Çizgi roman janrı geçtiğimiz on yıl içerisinde korkunç bir popülerliğe kavuştu. Bunun en büyük nedeni tabii ki başarılı sinema uyarlamalarıydı. Haliyle stüdyoların bu zengin dünyaya, daha da zenginleşmek umuduyla, derinlemesine dalması gecikmedi.
Tabii çizgi roman yalnızca süper kahramanlar, süper kötüler ve süper güçlerden ibaret değil. O kadar süper olmayan hikayelere de sahip. Bunda da en önemli pay sahibi, 80lerin ortasıyla 90ların başı arasında kalan zaman diliminde, British Invasion diye bilinen, kimi İngiliz yazarların ABD çizgi roman piyasasını belirlemeye başladığı dönem diyebiliriz.
Bu dönemde yayın evleri, yetişkinlere yönelik daha “ciddi” hikayelere yönelirken söz konusu yazarlar da janrın sınırlarını esnetmeye başlar. Matrix’e büyük ilham veren Invisibles’ın yazarı Grant Morrison, Watchmen ve V for Vendetta ile bildiğimiz Alan Moore ve pek tabii ki Sandman’in yazarı Neil Gaiman bu jenerasyona üyedir.
Neil Gaiman aslında yabancı olduğunuz bir yazar değil. Karşınıza çıkmış olması kuvvetle muhtemel American Gods aynı isimli kitabından uyarlandı. Hala devam eden Good Omens da Terry Prachett’la yazdığı, aynı isme sahip romanından uyarlama.
Gaiman’ın belirleyici özelliği masallara, mitlere, kollektif, bize birleştiren hikayelere olan ilgisi. Ve bu temaları sıklıkla kullanması. Sandman de bu mit toplama ve yeniden yorumlama merakının belki de en başarılı örneği. Bu durum, baktığımızda çizgi roman janrının doğal bir sonucu aslında. Çünkü, en azından ABD merkezli çizgi roman anlayışındaki, tüm o süper kahramanların da Yunan Pantheon’undan ve kimi diğer çok tanrılı dinin tanrı ve tanrıça seçkisinden bir farkı yok. İnsani kusurlara sahip ancak sıradan bir ölümlüden kat be kat güçlü, belli bir portfolyoya sahip figürler.
Gaiman’ın kurduğu mit ise daha az kaba ve masalsı. Burada kahramanlarımız kötülerle yumruklarıyla değil, gerektiğinde aşık atışmasıyla “dövüşüyor.” Haliyle dikkat dövüşü kimin kazanacağından çok neden dövüşüldüğüne çekilebiliyor. Böylece de ister istemez daha yetişkin temalar sularına yelken açıyoruz. Tabii bunun eninde sonunda bir masal olduğunu unutmadan.
Sandman mitosunun en özgün ve belirgin unsurları ise Sonsuzlar (Endless). Bunlar bildiğimiz anlamda tanrı değiller. Hatta yeri geldi mi bunu üstüne basa basa belirtiyorlar. Tanrıların aksine insan inancıyla oluşmamış, başından beri olan ve hep olacak kavramlar. Ancak hâkim oldukları kavramın mutlak hakimleri. Bu kavramlar daKader (Destiny), Ölüm (Death), Rüya (Dream/Morpheus), Yıkım (Destruction), Arzu (Desire), Keder (Despair) ve Hezeyan (Delirium). Tabii bunların yanı sıra hikâyede bildik çok tanrılı ve tek tanrılı unsurlar da yer alıyor. Örneğin bir Cehennem mevcut ve başında da yakından tanıdığımız Lucifer var.
Hikâyenin ana karakteri, adından da anlayabileceğimiz üzere Sandman’in ta kendisi, Rüyaların Efendisi, Rüya ya da Morpheus. Başına gelen talihsiz bir esir düşme sonucu (“Nasıl yahu? Bir kavram nasıl esir düşer?”) başlayan macerası ile de yaratılan evrenin kurallarını öğrenirken, insan olmanın getirdiği kimi zamansız sorunlara da, kimi zaman ölümsüz bir varlığın bakış açısıyla, eğiliyoruz.
Daha fazla kafa konfeksiyonu yapmadan başarılı fotoğrafçı Ali Kalyoncu’nun, dizinin yaratıcıları Neil Gaiman, Allan Heinberg (Sex and the City, The OC, Gilmore Girls, Grey’s Anatomy, Wonder Women, Young Avengers) ile dizinin oyuncuları Tom Sturridge (Dream), Jenna Coleman (Johanna Constantine), Gwendoline Christie (Lucifer), Kirby Howell-Baptiste (Death), Razane Jammal (Lyta Hall), Vivienne Acheampong (Lucienne) ve Vanesu Samunyai (Rose Walker) ile yaptığı röportaja geçiyoruz.
