Zordur birini anlatmak. Esasen 'o'nu değil de en fazla 'senin tanıdığın o'nu anlatabilirsin. Bu nedenle zordur. Ve aynı zamanda birini anlatmaya çalışmak, onun üzerinden şu bin bir yüzlü dünyanın bir yüzünü de anlatmaya kalkışmaktır ki, bu daha zordur...
Bahsimiz 'eski bir futbolcu'ya ait. Şimdilerde simasını çoğunlukla reklamlar ve filmlerde görsek de, artık oynayacağı bir takımı olmasa da çoğumuz için hâlâ efsanesi dillerde dolaşan bir futbolcuya... Rakiplerine değilse bile, atamayacağını bile bile 'hayata çalım atma' cüretini sürdürmeye gayret eden bir futbolcuya... Oynadığı dönemde mühim futbolcu olan ve etkileri bugüne kadar ulaşan Eric Cantona'ya...
Cantona'nın fotoğraflardaki ifadesi, ruhunun derinlerinde olan biteni kavramak isteyenler için ciddi ipuçları taşır. Çoğunlukla, Yusuf Nalkesen'in ‘Hicaz’ şarkısındaki türden bir yüz karşılar bizi vesikalıklarında: "Çatılmış kaşlarınla kime düşman gibisin..."
Fransa'nın 'sert çocukları'nın kenti Marsilya'da doğup büyümesinin de etkisiyle grileri az, siyah ile beyazı net, hayli 'keskin' biri Eric Cantona. Emek yoğun bir kent olan Marsilya, işçi sınıfı ile kuzey Afrikalı göçmenlerin kaynaklık ettiği görkemli bir alt kültüre sahip olmasıyla bilinir. Mevzuya daha derinlemesine nüfus etmek isteyenlere, Kad Merah'ın eğlenceli filmi 'Marseille'i hararetle öneririm. Elbette Cantona'nın ruh halini besleyen ortama göz atmak için kamerasını Fransız kenar mahallelerindeki hâletiruhiyeye odaklayan Mathiue Kassovitz'in bol ödüllü filmi 'La Haine'i de hatırlatmakta fayda var.
Futbolcu olarak kendi yurdunda altı takım değiştirdiği halde dikiş tutturamamasının nedeni belki de içinden çıktığı çelişkilerle barışamayacak kadar keskin olmasıydı, kim bilir... Tolerans meselesini kendi toprağında çözememiş biri olarak İngiltere'de bambaşka bir kimliğe büründü Eric Cantona. Ya da diğer taraftan bakmak gerekirse, futbolun beşiği olarak adlandırılan İngiliz kültürü bu 'dikbaşlı adam'ın aksiliğini estetize etmesine olanak tanıdı! O nedenle Cantona kendini hâlâ ‘yarı İngiliz, yarı Fransız, yarı İrlandalı’ gibi hissettiğini göğsünü gere gere dile getirir. O, İngiltere'de zuhur ettiğinde Ada futbolu ciddi manada tıkanıklık yaşıyordu. Fiziki açıdan güçlü oyuncuların uzun toplarla rakip kaleye gitmeye çalıştığı, bu nedenle maçın büyük bölümünü havada geçirmek zorunda kalan topun ve maçı izleyenlerin canının sıkıldığı arkaik bir düzen hakimdi İngiliz futboluna.
Geldiği ilk yıl, 18 sezonun ardından şampiyon olan Leeds United'a meziyetiyle büyük katkı verdi. 'Sıkıcı futbol' diyarına eğlencenin, estetiğin ve tavrın önemini hatırlattı kısa sürede. Leeds'teki şampiyonluktan bir sezon sonra takımı yarıda bırakıp hayli makul bir bonservis karşılığı Manchester United'ın (Manu) yolunu tuttu. Manu, uzun yıllar 'dünyanın bir numaralı kulübü' olarak anıldıysa bunda 'aslan payı'nı sadece iki kişi arasında bölüştürmek doğru değilse bile doğruya en yakın tutum olur. Bunlardan biri -ilki değil - bütün hadiseyi kurgulayan takım menajeri Alex Ferguson, diğeri bu kurgunun sahada ete kemiğe bürünmesini sağlayan 'özel yetenek' Eric Cantona'ydı. İkisi de birbirini tamamlarken birbirlerini yükselttiler. Birinin bilgisi, diğerinin becerisi... Eğer Ferguson bu dikbaşlı karaktere göğsünü siper edip, geniş hareket alanları sağlamasaydı ne ben bugün bu yazıyı yazardım, ne de bu yazı öncesi okuduğum onca yazı yazılabilirdi. Cantona da, 'becerili herhangi bir futbolcu' olarak sıradanlık kervanındaki yerini alırdı.
Öyle goller, öyle paslar attı ki bugün arşivlerden yaptıklarını izlerken, "Yok artık daha neler!" demeyen birisi, benim için, futbol denen oyundan yeterince zevk almayan birisidir! Topa karşı, İngiliz futbolcuları çağrıştıran kalın cüssesinden umulmayacak derecede yumuşak davranırdı. Bu da onun en büyük avantajı oldu. Futbolun rakip için en tehlikeli yanı olan, 'tahmin edilemezlik' adeta Cantona'nın bedeninde vücut bulmuştu. Bunlar işin futbolculukla ilgili yanı...
