Tolga Karaçelik’in inanca dair ilk ve en önemli anısı, ‘çok çocukluğuna’ tekabül ediyor. Belleğine mıh gibi çakılan o hatıranın ömründeki izi öyle belirgin ki kariyerinin ilk uzun metrajı Gişe Memuru’nun ilham kaynağı.
Hikaye ayniyle vaki: Beş yaşındaki Tolga, hayalgücü geniş ve fena hâlde şövalye olmak isteyen bir çocuk. Bir gün, anne ve babasıyla Bodrum Kalesi’ne gidiyor. Annesi Hale Hanım, ressam olduğu kadar realist (!) bir hanımefendi ve oğluna şövalyelerin yüzyıllar önce tarihten silindiğini tane tane anlatmaktan imtina etmiyor. Gelin görün ki Tolga, kendini şövalyelerle özdeşleştirmiş bir kez; aksine ikna olması mümkün değil. Kaleye girdiğinde karşılaştığı manzara, suratına gerçeği, tokat olup aşkediyor: Her yeri otlar bürümüş, sağda solda “paslı zincirler mincirler…” Şövalyeler şöyle dursun, ortada hiçbir şey yok. Ağlaya ağlaya dolanırken İngiliz Kulesi’ne adım attığında bir nevi mucizeye şahit oluyor: Milyonlarca pırıltının altında şövalyeler, ellerinde kılıçlarla çarpışıyor!
Bunun üzerine fırlayıp alt kattaki annesine havadisi veriyor. Veriyor vermesine ya, Tolga, hayalgücü geniş bir çocuk demiştik değil mi? E, hâliyle bu kez de annesi ikna olmakta zorlanıyor.
Sonunda arkalarından gelen babasının durumu izah etmesiyle mevzu açıklığa kavuşuyor: “Meğer o gün kalede gösteri varmış, iyi mi… Benim için ‘çok inanırsan bir şekilde gerçek olur’ durumu ve o ‘gerçekliği’ herkesle paylaşma merakı orada başlıyor… Ebedi çocuk olma hâlim de orada başladı herhalde…”
Tolga Karaçelik’in doğup büyüdüğü yer Bebek. Anne tarafı İstanbullu, baba tarafı Zonguldaklı: “Soyadım Karaçelik; bundan daha Zonguldaklı olunabilir mi?!”
Babası, gençliğinde tiyatrocu olmak isteyen, yetişkinliğinde operatörlüktü, broker’lıktı, denizcilikle uğraşan biri; bildiğiniz armatör…
Ressam annesi, onu dünyanın gerçekleriyle tanıştırırken, bir yandan da ufkunu olabildiğine açan, kişiliğinin belirlenmesinde çok önemli bir figür: “Küçük anlar var, insanın hayatını şekillendiren. İlkokul birdeyken sarı spor ayakkabılarım vardı. Herkesinki beyaz olduğu için çok kötü dalga geçmişlerdi benimle. ‘Bunları bir daha giymeyeceğim’ diye ağlayarak gelmiştim okuldan bir gün. Annem uzun uzun herkesten farklı olmanın ne kadar önemli bir şey olduğunu, sarı ayakkabıların dünyaya renk ve güzellik kattığını, herkesin aynı şeyleri giymesi hâlinde çok çirkin bir dünyada yaşayacağımızı anlatmıştı. Şövalye meselesinden adı çıkmasın, anneme haksızlık etmeyeyim yani o anlamda.”
Yakın geçmişte ona yeğeni Eren’i hediye eden, iki yaş küçük bir kız kardeşi var: “Eren, bana Gago diyor, o yüzden bu filmin (Kelebekler) jeneriğinde ismim Tolga Karaçelik Gago olarak geçiyor. Hiç alakam olmaz sanırdım öyle şeylerle, ona buna yeğeninin videolarını gösteren bir adam oldum çıktım. Güzel bir ailem var yani… Çocukluğumdan da mutluyum.”
O hayalgücü geniş, mutlu çocuğun üniversite tahsili, hukuka yazılıyor. Marmara Üniversitesi’nde İbrahim Kaboğlu’nun asistanlığını yapmış, 90’lık kağıtları örnek olarak sınıfa gösterilmiş, hepsinden önemlisi, avukat olmayacağını bal gibi bildiği hâlde, bile isteye ve çok severek hukuk okumuş bir öğrenci üstelik.
