliteli vakit geçirmek için bunları yapıyorum, rutinimde bunlar var dediğin an zaten göbek gitti mi diye de bir kaygın olmuyor.”
Kiralık Aşk dizisinde deyim yerindeyse bir Rönesans adamını canlandırıyor Arduç: İtalyanca biliyor, şarabın iyisinden anlıyor, resim ve heykel merakı var, opera dinliyor, iyi yemek yapıyor, kibar, ruha hitap ediyor. Bunun ne kadarı gerçek hayatına da uyuyor peki? Sürpriz bir başlangıç yapıyor cevaba. Meğerse önceden abisiyle beraber restoran açıp batırmışlar. Şimdi olsa sanırım altı ay rezervasyonu kapalı olur. “Denemek lazım” diyor.
Gelelim Rönesans muhabbetine: “Yemek yapmaktan anlarım. Özellikle İtalyan mutfağı konusunda iyiyimdir. Et manyağı bir adamım. Izgara-barbekü işlerinden anlarım, fena değilimdir ama şaraptan çok anladığımı söyleyemem. Çok düzgün eğitim hayatı olan biri de değildim. Biraz haşarı, yaramazdım. Derslerim fena değildi ama daha çok bizim coğrafyanın erkekleri gibi serserilikle, top peşinde; öyle geçti. Centilmenlik deyince… Bence nefes alıp veren her erkeğin o kalıplarda olması güzel bir şey. Öyle olmaya gayret ediyorum, umarım herkes de öyle olur. İngilizcem fena değildir. Gittiğin bir yurtdışı tatilde o dilden anlamamak fazlasıyla sinirini bozuyor insanın. Dolayısıyla biraz daha kamçılıyor bu beni. Bir aksilik olmazsa iki sene içinde en az iki yabancı dil bilen bir adam olmak isterim.”
Dünyayı gezmekten bahsedince en sevdiği yerleri soruyorum. İspanya diyor, başka bir şey demiyor. Bir sürü kentini gezmiş ülkenin, şimdi sırada San Sebastian varmış: “Granada, Malaga, Barselona, Madrid ve Mallorca’ya gittim. İspanya’da bir şey var; atalarımız mı oradan, bilmiyorum. Bir şey çekiyor. Oraya gidince kendimi iyi, huzurlu hissediyorum. Havası, suyu, yemekleri... Tapas muhabbetine bayılıyorum ben. Barselona’nın mimarisi de çok hoşuma gidiyor. İleride yurtdışında yaşarsam Barselona olabilir.”
Barış Arduç’la İstanbul’da oynanan Fenerbahçe-Braga maçının olduğu gün buluştuk. 1-0 skor tahmini tutsa da “tur bizim” tahmini maalesef tutmadı. Artık maçları sakin izlediğini ama derbilerde hâlâ kendini kaybettiğini söylüyor. Sarı-lacivertli kulübe kongre üyesi olmayı planlayan Arduç, şike soruşturmasında Fenerbahçe’ye haksızlık yapıldığını düşünüyor: “Ona bulaşmak, bulaşmamak bambaşka konu ama bütün ihalenin Fenerbahçe’ye kalması canımı sıkmıştı benim tabii ki. Kabak başımıza patladı gibi bir durum oldu. Ama ondan da alnımızın akıyla sıyrıldık. Şu anda da her şey yolunda gidiyor.”
O Robin van Persie’yle barışmadığı sürece Barış Arduç da teknik direktör Pereira’yla barışmayacağını söylüyor. “Böyle büyük, kült olmuş isimler Türkiye’ye gelince 90 dakikalık maç süresince, uzun uzadıya izlemek istiyorsun onları. Buna engel kim deyince Pereira söylendiği için ona ‘abicim napıyorsun, güzel abimi salsana’ gibi bir serzenişte bulunuyoruz.”
