Stilinizin tadı kaçabilir: Dürümden yağ damlıyor.
Dergi Konuları

Stilinizin tadı kaçabilir: Dürümden yağ damlıyor.

Sakal yağını, spf’ini sürmüş, o günün moduna uygun takımını seçmiş, Spotify listeni düzenlemiş, hatta çoraplarını bile bu akışa göre ayarlamış olabilirsin; ancak arabaya bindiğinde canın âniden dürüm çekiyorsa, rotayı yüksek ihtimalle değiştireceksin. Stil, buna denir mi?

Tam da buna denir. 

 

ABD’nin 50’ler-70’ler arasında three-martini lunch’ları vardı, yaşı tutanlar hatırlıyordur (Sanki ben boomer’mışım gibi - ama olsun; Frank Sinatra’nın filmlerinden ya da Madmen’den falan aşinayız). Jilet gibi takımlar çekilir, gökdelenin 30. katında bir restorana gidilir, kadehlerce martini içilir, otorite, strateji, statü ne varsa masaya boy boy dizilir, herkes nasibini alırdı. Daha sonra -kapalı mekanda kül tablası dolu- bu kapital masalar, yerini Fransız restoranlarına bıraktı. Elégance işi Bruce Wayne’lere geçti. Janti janti sunumlar, hafif klasik müzikli ambiyanslar, içmeden önce şarabı degüste eden centilmenlerin sahnesiydi bu. Sanırım 2010’ların sonlarına kadar sürdü. 

 

2020’de büyük salgın başladı, evler restoran oldu. Bu döneme alışmaya başlayınca iş yerleri de evlere girdi. Herkes gömleklerin altına eşofmanları çekip ekran başı toplantıları yapmaya başlayınca, öncesinde süregelen o lüks ha ha hi hi iş yemeği akımı yavaştan dağıldı. Bence iyi de oldu. Havalı yemek dediğimiz şey o lüks sosyo-ekonomik rütbesinden çıkıp gerçek hayata geri döndü. Çoğu insan, lezzeti arayan ar-ge ekibine döndü. Sosyal medyada yeme-içme içerikleri tavan yaptı. Yani sırf “Oralar Michelin, oralar fine-dine’’ diye gidilen restoranlar yerini “Story’sini sana attığım yeni pizzacıyı gördün mü?” ya da “Yeni bir kokteyl bar açılmış, orada bir drink atalım mı?”ya döndü. Şık restoranlara, fine dine tabaklara inanmadığımdan değil ancak tabağa bakmadan, harala gürele iş konuşulacaksa, her gidilen yerde garanti olsun diye orta pişmiş et tabağı söylenecekse, sırf fotoğraf çekip 820 takipçili hesaba yüklemek adına herhangi bir lüks restoran için 1 ay listede beklenecekse; o restoranı, o tabakları ağız tadıyla deneyimlemeyecekseniz o paraları vermenize inanın gerek yok, yazık. Restoranla şekil yapmanıza da gerek yok, tat-damak bilginizle şekil yapmanız kafi, bu bir dürümcü olsa bile.

 

Bir zamanlar Can Oba’nın Sirkeci’de bir fine-dine restoranı vardı. Salaş ki ne şalaş bir restoranda, Alain Delon yakışıklılığında yemekler çıkarıyordu. Zamanın Arpege’i, Eleven Madison’ı gibi bir haletiruhiyesi vardı sunumların. Ancak açın bakın Google’dan fotoğraflara; herkes, Sirkeci’nin esnaf çarşısının içinde diye günlük kıyafetlerle gelirdi bu restorana. Sanırım istediğini de tutturmuştu; ‘iyi yemek şekilli stili gerektirmez’ ilkesini. Sonra Zula’nın ilk burgercisini hatırlıyorum: ‘İstanbul’un Elmadağı sokaklarında saklanan mekan’ derdi hatta Vedat Milor oraya (hazır konusu açılmışken adamcağız çok nazik, çok Français durduğu için soyadını Milör -Milööğrr- sanıyorlar ama Milor; Mi-lor)

Neyse gelelim Zula’ya;, bu Zula öyle başarılı oldu ki, akabinde daha şık diyebileceğim birkaç AVM’ye açıldı. Etraftaki plazalardan akan kurumsal insanlar hamburgerci masalarını business-chic stillerle doldurdu; ha önemli toplantılar oralara taşındı mı bilemem ancak Türk gastronomisindeki şıklık-lezzet çan eğrisini kesinlikle değiştirdi.

 

Aslında şıklık ve kasıntı olmama arasındaki denge bana göre en güzel 2000’lerin ortalarında kurulmuştu. Mehmet Gürs’ün Downtown’u, Cem Mihrap’ın Lucca’sı hatta erken dönem Nişantaşı Beymen Brasserie bile edindiği doğru kitlesi, doğru tabakları ve casual-chic ambiyanslarıyla bu ışığı yakalardı. Sonra sonra devir değişti, zengin değişti, bu yerlere giyinip gitmek değil, giyinmek için gitmek moda oldu. E tabii kolanın gazı da kaçmış oldu. Ve bu uzun bir süre devam etti (maalesef).

Neyse ki son yıllarda street fashion’ın -adı üstünde, sokak kültürünün- normalize olmasıyla, fast-fashion da biraz banallaştı; modanın direttiğini değil üstüne yakışanı giymek tekrardan stil oldu. Hatta giydiklerin kadar gittiklerinle, yiyip içtiklerinle, hatta okuduklarınla bile bir stilyaratabilir olduk. Artık Gümüşsuyu’nun işlek olmayan sokak kahvecisinde tarzı dikkat çeken insanlar görmek ya da Les Benjamins eşofmanla en azından tek Michelin’li bir restorana girmek mümkün. Kendini nasıl hissediyorsan öyle... Ne yemeyi canın çekiyorsa araştırıp bulduğun o özel ürünü yapan yer, malzemesini nitelikli alan mahalle pizzacısı, kahvesini binbir türlü zorlukla da olsa kendi kavuran kahveci, yılların eskitemediği o aile işletmecisi… İşte ‘gurmelik stili’ artık onlar.

Yakınlarda yeni bir yer açılmış mı? 

 



İZLE
GQ HYPE - Furkan Andıç
İLGİLİ İÇERİKLER
İlgili Başlıklar
Daha Fazlası