Alexandra Savior yaşadığı mücadeleleri açıkça paylaşan, hayatında geçirdiği evrelere dönüp baktığında yaptığı hataları kabul eden, yaratım sürecindeki zorluklardan bahseden, üretimdeki tıkanıklığı göz ardı etmeyen, dolayısıyla kendisiyle dürüst ilişki yaşayan bir sanatçı. Müzik dünyasına erken yaşta adım atıp, o kargaşa içerisinde kendini tanıma fırsatı bulduğu için de tanıyanların biraz daha yakından öğrenip, tanımayanların da örnek alabileceği karakterlerden…
Seni tanımayanlar için bu kadar erken yaşta hayatının kontrolünü eline alıp kendi videolarını yönetmen ve albüm kapağını tasarlamandan başlayalım…
Aslında kariyerime çok erken yaşta başladım ve uzun bir süre her şey benim kontrolümün dışında gelişti. O yüzden şarkılarımı yayınlarken olabildiğince kendi dokunuşlarımı yaparak kendimi ortaya koymak istedim. Resim yapmaya 12 yaşında başladığım için o konuda yaratmak benim için çok kolaydı. Fakat video yönetmenliğini arkadaşlarımı izleyerek ve Los Angeles ve Portland’da farklı kreatif projelere dahil olarak öğrendim. Müzik videolarımın hepsini ben yönetmiyorum – sık sık fikrimi yansıtabilmeleri için başka insanlarla beraber çalışıyorum. Beş yıldır ufak bir 8-mm kameram var ve gurur duyduğum işler de çektim ama bazı utandığım kısa filmlerim de var!
Courtney Love ile enteresan bir hikayen var. Onun gibi biri tarafında keşfedilmek nasıl bir histi?
Evet! Şu an sanki üzerinden asırlar geçmiş gibi geliyor. İlk başıma geldiğinde müthiş heyecanlanmıştım; zaten genel olarak Courtney ilgimi çok çekiyordu. Okuldan eve döndüğümde onunla uzun uzun telefonda konuşur ve birbirimize mail atardık. Şöyle bir resim çizeyim size; beni evimizdeki telefondan arardı, evimizdeki telefon da domates şeklindeydi. 16-17 yaşlarında mutfağımızın yerinde oturup bir domatesten Courtney Love’ın kariyer tüyolarını dinlerdim. Çok özel bir deneyim olduğu kesin!
Eğer yarın hayatında yeni bir bölüme başlayacak olsan, ilk paragrafta ne yazardı?
“Bir varmış bir yokmuş… Piyangoyu kazanan bir kıza, sihirli bir şekilde bol çiçekli ve meyve ağaçlı müthiş bir ev verilmiş…”
Yeni albümün “The Archer” senin için yeniden başlamayı nasıl sembolize ediyor?
“The Archer” şu an bana biraz eski geliyor ama 2020’nin başlarında piyasaya sürüldüğünde bir besteci olarak kendi alanımı sahiplenebilmeyi sembolize ediyordu ve beni çok özgürleştirmişti.
Yeni bir sayfa çevirmek ile ilişkilendirdiğin hisler neler?
Bu soruyu şu an cevaplamak çok zor çünkü geçen senenin arafta olma hissinde takılı hissediyorum. Sanki yeni bir sayfaya çok uzun süredir geçemeyecek gibi hissediyorum.
Dünyanın yeni dinamikleri yaratım sürecini nasıl etkiledi?
Yaratıcılığımı tetikleyen şeylerden biri değişim ve çok uzun süredir stabil, inişi çıkışı olmayan bir hayat sürdüğümden bir şeyler üretmek çok sıkıntılı oluyor. İlham bulmakta zorlanıyorum, genel resme baktığımda müziğimin önemini görmekte zorlanıyorum. Bu durağan ve kaos içerisinde yaşadığımız dönemde aptal şarkılarım önemsiz geliyor.
İlk albümüne müzik üretmekle yeni yaptığın işler arasında nasıl bir fark var?
İlk albümü birisiyle beraber, belli zamanlamalara uyarak, daha yapılı bir düzende yapmıştım; iş gibiydi yani. Fakat şimdi tek başıma, kendi evimde müzik yapıyorum. Duygusal bağlarımı kesip ürettiğim işe dışardan bakabilmek daha zor olsa da yaptığım işe kendimi çok daha bağlı hissediyorum.
Müzik dünyasının karanlık tarafından biraz bahseder misin?
Bu endüstri son derece manipülatif ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir yer olabiliyor. Duygusal saldırıların olduğu bir ilişkiye benzetebilirim, sürekli sana yalan söyleniyor ve kontrol ediliyorsun ama ilişkiyi kaybetmekten çok korktuğun için onu elinde tutmak için gereken her şeyi yapmaya hazırsın. İşin çoğunu kendim yaparak bu dünyayı kaçmaya çalışıyorum fakat şu ana kadar çok da işime yaradığını söyleyemeyeceğim. En azından beni iyi anladığını düşündüğüm bir ekibim var ve elimden geleninin en iyisini yapıyorum.
Cevaplamaktan en çok sıkıldığın sorular hangisi?
Bu biraz çelişkili bir soru – cevap vermek istemiyorum bile! Sanırım bir tanesi “Bir kadın olarak müzik endüstrisinde olmak nasıl bir şey?” Bunu cevaplamayı hiç sevmiyorum ve eğer dürüstçe cevaplarsam da küçümsüyormuşum ve politik bir şey söylüyormuşum gibi oluyor. Halbuki öyle bir şey yok, sadece dürüstüm.
Alışık olduğumuz pop şarkılarına ters düştüğü için müzik tarzın “alternatif” olarak gruplanabiliyor. Kendini nasıl tanımlarsın?
Açıkçası kendime müzisyen olarak tanımlamıyorum, sanatçı demeyi tercih ediyorum ve müzik yaratım sürecinde en zorlandığım dışavurumlardan bir tanesi. Çok duygusal bir insanım ve bazen performans sergilemek veya sosyal medyada aktif olmak benim için zorlu bir süreç oluyor. Özeleştirim çok kuvvetli ve herhangi bir kategori ya da topluluğa dahil olmakla ilgili zorlanıyorum. Olduğum kişiyi tüm açıklığıyla yansıtmak pürüzlü bir süreç benim için çünkü bugünün cilalı standardına uygun olduğumu düşünmüyorum. Dürüst ve safım ama ben olabilmek için birileri benim müziğimi ya da sanatımı sevmediğinde sanki beni, en derin halimle sevmiyorlarmış gibi hissediyorum. Daha hala personamı yaratmam lazım, ya da Beyonce’nin sözleriyle “Sasha Fierce”imi. Onu yapma konusunda çekiniyorum çünkü egosantrik algılanmak istemiyorum – uzun vadede öyle olmanın dönüşü daha iyi olacak olsa bile. Kısır bir döngü bu.
Şu ana kadarki en iyi konser deneyimin hangisiydi?
“The Archer” albümünü ilk kez çalıp insanların şarkıları söylediklerini duyduğumuz an olağanüstüydü ama tek bir an seçmek çok zor; turda olduğunuz zaman temel olarak zombi gibi oluyorsunuz.
Neden müzisyensin?
Başka bir şey yapmayı bilmiyorum.
Bu yazı “Kendin Olma” Klişesini Başarmak başlığıyla #GQBahar21 sayısında yayınlanmıştır.