Ekranın diğer tarafında gözleri ışıl ışıl parlayarak “Günaydın” diyen Alex Kapranos, sahnede izlediğimde delirdiğim rock star’dan farklı, çok samimi, sakin, birazdan çayını yudumlayarak bir plak yerleştirip mırıldanmaya başlayacak bir İngiliz gibi görünüyor. “Çok heyecanlıyım, konuşmayı unutursam affet” diyorum, gülmeye başlıyor, fanlarının heyecanına alışkın, yine de mütevazı bir tavırla teşekkür ediyor. Sohbete başlamadan ismimin nasıl telaffuz edildiğini soruyor ve doğru söylediğinden emin oluyor. Her yabancı “star” ile yaşanan bir detay değil bu.
Yunan kökenleri olan İskoç müzisyen, Franz Ferdinand grubunun kurucusu ve vokali. “Take Me Out” “Ulysses” “This Fire” “No You Girls” gibi hitlerin ve yüzlerce ödülün sahibi grup, 24-25 Eylül’deki Cheerz Festival’de sahne alacak. Öncesinde Alex Kapranos ile zoom üzerinden iki eski dostmuşuz gibi sohbet ettik!
Kraliçe için baş sağlığı dilemeli miyim söze başlamadan?
ALEX: Yani benim için çok fark etmiyor ama sen istersen dileyebilirsin tabii. Bana kraliçe sadece uzaktan tanıdık, tatlı bir hanımefendi gibi geliyordu ama monarşi taraftarı değilim. Monarşi bence eski çağda kalmış bir yönetim türü.
Ben de kraliçenin ölümünden ziyade, corgileri (köpekleri) için endişeleniyordum…
Aaa evet, corgileri! Ama onlara başka bir yerde bakılacağını duydum. Aşırı sevimli, akıllı köpekler değil mi? Yürüyüşleri çok komik.
Hem de çok! Benim köpeğim de corgi kırması.
Arkadaşım Stuart’ın, (Mogwai grubunun gitaristi Stuart Braithwaite’ten bahsediyor) köpeği de corgi kırması. Adı da Prince of Glasgow. Çok tatlı, Instagram’dan bakabilirsin.
Senin hiç evcil hayvanın var mı?
Hayır, yok. Çok isterdim ama sürekli turnedeyken bir hayvanı evde tutmanın adil olduğunu düşünmüyorum. Bir hayvanınız varsa eve gelip “Selam, ben burdayım” dedikten bir gece sonra “Bye bye, ben kaçtım” diyemezsiniz.
Doğru ama şu an sabah saat 11 ve bir rock star için çok erken bir saat olduğunu sanıyordum o yüzden belki yanlış düşünüyorum ve köpeğin de vardır demiştim…
Aslında dün turneden döndüm ve hala jet lag halindeyim. Yani şu an saatin kaç olduğuna dair hiç fkrim yok! Amerika turnesi, sonra Meksika sonra İspanya derken zaman kavramı kalmadı.
İstanbul’a tekrar geleceğiniz için heyecanlı mısın peki?
Hem de nasıl! En son 2019’da gelmiştik sanırım. Orda mıydın?
O dönem Türkiye’de yaşamıyordum ben…
Peki bu kez gelecek misin?
Bunu söylemekten nefret ediyorum, çok da utanıyorum ama hayır, o tarihte kuzenimin düğünü için Londra’da olacağım.
Nasıl yani yer mi değiştirmiş olacağız? Bir dakika, o zaman Londra konserimize gel, Alexandra Palace’ta…
Ah şahane! Çok isterim. Ne zaman konser?
Ekim başında…
İstanbul’a dönmüş olacağım… Nasıl bir şans!
Belki konser için tekrar gelirsin? (Burayı adamcağıza kur farkını anlatmamak için gülerek geçmek zorunda kaldım…) Londra’yı iyi biliyor musun?
Evet, öyle diyebiliriz.