“Hayaller gerçektir. Bakış açılarından, görüntülerden, anılardan, kötü kelime oyunlarından ve kayıp umutlardan oluşurlar”.
Rüya belki de canlandırması, hatta kavranması en zor Sonsuzlardan biri. Doğası gereği uçucu ve yoruma açık. Böyle bir Sonsuz’u, Morpheus’u nasıl canlandırdınız?
Tom Sturridge: Başladığımda bu neredeyse imkansızdı. Aylar süren, uzun bir süreç gerekti. Ancak bu hazırlık süreci neredeyse 2500 sayfa tutan tüm Sandman külliyatını tekrar tekrar okumam için gerekli zamanı tanıdı. Tabii bu kadar uzun süre o dünyanın içinde kalınca karakterin bir kısmı içinize işliyor.
Dizide David Thewlis tarafından canlandırılan John Dee karakterinin, Rosemary adlı başka bir karakterle birlikte yolculuk yaptığı bir bölüm var. Bir yakutu almaya gidiyorlar. Orada John DeeRosemary’e “Hayaller gerçektir” diyor. “Ve bakış açılarından, görüntülerden, anılardan, kötü kelime oyunlarından ve kayıp umutlardan oluşurlar”. Evet, neredeyse karakteri böyle oluşturdum diyebilirim.
Kulağa oldukça zor geliyor.
TomSturridge: Evet. Ancak prodüksiyon işimi bir nebze kolaylaştırdı. Vivienne gibi başarılı oyuncularla, gerçekten inşa edilmiş, dokunabileceğiniz setlerde, zaman zaman ateşi yüzünüzü yakacak biçimdehissederek oynadığınızda karaktere girmemek gibi bir imkânınız olmuyor. Karakteri ister istemez buluyorsunuz. Çünkü gerçekten o dünyanın içindesiniz. Böylece önceden dikkatle okuduğumuz, kafamızda canlandırdığımız karakterlerbüyüleyici bir biçimde ete ve kemiğe bürünüyor.
Peki Morpheus’un güçlerine gerçekten sahip olsaydınız ne yapardınız? Rüyalar Alemi’ni olduğu gibi bırakır mıydınız yoksa bir şeyleri değiştirir miydiniz?
TomSturridge: Morpheus artık bir parçam gibi. O nedenle aynen onun yaptıklarını yapardım. Herkesi rüyalarında güvende tutardım.
Lucienne, Morpheus’un karakter gelişiminde önemli bir karakter. Sonsuzların zamansız ve bize yabancı zihinleriyle, biz ölümlülerin “kusurlu” bakış açılarını uzlaştıran bir niteliği var. Hangi kişilik özellikleri bu uzlaşmayı sağlamasına olanak tanıyor?
Vivienne Acheampong: Bu çok iyi bir soru. Bence Lucienne’in en hayranlık uyandıran niteliği, bir adım geride durabilmesi. Böylelikle gözlemde bulunabiliyor. Dikkatlice düşünüyor. Ve konuşurken de aynı özeni gösteriyor. Ani kararlar almıyor.
Bir diğer özelliği de empati yapabilmesi. Morpheus’a büyük bir saygı duyuyor. Onu ve Rüyalar Alemi’ni seviyor ve ikisini de korumak istiyor. Bunu açıkça görebiliyoruz.
Merhametli de.
Vivienne Acheampong: Evet, merhametli. Bence Lucienne için Rüyalar Alemi’nin “koruyucusu” olmak büyük bir onur. Sanırım Corinthian karakteri diyordu: “İnsanlar hayalleri tarafından yönetilir”. Hepimiz hayal kuruyor ve rüya görüyoruz. Ve rüyalarımız belki de en özgür olduğumuz yer. En derin korkularımız, içimizdeki karanlık noktalar, tutkularımız, arzularımız orada. O nedenle Rüya Alemi oldukça önemli bir diyar ve onu korumak büyük bir sorumluluk.
Lucienne bu nedenle bazen Morpheus’u nazikçe yönlendirmek zorunda hissediyor. En azından insanlığını bulması hususunda.
Ama Tom, Morpheus’a o insanlığı zaten çok güzel bir biçimde katıyor.
Evet ama başlangıçta Morpheus daha nötr bir halde. İyi ve kötü tanımlarının ötesinde, ancak yine de insani kusurlar barındıran bir doğal fenomen gibi.
