Bridgerton’ın ilk sezonu “Dickensvari” bir dönemde, Bay Darcy ve Leydi Crawley’leri izleme kapasitemizin iki katına çıktığı Noel zamanında yayınlanmıştı. Aslında dizinin olumlu yanları olduğu söylenebilir. Mesela görsel açıdan Fransız pastanelerinin vitrinleri kadar ihtişamlı ve herkesin hayran kalacağı güzellikte ve yakışıklılıkta insanlarla dolu bir oyuncu kadrosuna sahip olması gibi. İlk sezonu, aylar süren karantine döneminin ardından yayınlanan dizi, her sezonda dedikoduya aç ruhlarımızı romantizm ve sırlarla dolu senaryosuyla doyuruyor. Belki birçok kişi planlarını iptal edip yerine bu dizinin yeni sezonunu izleyecek, ancak bunu yapmadan önce iki kere düşünün derim çünkü bir hayal kırıklığıyla sonuçlanabilir.
Julia Quinn’in çok satan romanlarından uyarlanan ve Downton Abbey ile Gossip Girl’ün karışımı gibi olan Bridgerton dizisinin hikayesi şöyle ilerliyor: Anonim bir yazar, Lady Whistledown takma adıyla Londra’nın yüksek sosyetesine ücretsiz bir dedikodu gazetesi dağıtmaya başlıyor. Dizi boyunca Julie Andrews tarafından seslendirilen anonim anlatıcımız, yazacak konu bulma konusunda hiç sıkıntı çekmiyor çünkü genç, uygun bekar erkeklerin hoş bir kız, daha doğrusu hoş bir çeyiz arayışına girdiği sezon artık gelmiş durumda ve aşk, özellikle peşinde olduğunuz şey aşk değil de statü olduğunda bir savaş alanına dönüşebiliyor. Israrcı anneler kızlarını korselerin içine tıkıyor ve balolarda sergiliyorlar; umutlu erkekler ertesi gün kapılarına lüks hediyelerle geliyor. Sonrasında içecekler kazara dökülüyor, rakip bekarların elbiselerini mahvediyor, kıskançlık ve entrikalar dostlukları tehdit ediyor…
Dizide her şey “iyi” ilerliyor ama asıl sorun da bu, çünkü her şey “harika” olabilirdi. Shonda Rhimes’ın yapımcılığını üstlendiği Bridgerton'ın en dikkat çekici yönlerinden biri, bir dönem draması için inanılmaz derecede çeşitli bir oyuncu kadrosuna sahip olması. Farklı insanların bu bağlamda temsil edilmesi diziye canlılık katsa da çeşitli oyuncu seçimi konusunda aynı eski hataları yapmaya devam ediyor. Örneğin, ilk çıkışını yaptıktan sonra bekarlardan en çok ilgiyi gören kadın, açık tenli siyahi bir kadın olan, Ruby Barker tarafından canlandırılan Marina Thompson iken, bu evlilik oyunlarından uzak kalmak isteyen bekar ise, açık tenli siyahi bir adam olan, Regé-Jean Page tarafından canlandırılan Dük Simon Basset.
Dizide yüksek sosyetede, siyahi bir kadının ilgi görmesi her ne kadar heyecan verici bir durum olsa da bir yandan da dizi, oyuncularını seçerken “renk çeşitliliğine” bu kadar önem verirken ayrımcılık tuzağına düşüyor. Ayrıca dizilerde koyu renk tenine sahip karakterler temsil edilse de genelde Bridgerton’daki Thompson ya da Basset kadar yüksek statüde olmuyorlar. Bu yüzden, Bridgerton için doğru yönde bir adım attığı söylenebilir. Ancak bununla sınırlı kaldığını görmek hayal kırıklığı yaratıyor, özellikle de tam tersini yapması beklenen bir dizide. Yeterince ilerlemeyen potansiyel bir atılımı görmek hayal kırıklığının daha da artmasına sebep oluyor.
Günümüz ve tarih arasındaki sınırların bulanıklaştığı anlarda, tipik bir dönem romansından daha heyecan verici bir şey izlediğinizi hissediyorsunuz. Mesela bir balo sahnesinde, günümüz şarkılarından “Thank You Next”in klasik müziğe uyarlanmış versiyonunu bir kemancının çaldığını duyabiliyorsunuz. Fon müziğinde Ariana Grande çaldığını anlayınca, izlerleyen bölümlerde de daha fazla “çağdaş sürpriz yumurtalar” görmeyi umuyorsunuz. Ancak çok geçmeden karakterler klasik bir Jane Austen romanından kopyalanmış diyaloglara geri dönüyor. Nicola Coughlan’ın canlandırdığı Penelope Featherington’ın, bir adamla evlenmekten ziyade eğitimine odaklanmak istediğini söyledikten sonra kendi yolunu çizeceğini düşünüyorsunuz, ancak ilk bölümün sonunda yakışıklı bir bekardan bir partide etkilenmiş oluyor. Toplumun beklentilerine uymayan tek kişi ise Basset, ancak o da ana karakter Daphne Bridgerton (Phoebe Dynevor) ile hem statüsünü yükseltecek hem de bekar kalmasına olanak tanıyacak sahte bir flört anlaşması yaptığında, daha en başında ikilinin sonunda birbirlerine âşık olacağını kolayca tahmin edebiliyorsunuz. Bu yüzden de dizide, aşkta ve savaşta her şey tahmin edilebilir oluyor.
Belki de insanların günlük yaşamlarında içinde bulundukları belirsizliklerden kaçmak için önceden tahmin edebilecekleri bir dönem draması izlemeye ihtiyaçları vardır. Ancak şaşırtıcı olmayan sonlar kulağa pek de heyecan verici gelmiyor değil mi? Netflix’te büyük ümitlerle ve heyecanla Bridgerton’ı açacak, belki izlerken takdir edecek, ancak sonunda beklentilerinizin boşa çıktığını göreceksiniz. Bu boşluğu sevdiğiniz dizileri tekrar izleyerek doldursanız sizin için daha iyi olur. Eğer gidişatı tahmin edilebilir ve sürprizsiz bir şeyler izleyecekseniz, en azından gerçekten keyif aldığınız bir şeyi izlemiş olursunuz.
Bu içerik ilk olarak British GQ web sitesinde yayınlanmıştır.
Not: Bridgerton ilerleyen sezonlarda oyuncu ve karakter çeşitliliği konusunda daha olumlu bir tablo çiziyor.