Zira hukuk aile geleneği gibi; hatta tabiri caizse genetik bir seyir söz konusu. Belli bir yaşa kadar “tipine bakıp işletme okuduğunu sandığı” babası da avukatlık yapmayı tercih etmemiş bir hukuk mezunu. Babasının amcası Burhan Karaçelik, zamanında Barolar Birliği ikinci başkanlığı yapmış ünlü bir hukukçu ve siyasetçi. Onun babası keza… “Karaçelik’lerde bir hukukçu durumu söz konusu” diyor: “Benim de içimde hep iki taraf var. Biri çok disiplinli, düzenli, çalışkan; biri biraz daha serseri, hayta, yarınını düşünmeyen bir tip…”
E, iyi ya; ne güzel işte? Bir sinemacı için mükemmel kombo değil mi?
Bir an durup düşünüyor, omuzlarını silkip müstehzi bir ifadeyle gülüyor: “Orası öyle de sonradan fark ettim; meğer üç kişi varmış. Ortada bir üçüncü kişi daha var, hangi taraf güçlenirse öbürünün kankası olup güç veren. Esas adi o; onun sayesinde su üstünde kalabiliyorum bir şekilde. O dengeleyen üçüncü kişi sayesinde…”
Siyasetle hep ilgiliymiş. “Kaymakam falan olmak” istiyormuş. “En büyük hayali” oymuş. “Gerçekten…” Vali filan değil yani; kaymakam olmakmış derdi gücü bir ara… Esnafla koyacağı “Senin sorunu bir halledelim de önce Hüseyin Abi”li muhabbetler varmış hayalinde…
Öyle şeylerin hastası anlaşılan. Uluslararası çapta birçok ödülü olmasının yanında, Türkiyeli bir sinemacı olmanın en sevdiği tarafı da o teklifsiz samimiyet:
“Buna istersen optimist gerizekalılık de ama hikaye toplayan bir insan için bulunmaz nimetten bir ülke burası. Özellikle kara mizah yapıyorsan, kendini gereksiz hissettirecek kadar saçma bir ülke bazen. Çok zaman, öyle şeyler çıkıyor ki karşına, ‘Bunu aşamam’ diyorsun; ‘Bu salaklığın üzerine nasıl bir şey koyabilir bir insan’ diyorsun. Onun karşılığında, yaptığın şeyin değersiz sayılması ve kimsenin umurunda olmaması, bana çok iyi gelen bir şey. Ne yaparsan yap, Altın Portakal’a gidiyorsun ve o plastik düğün sandalyelerinin üzerine oturuyorsun. Bu çok iyi bir gerçeklik teyidi… ‘Sundance’i mi aldın, haaa, gel otur şöyle; neciydin sen, filmci miydin? E, n’apıyon? Çekiyon mekiyon, güzel, devam…’ Bu bana çok iyi gelen bir şey. Yemin ederim böyle... Egosu yüksek bir herifim çünkü, beni şımartırsanız başınıza bela olurum. Filmci miydin-filmciyim; bu iyidir, bu kadarı kafi… Bel kemiksiziz, doğru; omurumuz vardır, yoktur, tartışılır; o da doğru… Bunlar bir anlamda olumlu şeyler çünkü faşizmin burada tam anlamıyla kurulamaması buradan da kaynaklanıyor. Almanya’da faşist düzen kurarsın ama burada beş dakika sonra her şey, ‘Tamam ya, olur o iş’e falan bağlanır.”
Bunu diyen adam, yabancı basında ‘Takip edilmesi gereken 35 yaş altı beş yönetmen’ başlığı altında haber olmuş biri.
Hukuk okumuşken, sinemaya yönelmesinde, yine annesinin verdiği fikrin payı var: “Bunaldığım dönemlerde şiir yazardım. Sonra bir anda dank etti ki bayağı kötü şiirler yazıyorum. Eskiden daha iyi yazıyordum da kötü olmaya yürüdü yani; kendimi tekrar etmeye başladım. Hafif bunalımlardaydım. Annem, ‘Esasında senin görsel gözün çok kuvvetli, niçin hiç tecrübe etmediğin bir anlatım biçimi denemiyorsun?’ diye sordu. Ne olabilir, diye konuşurken sinemayı o önerdi… Ki ben, yok sinema festivalini bekle, yok koştur koştur bilet al filan; hiç öyle bir adam da olmadım yani… ‘Hem evden ayrı yaşamak da sana iyi gelecek, birazcık kendi başına kal, serserilik yap, yaşa biraz’ dedi annem. Çok sağlam kadındır gerçekten…”
New York’a sinema eğitimi almaya gittiği ilk hafta, okulda, eline 16 milimetrelik Arriflex bir kamera verirler. 1940’lardan kalmış, Berlin Olimpiyatları’nı çekmek için tasarlanmış, ‘makine gibi makine’ yani… Onunla ilk kısa filmi Güdü’yü çeker. Öğrencilerin filmleri, yine öğrencilerin değerlendirmesine sunuluyordur. Kaybettiği çocuğunu yeniden doğurmak için çabalayan bir adamın hikayesini anlattığı film, 320 civarında öğrenciden 280’inin oyunu alır.