TomSturridge: Katılıyorum. Bu beni heyecanlandıran bir unsur. Genelde ana karakterleri daha “kahramanca” niteliklerle görmeye alışkınız. Sandman’de ise bu böyle değil. Morpheus ahlaki olarak karmaşık ve hatta belirsiz bir karakter. Vivienne’in dediği gibi, olağanüstü bir sorumluluğa sahip olduğundan inanılmaz bir disipline ve içgörüye sahip. Bu da onu mesafeli ve okuması zor kılıyor. Özellikle de başta. Ancak onla daha fazla vakit geçirmeye başladığınızda bu değişiyor. Çünkü herkesin hayallerini hatmetmek ve onları anlamak ister istemez korkunç bir empati geliştirmenize neden oluyor. Nihayetinde benceMorpheus’un belirleyici özelliği de bu.
Bu uyarlamayı yıllardır bekliyorduk. Bir bakıma, Sandman’i tutsak eden Burgess gibi siz de Sandman’i bunca yıl bizden esirgediniz. Peki neden bu kadar beklediniz? Neden daha önce bir Sandman uyarlaması denenmedi? Neden şimdi ve neden Netflix?
Neil Gaiman: Bunun en büyük nedeni Sandman’in haklarına sahip olmamam. Sandman’in hak sahipleri DC Comics ve Warner Brothers. Elbette geçtiğimiz yıllarda pek çok kişi Sandman’i sinemaya uyarlamaya çalıştı. Ancak ilgilenmedikleri tek insan, asıl çizgi romanı yazan adam, yani bendim.
Değişen tek şey, bu süre zarfında kendimi iyi bir alamete dönüştürmemdi. Yazarlığın haricinde bir senarist ve dizi yapımcısı olarak da kendimi kanıtlayıp kimi ödüller kazandım. Böylelikle Warner Brothers, böyle bir uyarlamada çalışmamın bir problem değil, aksine faydalı bir şey olabileceğini görmüş oldu. Nihayetinde beni projeye bu biçimde dahil etmeleri, uyarlamanın gerçekleşmesine olanak tanıdı.
Dizi ve çizgi roman sektöründe uzun yıllar çalışmış biri olarak Sandman’i uyarlarken yaşadığınız en büyük zorluk neydi?
Allan Heinberg: Kaynak metne sadık kalırken hikayeyi, yeni keşfedecek izleyicilere, ve hatta hayatlarında hiç çizgi roman izlememiş insanlara da erişilebilir kılmaktı. Bu zorlu bir süreçti. Ancak stüdyo yöneticileri bu konuda bize oldukça yardımcı oldu. Sonuçta hiçbiri çizgi roman okuru değildi ve Sandman’ibilmiyorlardı. Böylelikle onlarla birlikte çalışırken ve kendimizi onlara açıklarken doğru ayarı yakalayabildiğimize inanıyorum. Serinin hayranlarının bekledikleri her şeyi bulacakları, seriyi yeni keşfedenlerin de ilk görüşte sevebilecekleri bir iş çıkardık.
Peki bir Young Avengers uyarlaması görecek miyiz?
Allan Heinberg: Bu tamamen karakterlerin hak sahibi stüdyoya kalmış bir şey. Karakterlerden bazıları çoktan başka uyarlamalarda yer aldı. Neden olmasın? Ben de umut ediyorum.
Ölüm, kurgudaki en ikonik karakterlerden biri. Genelde de karşımıza karanlık ve ürkütücü bir biçimde çıkar. Sandman’de ise Ölüm oldukça neşeli ve pozitif. Bu basit bir tersyüz mü yoksa sağlam gerekçeleri olan bir değişiklik mi?
Kirby Howell-Baptiste: Tabii bunu en iyi bilecek olan Neil. Ama konuşmalarımızdan ve Neil’ın yazdıklarından çıkardığım, dünyayı olduğu ve olmasını umduğunu şekilde yansıtmakta son derece yetenekli olduğu yönünde. Sandman haricindeki işlerinde de dış görünüşünden oldukça farklı olan karakterlerle karşılaşıyoruz. Burada Ölüm de neredeyse ütopik bir ideal olarak karşımıza çıkıyor. Hayat var olduğu sürece olacak bu şeyin, yaniölümün, olabilecek en iyi hali ne olurdu? Hepimiz, kaçınılmaz olarak, onunla karşılaştığımızda, bunun nasıl olmasını umardık? Acısız, korkusuz ve çekincesiz. Bence Neil, Ölüm üzerinden bunu gösteriyor. Yani bunun basit bir tersyüz, alıp tersine çevirme ya da benzeri bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu bence iyi kurgulanmış, gerekçeli bir değişiklik.
Neil’ın yazarlığının mimari bir niteliği var. Dünyalar ve fikirler inşa ediyor. Yazdıklarının da bu nedenle bu kadar uzun süre dayandığına inanıyorum.
