Slide gitar, her zaman beni en çok etkileyen gitar türü olmuştur. Müzik türünde ise blues. Hound Dog Taylor, Junior Kimbrough ve John Lee Hooker, Lightnin’ Hopkins’le geçen yıllarım. Evet, slide gitarın daima en büyük hayranı oldum. Hiçbir zaman çok iyi bir slide gitar sanatçısı olamayacağımı ise ironik bir şekilde Ry Cooder’ı ve Johnny Winter’ın Highway 61’ini dinlerken fark etmiştim.
Tamamen kaza eseri aslında. Başka seçeneğim yoktu, hem kiramı da ödeyemiyordum. Evet, müzisyenlik yaparken iki yakam bir araya gelmiyordu. Arkadaşlarım ve ben Güney Florida’dan Los Angeles’a gelmiştik. Yanlış yerde olduğumuzu biliyorduk. O uzun saçlı müzik gruplarının devriydi çünkü. Plak şirketleri punk pop ya da her neyse, o müzik türüne itibar etmiyordu ve bizi de mevcut piyasaya hazır bulmuyorlardı. O zamanlar daha çok Mötley Crüe tarzı geçerliydi.
Evet, Guns N’ Roses. Sanırım hepsi aynı kuaföre gidiyordu.
Bizimki galiba daha çok Elvis Costello, Clash ya da ona benzer bir tarzdı, The Libertines’e de uzak sayılmazdık. Yine de ortalığa çıktığımızda kimsenin ilgisini çekemedik. Şurada burada bir-iki önemsiz konser verebildik yalnızca. Epey başarısız günlerdi. İşte tam da o günlerde bir arkadaşım, menajeriyle tanışmam gerektiğini, bende aktör havası sezdiğini söyledi. İlk kez seçmelere gittim ve rolü aldım. O ilk film, Elm Sokağı Kabusu’ydu. 1984 yılıydı sanırım. Kısacası aktör olma hayalim yokken, bir anda bu işlerin içine girdim. Özellikle ilk yıllar tek kaygım, kiramı ödeyebilmekti. Hangi filmlerde oynadığımın önemi bile yoktu. Hem zaten ben müzisyendim ve bu alanda kariyer yapacaktım. Derken işler gelişti, 30 yıl sonra hâlâ aktörlük yapıyorum. Hayat gerçekten çok tuhaf.
Hayır, yok.
Her zaman bunu tercih ettim. Birlikte beste yapıp kayda dökme şansına sahip olduğum dostlarım var, insanın hayal bile edemeyeceği güzellikte ilişkiler kurdum onlarla. Paul McCartney’le birlikte çalmak mesela, ne büyük şans. Benim için müzik, tuhaf bir ikinci hayat anlamına geliyor. Oyunculuktaki gibi karakterlere bürünmediğim, konuşmama gerek olmayan, yalnızca beynimden ya da kalbimden damarlarım yoluyla parmaklarıma iletilip kendiliğinden dile gelen bir şey.
Kesinlikle. Yaratıcı her süreci seviyorum. Çocukken gitar çalabilmeyi çok istiyordum, 12 yaşındayken kendime 25 dolarlık bir gitar aldım ve neredeyse bir yıl boyunca odama kapanıp akor çalışarak, plak dinleyerek kendi kendime çalmayı öğrendim. Tıpkı bir role hazırlanır gibi hazırladım kendimi ve sonunda başardım.