Güzel. Zamanımı İskoçya ve Londra arasında geçiriyorum. Londra’da yaşadığım Dalston bölgesinde çok fazla Türk var. Evden çıktığım anda sağım solum Türk restoranı dolu, çok güzel yemekleriniz var. Gerçekten tam olarak 3 dakika yürüme mesafemde çok iyi Türk restoranları var. (Alex aynı zamanda bir yemek yazarı. Uzun süre İngiltere’nin en büyük gazetesi The Guardian’da yemek yazıları yazdığı bir köşesi vardı. Bir yemek kitabı da var.)
En sevdiğin yemeğimiz hangisi?
Ah adını unuttum, bol zeytinyağlı, patlıcanlı yemek, akıl almaz güzel.
Ah adını unuttum, bol zeytinyağlı, patlıcanlı yemek, akıl almaz güzel.
Karnıyarık mı? Hani içinde kıyma olan?
Hayır, o da güzel, bunu yiyene kadar o favorimdi ama bunu yiyince delirdim. Neydi? Hah buldum, imam bayıldı (İngiliz aksanıyla imaam bayildi olarak okuyun). Dünyanın en iyi yemeklerinden biri! Umami lezzetlerini çok seviyorum. Patlıcanı da uzun süre kısık ateşte pişirince harika bir tadı oluyor. Zaten genel olarak çok daha basit yemekleri tercih ediyorum. Fazla özenilmiş ya da sırf farklı olsun diye yapılan deneysel yemekleri hiç sevmiyorum. Basit, sade ve lezzetli olması gerekir yemeğin.
Ah! İmam bayıldı gerçekten çok güzeldir! Yemekten bu kadar coşkulu bahsetmen ne kadar güzel!
Öyle değil mi? Gerçekten coşuyorum yemek konuşurken. O nedenle İstanbul’a gelmeyi de dört gözle bekliyorum, yemekler için. Muhtemelen senin için çok sıradandır ve biraz turistik olduğu kesin ama Boğaz kenarındaki o küçük balık restoranlarına bayılıyorum.
Boğaz ve o tarih hiçbir zaman sıradanlaşmıyor!
İşte bu! Çok sevindim buna. Bir de ne seviyorum biliyor musun? Gittiğim her yerde pazarları gezmeyi! Ama turistik pazarlardan bahsetmiyorum, gerçekten lokal, küçük, basit pazarlarda gerçek tadı buluyorsun. O zaman bir şehrin gerçek yüzünü görüyorsun. İnsanların birbiri ile konuşma şekli, tatlar, kokular şehri tanımlıyor. Mexico City’ye her gittiğimde uğradığım bir pazar var mesela. En iyi acı biber orada satılıyor. Bu sefer yine gittim. Özellikle “wahaca” diye, eski deri gibi görünen bir biber var. Ondan alıyorum. Çok çok acı ama çok güzel. (İsmi karıştırıyor olabilir, bahsettiği deri görünümlü biber “ancho” türü olmalı ama wahaca da çok acı!) Annem her sene Türkiye’ye geliyor tatil için. Ege tarafında evi var ve Barbara diye bir arkadaşıyla en az 1 hafta tatil yapıyorlar. Bence babamdan kaçıp kafasını dinliyor ama o buna tatil diyor… Her gelişinde muhakkak bana bir paket kekik getirmesini istiyorum. Bir paket bana yaklaşık bir sene yetiyor. Bayılıyorum oradan gelen kekiğin kokusuna, tazeliğine. Güney Doğu Türkiye’yi merak ediyorum çünkü gittiğim restoranların çoğu o bölgeden ve çok güzel şeyler anlatıyorlar o bölge ile ilgili. Batıdaki sahil şeridinin büyük ksımını gezdim. Efes aklımdan çıkmıyor. Adamlar sanki 1 hafta önce oradaymışlar, antik kentte yaşıyorlarmış ve bir anda kaybolmuşlar gibi hissettirmişti. Çok şanslıyım, Meksika’da pazar, İspanya’da deniz ürünleri sonra İstanbul… Ciddi anlamda şanslıyım!