İkinci kısa filmi Kaşık Adamlar’da bu kez, dünyayı tersten gördükleri için kaşıklara bakarak yaşayan insanların hikayesini anlatır; o da okulun en iyi filmi seçilir. Bunun üzerine dokuz aylığına gittiği okulun yönetiminden, kalması için teklif gelir: “Dedim ki kalamam… Çünkü siz tek heceli konuşuyorsunuz. I can do that; you can go there… New York’u düşün; grid town’dır ya hani; dikdörtgen dikdörtgen bloklar… Biz daha daireseliz… Yolun sonunu görüyorsam yürümem ki o yolda ben… İstanbul’da dar sokaklar vardır; dönüp dururuz biz. ‘Benim yolculuğum daha başlamadı; hazır değilim’ dedim. 2003’tü o zaman… Ve daha o zaman, 2009’da ilk uzun metrajımı çekeceğimi biliyordum. Gişe Memuru için notlar almaya başlamıştım. Arada beş tane daha kısa film var işte...”
Gişe Memuru’nun notlarını altı yıl boyunca tutması, müstesna bir durum sayılmaz. Çıkardığı tüm işler için harcadığı mesai, üç aşağı beş yukarı benzer şekilde uzun süreçler: “Sarmaşık’ın notlarını yedi sene boyunca tuttum. Kelebekler’in senaryosunun ta 2012’de ödül almışlığı var. İlk uzun metraj için, 2003’ten 2009’a kadar kendimi hazırladım. Bir yandan aile işiyle uğraşıyordum, bir yandan da senelik iznimi kısa film çekerek değerlendiriyordum.”
Kısa metrajları da uzun metrajları da ödülden yana bolca takdir görmüş projeler. İlk filmi Gişe Memuru’nun yurt dışında topladığı ödül sayısı 35’in üzerinde. Çektikleriyle Soho Film Festivali’nden ödül almışlığı da var, filmlerinin MoMa’nın, Smithsonian’ın arşivlerine girmişliği de var, ikinci filminin açılışını Sundance’te yapmışlığı da var. Sonra da gelip al takke ver külah, yapımcılardan parasını almaya falan çalışıyor işte…
Zinhar bu konuda ağlak yapacak bir tip değil. Sundance’ten En İyi Film ödülüyle dönen Kelebekler’in Kültür Bakanlığı’ndan destek alamamış olması üzerine çıkan haberlere; “E, n’apalım yani?” kalenderliğinde yaklaşıyor. Nasıl ki filmleri, ağlamaya gideni güldüren, gülmeye gideni ağlatan işler, kendi yaşayışı da biraz o hesap:
“Öldüğüm zaman mezar taşımda ‘Gerçek şizofrendi’ yazsın istiyorum herhalde. İnsana iyi hissettirme işini önemsiyorum. Kötü hakkında konuşmak kötüyü yücelten bir şey oluyor bir saatten sonra. Pesimizmden pek bir şey çıkmıyor. Soruyorlar ya şimdi bana; ‘Destek de almadın’ filan diye; ne konuşayım ki bunun üzerine ben? Konuşacağımı konuştum; çektim işte filmi zaten… Öyle yaptılar, böyle yaptılar diye mağdur edebiyatına mı gireyim? Yaparsın, geçersin… Öbür türlü delirir insan… İnsanlar seni alıp bir gezegenden diğer gezegene götürmek için yüz milyonlarca dolar harcıyor, ben bir bilet parasına iki saatliğine yapabiliyorum bunu; öyle bir gücüm var yani. Elimde böyle bir güç varken, niye iyi bir yerlere götürmeyeyim ki insanları? Kelebekler’de de babasını gömmeye gelen üç kardeşi anlatıyoruz ama çok gülüyoruz izlerken bunu yani…”
Baba ölümü ağır mevzudur; yaşayan bilir. Karaçelik’in babası çok şükür ki hayatta ama benzer bir kaybı, amca olarak andığı uzak akrabası Mazhar Candan’ın ölümüyle tecrübe etmiş:
“Amcam diyorum da esasında dayımın eşinin dayısı… Mazhar Candan; şairdi… Lale Müldür, Günseli İnal falan, o tayfadan… Bana sekiz yaşımda Mayakovski okutan, dokuz yaşımda elime Yesenin şiirleri veren, 11 yaşımda Kafka okutan; hayatımı mahveden adam yani… O hep bana ‘Senin gibi yeraltı şairi olmak istiyorum’ derdi. Cenazesinde, onu toprağa verdiğimizde, ‘Tebrik ederim, sonunda sen de yeratlı şairi oldun’ dedim.”