Ancak, resim ve heykele olan ilgisi, şiir ile felsefeye duyduğu yakınlık onu 'futbolcu'luktan 'futbol karakteri'ne evirirken futbolculuğunu geliştiren şey ise her daim oyunun kaynaklarına duyduğu saygı ve hürmet oldu. Aynı zamanda 'alt devre' takım arkadaşı olan bir dönemin ikon futbolcusu David Beckham, onun futbol topuyla olan ilişkisini şöyle anlatır:
"Eric'i özellikle antrenman yaparken izlemek futbol dersi izlemek gibiydi. Her gün antrenmandan sonra Cliff'teki bir sahada tek başına bir antrenman daha yapardı. Serbest vuruşlar kullanır, tam beklediğimiz gibi dönüşlerini ve kendisine ait diğer numaraları çalışırdı. Ama çoğunlukla en basit şeyleri çalışırdı. Topu olabildiğince yükseğe diker ve sonra kontrol etmeye uğraşır, ardından önce sağ ayağı sonra sol ayağıyla duvardan sektirirdi. Avrupa'nın en iyi oyuncularından biriydi ama benim daha küçükken, Chase Lane Parkı'nda babamla yaptığım çalışmaların aynısını yapıyordu!"
Bugün 'yıldız futbolcu' denildiğine akla ilk gelen Messi, Ronaldo, Suarez, Higuain, Pogba, Buffon türünde bir 'yıldız' değildir Eric Cantona. Hatta bu anlamda 'yıldız' bile değildir! Evet, oynarken takımı Manu için önemli ve 'iş bitiren' de biridir. Gerçek önemi, az önce sözünü ettiğim futbolcuların dışında bir yerde, bambaşka bir pozisyonda durabilmesiyle ilgilidir daha çok. Yine 'yakın tanık' David Beckham'a kulak verelim:
"O, Old Trafford'a (Manu'nun stadyumu) geldikten sonra farklı bir şeyler olmaya başladı. Çok kısa bir zamanda Eric hepimizin idolü haline geldi. Sanki çevresinde bir aura vardı: O ne zaman bir odaya girse odadaki her şey dururdu. Varlığının bir ağırlığı vardı. Ve bu ağırlığı zamanla bütün United oyuncularının taşıdığı bir özellik haline getirdi."
Söylemiştim ya, adamımız 'sert' biridir. Saha içinde de, dışında da... Onun sertliği bir gösteri unsuru değil, doğrudan uygulanır bir sertliktir. Sonucu neye mal olursa olsun! Charles Bukowski öykülerindeki Henry Chinaski'nin göze almaları misalindeki gibidir Eric Cantona. Alameti farikası haline gelen formanın yakasını, denizde ensesi yanmasın diye kaldıran 'para sahibi tekneci' gibi pratik bir nedenden değil, meydan okumanın bir nişanesi olarak dikerdi havaya. Ve biraz da bu 'yaka kaldırma'nın verdiği sertliğin doğal sonucu olarak futbol becerisinden çok saha içi ve dışı 'darbeleri'yle anıldı. Ve futbolculuğunun son düdüğüne yakın attığı bir ‘uçan tekme’ onca golünün, ince işçilik isteyen çoğu pasının önüne geçti. Neredeyse ismiyle önlü arkalı kullanılır oldu. Oysa futbolcu değil de 'tribüncü' olsa, -her maça erkenden gidip tezahürat yapan grubun içinde yer alan sıkı taraftara bu ad verilir- pekala o 'uçan tekme'yi yiyen Matthew Simmons’ın yerinde kendi de olabilirdi! Ama bir Marsilyalı olarak tekmeyi yeme gerekçesi asla 'ırkçı dil kullanmak' olmazdı.
Cantona'nınkine benzer bir bitirişi, futbolculuğu döneminde hayli munis bir karakter olan bir başka Fransız Zinedine Zidane'dan hatırlıyoruz. Zidane da 2006 Dünya Kupası finalinde kendisine kız kardeşi için galiz ifadelerde bulunan İtalyan futbolcu Marco Materazzi'ye kafa attıktan sonra kapatmıştı perdeyi. O şimdi, Real Madrid Teknik Direktörü olarak bizi hâlâ futbola bağlamaya uğraşıyor, o bildik efendiliği içinde...
Doğaçlama dikbaşlı olan Cantona, tüm züppe ve kendini hayatın merkezine alır görüntüsüne rağmen sahada daha çok takımı için oynayan biriydi. Ken Loach'ın dilimize 'Hayata Çalım At' diye çevrilen filmi 'Looking for Eric'in o müthiş merdiven konuşmasında da söylediği gibi, 'en iyi iş'i bir gol değil 'ince ayar verdiği bir pas'tı...
Bugün futbola hakim olan 'dekoder', 'kombine bilet', 'loca' gibi piyasa kavramlarına karşı bu güzel oyunun insana ait olduğu dönemlerin son temsilcilerindendir Eric Cantona. Futbolun izlenir değil, oynanır olduğu zamanlarına ait biridir.
Futbolun sadece bir oyun değil, büyülü bir sanatsal etkinlik olduğunu duyumsamamızı sağlayan George Best ve Johan Cruijff'a olan hayranlığı bile bu köprü kaşlı aksi adamın dünyayı algılama biçimini göstermeye yeter de artar bile... Bunca çirkefliğe rağmen şu oyunu hâlâ seviyor, nefesimizi tutarak izliyorsak Eric Cantona ve benzerlerinin yüzü suyu hürmetinedir...