Sahiden şanslısınız! İngiltere’ye geri dönersek, Dalston’da Türk restoranlarının yanı sıra çok iyi canlı müzik barları ve publar da var…
Evet, doğru. O yüzden bu bölgede yaşamayı seviyorum. Neler olup bittiğini, özellikle yeni grupları burada rahatlıkla takip edebiliyorum. Bu gece de yeni bir grubu dinlemek için çıkacağım.
Soruları hazırlarken düşündüm de sizi en son izlediğimde neredeyse 10 yıl önce Sziget Müzik Festivali’ndeydim. İzlediğim en iyi konserlerdendi, hala aklımda. Ama bunu hatırlamak kendimi yaşlı hissetmeme neden oldu. Sonra NME’ye verdiğiniz bir röportajı okurken hakkınızda “veteran” (olgun, yaşla birlikte tecrübelenmiş) dediklerini gördüm… Yani veteran benim için Rolling Stones ya da David Gilmour olabilir ancak… Sen veteran olarak görüyor musun kendini? Grubu sormuyorum çünkü yeni elemanlar daha genç…
(Kahkahalar atıyor) Aslında düşününce ilk albümümüz 18 yıl önce çıktı! Oldukça uzun bir zaman önce yani. Ama sahnede her seferinde tam olarak 20 yıl önce, ilk konserimize çıktığımız gibi hissediyorum. Şarkılar da aynı hissettiriyor. Olduğum noktadan çok memnunum. Sahnede çok rahatım. Bir sanatçı olarak nasıl ilerleyeceğini görebilmek için kendine örnek aldığın kişilere bakmalısın. Nick Cave mesela. Yaklaşık 40 yıl oldu o sahneye çıkalı ve o derinlik, güç hala orada. Hatta aslında şu an eskiden olmayan bir derinliğe sahip performansları. Tecrübe kazanmak sanatı ilerletiyor. Benim için büyük ilham kaynağı olan Sparks ikilisi, Mael biraderler de öyle. Rock’n Roll dünyasında bunun örnekleri çok fazla. “Elden kayıp giden gençlik” kavramına gereksiz anlam yükleniyor. Mesela 20 yaşında ölen Buddy Holly ya da Eddie Cochran. Ölümlerinin üstünden 60 yıl geçti ve hala rock böyle hızlı ölümlerde olan bir yaşammış gibi algılanıyor. Ama hayır, değil. Her zaman o ilk yaratıcılık kıvılcımından öteye gitmek istiyorsun. Ben de kendimle ilgili sadece ilerliyormuşum gibi hissediyorum.
Bu sene yayınladığınız Hits To The Heads albümünü yaparken yani eski hitlerinizi yeniden kaydederken de bu hisler içinde miydiniz? Hep iyi anılara mı odaklandınız yoksa arada pişmanlıklar, kırgınlıklar da var mıydı?
Gerçekten o albümü yaparken çok keyif aldım çünkü ben bir şarkıyı yapıp kaydederim ve bir daha açıp dinlemem. Şarkıları canlı olarak çalıyorum ama açıp dinleme ihtiyacı duymuyorum. O yüzden güzeldi yeniden dinlemek. Bir de ben nostalji fanı değilim. Eskide yaşamayı sevmiyorum, geleceğe bakmayı tercih ediyorum. Ama bugün nerede olduğunu anlamak için arada bir geriye bakmak iyi oluyor. Bir nevi retrospektif sergisi gibi. Görsel sanatlarda çok fazla sanatçı bunu yapıyor ve ben de epey fazla retrospektif sergi gezdim. Bir ressamın retrospektifine baktığın zaman bir çan eğrisi görüyorsun. Nerede başlamış şu an nerede. Ve eğer şanslıysan sanatçının karakterine, hayata bakışına dair şeyler de yakalıyorsun. Ben de şarkıları bir araya getirirken böyle hissettim. Bütün şarkıların bir Franz Ferdinand şarkısı olduğu belli ama hepsi farklı yerlerden geliyorlar. Bir de küçükken “hit şarkılar” albümlerini çok severdim. Nihayet bizim de böyle bir albümümüz oldu. Bu biraz yeni bir dönem başlangıcı gibi. (Grubun 20 yıllık davulcusu Paul Thomson geçen sene herkesi şaşırtarak gruptan ayrıldı ve bagetlerini Audrey Tait’e devretti. 20 yıl erkek grubu olarak dünyayı gezip şimdi grupta bir kadın olmasının nasıl bir değişiklik olduğunu da konuşmak isterdim ama vaktimiz kalmadı.)
