1970’lerin sonları disko, funk, punk ve tuhaf new wave akımlarının yükseldiği bir dönemdi. Eski güzel rock’n’roll, Led Zeppelin, Black Sabbath ve Rolling Stones’un zirvede olduğu erken 70’lerin ardından ciddi bir durgunluk yaşıyordu ve sanki bir daha o seviyeye çıkamayacak gibiydi.
Sonra AC/DC sahneye çıktı ve sert rock’ın kalıp sesini yarattı. Öncekiler görkemli sololar, abartılı özgüven gösterileri ve renkli şovlarla öne çıkarken, AC/DC müziğini Malcolm Young’ın güçlü ritim gitarı üzerine kurdu. Bu müzik, dişlerini titreten türdendi.
Buna bir de türün anarşik alt tonlarını benimsemelerini ekle. Baş gitarist Angus Young, Zorro ya da goril kostümüyle sahneye çıkmayı denedikten sonra, nihayet kendine özgü (hala garip ama eğlenceli) okul çocuğu üniformasını buldu. Grup ayrıca adlarının “Anti-Christ/Devil’s Child” (şeytani çocuk) anlamına geldiği yönündeki söylentilerle dalga geçmeyi sevdi, oysa gerçekte isim “Alternating Current/Direct Current” yani alternatif akım/doğru akım terimlerinden geliyordu. Tüm bunlar, müzik tarihinin en tutkulu hayran kitlesine sahip gruplarından birini yarattı.
Peki, en iyi işleri hangisiydi? Hangilerini atlayabilirsin? İşte senin için hazırladığımız, en iyiden biraz daha az iyiye doğru sıralanmış AC/DC albümleri listesi.
Tüm zamanların en çok satan ikinci albümü olması tesadüf değildir. Bu albüm, Bon Scott’sız yola devam etme kararlılığının en güçlü ifadesidir. Scott’ın ölümünden yalnızca beş ay sonra çıkan albüm, grubu yeniden tanımlamıştır. Yeni solist Brian Johnson’ın enerjik karizmasıyla (ki Scott’ın kendisinin de hayranı olduğu söylenir) albüm “Hell’s Bells” parçasındaki tehditkâr bir sabırla açılır. Young kardeşlerin gitarları, şarkının ilk dakikasında yavaş yavaş yükselir ve ardından albüm boyunca gökyüzünde bir plato üzerinde süzülür.
Başlık parçası “Back in Black”, grubun ham enerjiyi kusursuzlukla buluşturma yeteneğinin en net örneğidir. Johnson’ın vokali, Malcolm Young’ın yön veren riff’ine bağlı kalarak onun etrafında özgürce dolaşır. Ne riff ama. Ne albüm ama. Ne grup ama.
Eğer AC/DC’nin “rafine” ve “rafine olmayan” iki versiyonu varsa, bu albüm ikinci kategorinin zirvesidir. Albüm, keskin gitar riff’leri, gürleyen baslar ve Bon Scott’ın içgüdüsel çığlıklarıyla doludur. En çok öne çıkan parçalar arasında albümle aynı adı taşıyan “Let There Be Rock”, ardından Scott’ın mikrofona “cut this” diye tükürerek başladığı “Problem Child” ve efsaneleşmiş “Whole Lotta Rosie” vardır. “Problem Child”, Highway to Hell’in karanlık bir habercisi gibidir ve T.N.T.’nin enerjisini de içinde barındırır. “Whole Lotta Rosie” ise sanki Rolling Stones’un tüm üyelerinin ayaklarına bastıktan sonra onları ön antrenman içeceğiyle doldurup kayda almışsın gibi duyulur.
Bon Scott döneminin son albümü, grubun Amerika’da (ve dolayısıyla dünyada) gerçekten patlama yaptığı ilk albümdü. Dinlediğinde nedenini anlamak zor değil. Başlık parçası, gitar tarihinin en ikonik rifflerinden birine sahip. Ama bunun ötesinde, Scott’ın sesiyle ne kadar eğlendiğini açıkça gösterdiği “Touch Too Much” ve “If You Want Blood (You’ve Got It)” gibi harika parçalar da var. Muhtemelen başlık parçası olmasaydı, “If You Want Blood” albümün en popüler şarkısı olurdu.