Lucifer. En büyük melekten en kötü şeytana. Bu bir terfi miydi yoksa rütbe düşürme mi?
GwendolineChristie: Korkarım bu bir rütbe düşürmeydi.
Gerçekten mi? Karakteri öyle sakin ve rahatlıkla oynuyorsunuz ki.
Gwendoline Christie: Çünkü rütben düşürülmüş gibi davranmazsın! Öyle değilmiş gibi yaparsın. Bence Lucifer’in büyük bir travması var. Tanrı’nın Gözdesi’nin, Seçilmiş Olan’ın, Işıkgetiren’in tam tersine dönüşmek ve Cehennemin efendisi olmaya zorlanmak aslında çok sıradan, aşağı bir pozisyon. Çünkü orada yalnızca acı var. Manevra yapılacak bir alan yok. Sahip olduğun tek şey işkence ve daha çok işkence. Ve bence bu kadar işkence bir yerden sonra sıradanlaşıyor, sıkıcı bir hale geliyor. Duyarsızlaşıyorsun. Farklılıklar yok. Hayatı tüm renkleriyle tadamıyorsun.
Yani bence Lucifer’in başına gelenler o kadar sıkıcı, o kadar yıkıcı ve o kadar travmatikti ki yapabileceği tek şey bu durumla kurumlanmak. İçinde bulunduğu bu durumdan keyif alır gibi yapmak. Cehennem’in gördüğü en büyük hükümdar gibi davranmaktan başka bir şansı yok.
Constantine bir ölümlü. Bu nedenle diğer zamansız, statik karakterlere nazaran daha dinamik. Onu diğerlerinden ayıran nitelikler neler?
JennaColeman: Constantine’i ilginç kılan, yeteneğinin kendi tercihi olmaması. Bence bu onun üzerinde inanılmaz bir yük. Yapmak zorunda kaldığı şeyleri aslında yapmak istemediğine inanıyorum. Kullandığı güçleri doğuştan geliyor ve hep bir bedeli var. Bu nedenle derinlerde bir yerlerde ciddi bir bitkinlik olduğunu düşünüyorum. Bir yorgunluk. Gerçekleştirdiği her şeytan çıkarmanın bir bedeli oluyor. Yakınlaştığı herkesi kaybediyor. Bu nedenle derin bir isteksizliği var. Takındığı maske de bundan kaynaklanıyor.Bence çok ama çok yalnız.
Lyta Hall diziye sürekli, insani ve kolayca bağdaşım kurulacak bir hikaye katıyor. Kayıp, kabullenme ve yeniden doğuş temaları. Kişisel olarak aynı kararları alır mıydınız? Bazen gerçeklerle yüzleşmektense rüyalara kaçmak daha mı iyi?
RazaneJammal: Evet. Evet bunu yaptım. Karakterimin yaşadığına benzer şeyler yaşadığım bir dönem oldu. Annemi kaybettiğimde o kaybetme sürecini ben de yaşadım ve evet, annemle bir rüyada ya da cennette birlikte olma fırsatım olsaydı herhalde herkese “görüşürüz, ben annemi görmeye gidiyorum” derdim. Kesinlikle. Burayı terk ederdim. Görüşürüz Ali!
Rose dizinin sonlarına doğru bir tartışma başlatıyor: Gücü sorumlu kullanmak ve herkesin iyiliği için fedakarlıkta bulunmak. Bu mesaj günümüzde nasıl bir anlam taşıyor? Bencil isteklerimizle herkesin iyiliği arasındaki çizgiyi nasıl çizebiliriz?
VanesuSamunyai: Kendini kollamak bence çok önemli. Bazen insanlar fedakârlık yapmaya, yardımcı olmaya çalışırken kendilerini ikinci plana atıyor. Bunu annemde ve çevremdeki çoğu insanda görebiliyorum. Bu nedenle önce insanın önce kendine bakması, kendini düşünmesi lazım. Tabii bununla birlikte herkesin iyiliği için bazen fedakarlıkta bulunmak da gerekiyor. Tanrım! Bilemiyorum! Eğer biri gerçekten Rose’un yaşadıklarını yaşasaydı ve tüm dünyanın kaderi omuzlarında olsaydı…
Hepimizi ortadan kaldırır mıydın?
VanesuSamunyai: Bundan bahsediyorum! Sanırım o durumda olsaydık o fedakarlığı yapmak kaçınılmaz olurdu. Hem öyle bir durumda yalnızca kendini ve sevdiklerini kurtarmanın faydası ne? Geri kalan herkes ölmüş olacak!