O zaman albümdeki 2 yeni şarkınızdan “Billy Goodbye” geride bıraktığınız döneme bir veda niteliğinde mi?
Bu güzel bir metafor, sevdim bunu. Çünkü aslında Billy Goodbye şarkısının duygusu da “Hayatındaki, geçmişindeki en iyi anları unutma”. Hoşçakal diyebilirsin birine, bir döneme ama bu yaşanan iyi anları unutmanı gerektirmiyor. O anların neşesini kutlamaya devam edebilirsin. Çünkü 20 yılda tabii ki çok güzel anlar yaşıyorsun. Hala bazen rüyada olmadığımı anlamak için kendimi cimdiklemek istiyorum. Çok şanslıyım bunları yaşadığım için. Müziğin kaderim olduğunu düşünüyorum. Çocukluğumdan beri hayalim şarkı yazmak ve bir grubun vokali olmaktı. Ama hayatımdaki insanlara bakınca görüyorum ki bir çoğu “kaderi” olduğunu düşündükleri hayatı yaşamıyor. Bunu yapabilmek, içinden geleni hayata geçirebilmek büyük bir şans ve sana yoğun bir tatmin yaşatıyor.
Geçenlerde Z kuşağından bir rock grubu ile sohbet ederken “Biz dünyada kaydedilmiş bütün şarkılara anında ulaşabilen ilk nesiliz. Bu bize müzikte bambaşka bir çeşitlilik getirdi” demişlerdi. Çok düşündüm bunu, haklılar. Ben çocukken ya karışık kaset ya da “Greatest Hits” albümlerini alırdım. Sevdiğim şarkıcının kaydettiği tüm şarkılara ulaşmak zordu. Oysa şimdi bambaşka. Eğer şu an bir ergen olsaydın yapacağın müzik değişir miydi?
Zannetmiyorum çünkü aslında benim de hayal edebileceğim her müziğe erişimin vardı. Glasgow’da şimdi kurulmayan bir bit pazarından plaklar alıyordum. Tanesi 50 cent’e LP’ler hem de. Bazıları çok nadir bulunan özel plaklardı. Üstelik o plakların kapaklarına, plaklardaki sanata dokunabiliyordum. Bazen hiç bilmediğim bir sanatçının plağını sırf kapağı güzel diye aldığım oluyordu. Normalde dinlemeyeceğim müzikler çıkıyordu arada, çok heyecan vericiydi. Elbette hepsi tertemiz, çok iyi durumda plakalr değildi ama her müzik vardı. Her şeyi dinlemek için açlık çekiyordum resmen ve tüm müzik parmaklarımın ucundaydı ama bu Spotify ya da Deezer ya da başka platformda bir tuşa basarak olmuyordu. Müzik avına çıkıyordum, araştırıyordum, buluyordum çünkü dinlemeye açtım. Sabahın 6’sında pazara gidiyordum ve bütün paramı plaklara harcıyordum. Şu anki durumda müzisyenler elbette talihliler ama bir yandan bu biraz açık büfede yemek yemek gibi. Önünde çok fazla şey var, her şeyden bir parça alabiliyorsun ama hiçbiriyle yeterince zaman geçirip derinine inemiyorsun. Bir plağı defalarca dinleyip derinliğine inmenin keyfi başka.
Alex, bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederim! Bir dahaki İstanbul konserinizi kaçırmayacağım, söz!
Ben teşekkür ederim, çok güzeldi. Bütün konserlerimize bekliyorum ve kuzenine sevgiler, tebrik ediyorum. Düğünde iyi eğlenceler!