Highway to Hell, ham – hatta çok ham – bir yeteneğin daha profesyonel bir prodüksiyonla birleştiği ve büyük başarıya ulaştığı bir albümdür. Benzeri çoktur, ama bu düzeyde olanı azdır.
“Sin City” ve “Riff Raff”, AC/DC’nin kendine özgü güç akoru tarzının en iyi örneklerindendir. Buna karşılık “Down Payment Blues” ve “Gone Shootin’”, Bon Scott’ın şaşırtıcı derecede gerçekçi bir anlatım gücüne sahip olduğunu kanıtlar. Bu iki parça sadece başarılı oldukları için değil, aynı zamanda grubun meşhur kaba ve aşırı maskülen tavrının aslında yeteneksizlikten değil, eğlenceli buldukları bir tercihten kaynaklandığını ima ettikleri için de etkileyicidir.
Grubun yıllar boyunca tarz çeşitliliği göstermediği eleştirilerine katılmak kolaydır, ancak bu albüm, isterlerse farklı yönlere de gidebileceklerinin kanıtıdır.
Biraz karmaşık bir hikâye. AC/DC, ilk albümleri T.N.T.’yi 1975’te yayımladı ama sadece Avustralya ve çevresinde. Aynı yıl içinde, yine sadece bu bölgede ikinci albümleri High Voltage’un yerel bir versiyonunu piyasaya sürdüler. Ardından 1976’da, ilk uluslararası albümlerini – yine High Voltage adıyla – çıkardılar. Bu versiyon esasen T.N.T.’deki şarkıların çoğuna birkaç eklemeydi. Yani biraz karışık, değil mi? Biz de tam anlamıyoruz ama bu liste için sadece uluslararası High Voltage versiyonunu dikkate alıyoruz; çünkü bu sürüm Avustralya dışındaki tek resmi versiyondu ve Spotify’da bulabileceğin de o.
Gelelim müziğe. Harika. “It’s a Long Way to the Top (If You Wanna Rock ’N’ Roll)” şarkısını muhtemelen School of Rock filminden hatırlarsın. “T.N.T.” ise ya Tony Hawk’s Pro Skater 4 oyunundan ya da sadece efsane olduğu için tanıdık gelebilir. “The Jack” belki duymadığın ama kesinlikle duyman gereken bir parça çünkü o da mükemmel.
Bazı açılardan grubun son albümü, en ünlü albümlerinin yeniden doğmuş bir versiyonu gibidir. 1980 yılında, solist Bon Scott’ın ölümünden beş ay sonra, AC/DC dağılmayı düşündüğü bir dönemin ardından bu fikre adeta bir yanıt olarak Back in Black albümünü çıkardı. 2020 yılında ise, turne döneminin sonunda ritim gitaristi Malcolm Young’ın vefatının üzerinden üç yıl geçmişti. Bu süreçte Angus Young dışındaki tüm grup üyeleri ya emekli olmuş ya da ara vermişti. İşte tam o anda gelen Power Up, Malcolm’un anısına adanmış bir albümdü ve çoğunlukla Angus ile Malcolm’un geçmişte birlikte üzerinde çalıştıkları fakat tamamlamadıkları şarkılardan oluşuyordu.
Açılış parçası “Realize”ın ilk otuz saniyesinde, bu albümde Malcolm’un gitarını duymayacak olsak da onun ruhunun enerjisini ve yaratıcılığını her yerde hissediyoruz. Albümün geri kalanı da mükemmel; yine de ikna olman gerekiyorsa, “Shot in the Dark” seni kesinlikle etkileyecektir.