Biraz deşince hayalindeki şehri anlatıyor. Barselona’da görmüş: “Plajının şehirle iç içe olması delirtti beni. İnsanlar ofisinden çıkıyor; takım elbiseli jilet abiler, çok güzel kadınlar falan bir kabine girip, mayosunu giyip, içkisini yudumlayıp suyuna dalıyor; sonra dönüp hiçbir şey olmamış gibi kravatını takıp ofisine gidebiliyor. Böyle bir yaşam tarzı olabilir mi? Hani çok iyi hissettirmez mi? Bayıldım. Zaten bisiklet... Galiba gelişmiş ülkelerin en büyük belirtisi, caddelerinde bisiklete binen vatandaşları. Bizim ülkemizde benim hissettiğim belki de en büyük eksiklik bu. Bisiklet müthiş bir özgürlük bence. Kadın çocuğunu sepete koymuş gezdiriyor, işte biri takım elbisesiyle işine gidiyor; o trafiği görünce insana bir huzur geliyor. Buradaki korna sesi, agresifliğin tam karşısında duran naif bir resim. Huzurlu değil mi sence de? Şehrin kaosunu bile unutturur insana...”
Sporcu kişiliğini lisansla taçlandıran Barış Arduç, sekiz sene cankurtaranlık yapmış. Zor bir yerde, Şile’de. Kurtardığı kişinin 1000’den fazla olduğunu söylüyor. Unutamadığı ise: “Benim olduğum bölgenin 1 km solunda, sahilin başında vukuat olmuştu. Oradaki arkadaşım biraz daha tecrübesizdi diyeyim; bizi anons etmişti, gelin diye. 1 km koşup kurtarmaya çalıştık. Bir hala-yeğen vardı. İki kadın. Onlara yetişememiştik. Unutamadığım an odur. Bazen rüyalarıma giriyordu da son bir-iki yıldır baş etmeyi öğrendim. Sıcağı sıcağınayken kötüydüm.”
Onun oyunculuğuyla ilgili yorumları okuduğunuzda bir şey dikkatinizi çekiyor: Dizi boyunca dudaklarının ıslak olması, dudak ısırması çok konuşuluyor. “Nedir bu dudak olayı?” diyorum. Gülüp “Şöyle bir durum var” diye başlıyor: “Dizide canlandırdığım Ömer’i bundan sonra oynayacağım karakterden ayrıştırmak için bir şey bulmak zorundaydım. Sonuçta ben aynı Barış’ım, fizyolojik olarak çok değişme şansım yok; jest, mimik ya da tikle ayrıştırmak daha kolay geliyor. Ömer’de de dudak ıslatıp konuşma gibi bir şey bulduk. Bu da güzel hizmet etti karaktere. Kimine seksi geldi, kimine itici. Ama itici gelen genelde erkekler olduğu için hoşuma da gidiyor. Onlara itici gelsin, kadınlar sevince sorun yok.”
Hayran kitlesi arasında beklenildiği gibi Araplar da var. Yazın Lübnan’da ödül alacakmış. Instagram’daki yorumlarda da Arap hayranlarının çokluğunu görüp şaşırıyor.
Bu yazı boş geçirmek istemiyor fakat kafasına uygun bir film projesine rastlamamış henüz. “Nuri Bilge Ceylan ya da Zeki Demirkubuz filminde rol almak gibi ihtirasın var mı?” diye soruyorum: “Hastalık boyutunda değil ama festival filmlerinde yer almak herhalde her oyuncunun isteyeceği bir şeydir. Çünkü orada biraz daha hikayenin içinde oluyorsunuz; sizin görüntünüzden çok filmin hikayesi, yönetmenin mahareti mevzubahis; o durumun içinde olmak çok hoşuma gider. Aslında festival filmi, gişe filmi diye ayırmak bence çok manasız ama Türkiye’de öyle bir çark oturmuş vaziyette. Sadece paraya çevirmek için çekilen filmler ve dert anlatan filmler diye ayıralım biz. Derdi olan, role isminiz cisminizle değil de kabiliyetle yön verebileceğiniz konusunda destekleyen bir yönetmenle, onun inandığı bir hikayenin içinde olmak beni mutlu eder. Öyle planlarım da var zaten.”
Ne diyelim; Barış Arduç, Türkiye’nin Ryan Gosling’iyse “dert anlatan” filmlerin de hakkından gelecektir elbet. Biz de merakla izleyeceğiz.