Çekmek üzere planlamasına giriştiği iki ayrı sinema filminden bahsediyor. Anlaşılan daha bir şey görmemişiz; öyle söyleyeyim. Bunların yanında, önümüzdeki yaz için düşündüğü bir dizi projesi de mevcut: “Bartu Küçükçağlayan ile beraber bir mini dizi yapmak istiyorum. ‘Bartu Ben’ diye, 25 dakikalık bir komedi dizisi olacak; bakalım... Onu da cep telefonuyla çekmeyi düşünüyorum mesela… Oturup sadece sızlananlar ile sızlanmayıp yapanlar arasındaki fark ortaya çıkıyor teknolojinin gelişmesi sayesinde… ‘Bi’ projem var abi’ciler ile ‘Bi kısa film çektim’ciler arasındaki fark daha da belirginleşecek ileride… Bartu çok iyi oyuncu. Çok da sevdim adamı. Kelebekler’de o, Tolga Tekin, Tuğçe Altuğ başrollerde biliyorsun. Çok iyi anlaştık; hem onunla hem Tolga’yla.” Bir an durup gülüyor: “Tuğçe’yle zaten anlaşıyoruz; ilişkimizin anlaşma seviyesindeyiz…”
Tuğçe Altuğ ile ne kadar iyi anlaştıklarını, Sundance’te ödülünü alırken, teşekkür konuşması sırasında faş etmiş, bir hafta önce evlenme teklif ettiğini müjdelemişti, malum…
Planlamaları yıllar almış olabilir ama Sarmaşık’ı 19, Kelebekler’i 18 günde çekmeyi becermiş bir yönetmen Karaçelik: “Amerika’da bir dergi için röportaj yaparken ‘Kaos üretim sürecinizi nasıl etkiliyor?’ diye sormuşlardı. ‘Bacım’ dedim, ‘Kaos zenginler içindir; benim öyle bir lüksüm yok.’ 18 günde çekiyorum koca filmi; ne kaosu? Gayet disiplinli çalışıyoruz. Tabii bir de işin kurgu kısmı var, o fena. Kurgu faslı, biri elinden alana kadar devam ediyor. Her iki filmde de aynı gerizekalılığı yaptım ben. Mesela Sundance, filmi kabul ediyor, ben ‘Siz bunu beğendiniz ama bu aslında daha iyi olabilir’ kafasıyla kurguyu değiştiriyorum. Ocak’ın 1’inde göndermem gereken filmi 12 Ocak’ta gönderdim. ‘Bana ne be! Sanatçıyım ben! Festival yapıyorsanız yapıyorsunuz; benim sayemde yapıyorsunuz o festivali’ triplerine giriyorsun… Lafın başında da söyledim ya, biraz beni ciddiye almaya kalksanız, altından kalkamayız valla. O yüzden beni günde üç öğün plastik sandalyeye oturtmak lazım. Film ortalara çıktıktan sonra da kaçıyorum hemen çünkü anlayanın-anlamayanın yorum yaptığı bölüm başlıyor orada. Sinema eleştirmeni de spor yazarı da laf edebiliyor üzerine… Ben de kulağını tıkayabilen bir tip değilim. Sonra oraya buraya ‘Manasız fikirlerinizi bilmem ne yapın’ diye post’lar koyuyorum fazla Tom Waits dinleyip sarhoş olduğum bir akşam; sabahına da ‘Ay yapmasaydım keşke’ durumu oluyor.”
Tüm filmlerinde bir metafor olarak kullandığı meteor, kendini telkin adına hatırında tuttuğu bir şey: “O bana hep şunu anlatıyor; yarın öleceğiz, çok da büyütmemek lazım… Atla deve bir şey yapmıyorsun, altı üstü bir film çekiyorsun, kendini çok da önemseme…”
Bence Tolga Karaçelik’i önemseyelim. Gıyabında, hakkında sitayişle konuşur, ona çaktırmayıveririz; olmaz mı? Aramızda hallederiz yani Hüseyin Abi…