The Razors Edge’in pürüzsüz ve cilalı tavrının tam zıttında yer alan bu albüm, o kadar ham, arsız ve baştan çıkarıcıydı ki, grubun Amerikan plak şirketi başlangıçta albümü yayınlamayı reddetti. Ancak sonunda ikna oldular ve zaman onların lehine işledi. Başlık parçası, kirli bir konsept üzerine kurulmuş: anlatıcı hem kiralık katil hem de bir tür “dert dinleyici”, seni rahatsız eden kişileri ortadan kaldırmayı teklif ediyor. Şarkı, tıngırdayan riff’ler ve Bon Scott’ın köpeksi hırıltısıyla bu fikri mükemmel şekilde yansıtıyor.
“Ride On” parçasında Scott alışılmadık biçimde duygusal bir tarafını gösteriyor. “Ain’t No Fun (Waiting Round to Be a Millionaire)” ise vokal ile ritim gitarın bir sohbet gibi aktığı, grubun özgün tarzını yansıtan mükemmel bir örnek. Ve tabii “Big Balls” – muhtemelen şarkı isimlerinde en çok “balls” kelimesini kullanan grup unvanını taşıyan AC/DC’nin bu şarkısı, neşeli, aptalca ve açık saçık bir çocuk tekerlemesi gibi.
Öncelikle albüm adındaki eksik apostrof konusuna değinmek gerekiyor. Ticari sebeplerle (görsel olarak daha iyi durduğu söylenmiş) çıkarılmış olan bu detay, albümün hikayesini de özetliyor aslında: parlak, düzgün ve çok satan ama içeriğe oranla biçime fazla önem veren bir iş. AC/DC’den derin sözler beklemiyoruz elbette, ancak müzikal olarak bile, glam rock prodüktörü Bruce Fairburn’ün aşırı temiz prodüksiyonu grubun olması gerekenden fazla cilalı duyulmasına neden oluyor.
Yine de “Moneytalks” güneşli ve enerjik rock havasıyla oldukça sıkı bir parça (yalnız gramer hatası hâlâ akıllarda). “If You Dare” ise sert rock tavrını blues temeliyle ilginç biçimde harmanlıyor. Ve sonra “Thunderstruck” var. Angus Young, sahneye çıkmadan önce karmaşık introsunu çalabilmek için her gece iki üç kez prova yaptığını söylüyor. Bunun karşılığını fazlasıyla aldı – “Thunderstruck” herkesin bildiği ve sevdiği bir klasik.
1980 tarihli Back in Black’in duygusal yoğunluğu ve muazzam başarısının ardından böyle bir albüm yapmak kolay değildi. Buna rağmen oldukça iyi bir iş çıkarılmış. Albümün mirasını genellikle başlık parçası domine etse de, ritmik olarak daha cesur “Inject the Venom” ve “Evil Walks” kesinlikle daha fazla ilgi görmeyi hak ediyor. “Evil Walks” belki biraz “Hell’s Bells”in zayıf bir versiyonu gibi ama “Hell’s Bells” o kadar iyi bir şarkı ki, bu bile dinlemeye fazlasıyla değer. Grubun ABD listelerinde 1 numaraya ulaşan ilk albümü olan For Those About to Rock için Rolling Stone o dönem “şimdiye kadarki en iyi albümleri” yorumunu yapmıştı. Değildi. Hatta pek de yakın sayılmaz. Ama yine de eğlenceli bir rock’n’roll albümü.
Bu, grubun geç dönem klasiklerinden biri. Eğer bu albüm, grubun benzer ama daha olgun işlerinden önce çıksaydı, muhtemelen orijinalliği ve enerjisi nedeniyle büyük övgü alırdı. Ancak olduğu haliyle, sanki M&S’in yıllar önce mükemmel yaptığı bir şeyin Aldi versiyonu gibi duruyor. Yine de “Rock ’n’ Roll Train” parçası, listedeki birçok albümle sorunsuz biçimde yan yana durabilir. Albüm genel olarak biraz sıradan olsa da enerjisiyle grubun hâlâ sahnede olduğunu ve gitmeye niyetleri olmadığını güçlü biçimde ilan ediyor.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.