Doğru. Müzisyenlerin de organik bir şekilde büründükleri karakterler var. Benim şimdiki işime yaklaşımım da müziğe yaklaşımım gibi sanırım; hiçbir şeyi iki kere yapmamak lazım bu hayatta. Her zaman kendine daha ileri hedefler koymalısın. Daha iyi rollerde yer almalısın. Müzikte de acayip sesler çıkarmalısın belki de, ne bileyim (gülüyor)…
Edward Scissorhands ile Kaptan Jack benim için rakipsizdir. Kaptan Jack’teki o ukala, saygısız ve umursamaz tavrı çok sevmiştim. İşte bu, bir karakteri canlandırmanın en büyük lüksü; rolünü üstlendiğin karakter sayesinde istediğin kadar saygısızca davranabiliyorsun ve insanlar buna kızmak yerine gülüyor. Senin o davranışların umurlarında dahi değil. Ya da Edward karakterini ele alalım. O senaryoyu okuduğum anı ve karakterin saflığına delice bağlandığımı hatırlıyorum. Sahip olduğum bir köpeği hatırlatmıştı bana, o köpeği koşulsuz sevdiğim gibi sevmiştim Edward karakterini.
Evet, arkadaştık zaten.
Ortak bir arkadaşımız vardı. Bir yıl boyunca Aspen’deydik ve bir gün bana akşam bara gitmemi, Hunter’ın da geleceğini söyledi. Kabul edip gittim. Orada bazı arkadaşlarla tanıştım, biraz takıldıktan sonraysa ön kapı açıldı ve içeri çılgın Hunter girdi. Kendisini bize tanıttı ve böylece onun çılgınlığına karşı hayranlığım da başlamış oldu.
Evet, çok fazla yazısını okumuştum. Beni gerçekten güldüren çok az yazar vardır. Mesela Terry Southern onlardan biridir. Hunter ise listenin en başında yer alanlardan. O yüzden evet, onu önceden de okuyordum ve tanışmadan önce bir hayli heyecanlandım. Tanıştığımız gece evine gittik, birlikte bahçesinde takıldık ve o günden sonra iki yakın arkadaş olduk.
Daima, Fear and Loathing in Las Vegas (Las Vegas’ta Koku ve Nefret) romanından bahsederdi. Bana bu romanı film yapmak isteyip istemeyeceğimi sordu. New York’ta Four Seasons’da takılıyordu ve onun odasındaydık. Ona şöyle cevap verdim: “Bilirsin Hunter, The Rum Diary filminin çekimleri tamamlandığında eğer seni yeterince iyi canlandırdığımı düşünmezsen, hayatının geri kalanı boyunca benden nefret etmen için bir sebebin olacak.” O da “Aynı şans senin için de geçerli, öyle değil mi?” diyerek gülmüştü. Çekimler sona erip de film vizyona girdiğinde onu aradım; benden nefret edip etmediğini öğrenmem gerekiyordu. O ise telefonda bana hayranlıkla karışık bir ses tonuyla şunları söyledi: “Hayır dostum, hissettiğim tam da şu; bu film benim için kaybedilmiş bir savaşın ardından çalan trampet gibiydi...”
Çektiğimiz reklam filmi Los Angeles’tan çöllere uzanan delice bir hikayeye sahipti. Onun gerçekten harika olduğunu düşünüyorum ve vizyonuna çok güveniyorum. Neden bu tarz bir reklam filminde oynadığıma gelince... Bu tarz bir iş daha önce hiç yapmamıştım fakat bence bazı sanat dalları yok olmak üzere. Bazı ustalar da aynı şekilde. Yok oluyorlar çünkü dijital çağ bizi yıkıp geçiyor Bu yüzden elle yapılan sanatların bence yaşatılması gerek. Onlarca kokuyu birleştirerek yepyeni bir parfüm elde etmek de bu sanatlardan biri ve bence muhteşem bir iş.
Mesela televizyonu düşünün; iyi iş çıkarılan onlarca program var. Netflix ve diğerlerinde de öyle. 55 dakikaya sığdırılan akıllıca senaryolar, The Newsroom tadında programlar... Bence televizyon da, artık en az sinema kadar sanatsal işlerin var olduğu bir yere dönüşüyor.
Ah, evet ve The Killing. Bu işleri gerçekten yenilikçi ve etkileyici buluyorum. Köklerine dönmek gibi bir şey, kendini yeniden keşfetmek aslında. Bu arada, artık sinemada da daha müzikal işler göreceğimizi düşünüyorum, belli çerçevelerin dışına taşılıyor çünkü.