Yeniliğin kucaklayıcı soluğunu ürettikleri işlerde hissettirmeyi özellikle tercih ediyorlar. Kökenleri, yaşadıkları çevre ve kişisel deneyimler de tasarımlarını şekillendiren faktörler arasında. Tüm bu önemli unsurların etkisini çalışma metotlarından malzeme ve alan seçimlerine kadar geniş bir yelpazede yaratıcı isimlerin işlerinde görmek mümkün.
Esk Reyn
Graffiti, heykel ve mural yapan bir heykeltıraş ve sokak sanatçısı. “Mural east”in kurucusu.
○ Sanatın, grafiti ve heykeli kusursuz bir şekilde harmanlıyor. Bu iki medyum, çalışmalarında nasıl etkileşime giriyor ve aralarındaki boşluğu doldurmak için sana neler ilham verdi?
Bir yüzeyde çeşitli boyalarla resim yapmak, bu resimleri yaparkenki duygudurumları, yüklenen veya aranan anlamlar, bunların toplamındaki ifade iki boyutta kalıyor. Uzayda, çeşitli malzemeleri belirli bir duygular üzerinden yontarak, keserek, birleştirerek formlar üzerinde aradığınız anlamlar ya da ifade ise artık var oluyor. Benim ilgimi çeken, üretimlerimi birleştirebileceğim nokta burası. Graffitilerin sonuca ulaştığı yerden, boyutlanan biçemlerimin form bularak gerçekleşiyor olması. Graffitilerimin heykel olarak dünyada var olan bir kütleye dönüşmesi ana ilhamlarımdan.
○ Graffiti genellikle kentsel manzaralar ve yeraltı kültürü ile ilişkilendirilir. Bu ham, kentsel enerjiyi heykellerine ve çizimlerine taşırken aynı zamanda incelik ve sofistike bir duyguyu nasıl koruyorsun?
Kafamdakileri içeride ya da sokaklarda duvarlara boyamak, duvarlardaki resimlerimin rölyeflere, heykellere dönüşerek, boyut bularak, açık & kapalı mekanlarda var olma yolculuğu beni heyecanlandırıyor. Bahsettiğim bu duyguyu koruyan, besleyen bu yolculuk. İlhan Berk’in dediği gibi ‘ Varlık biliminin bir nesnesi olarak Duvar’. Antik ya da çağdaş bütün ‘şehir’leri en ufak biriminden, büyük kent manzaralarına kadar ilgi çekici ve insan yaşamının önemli ve etkin bir parçası olarak görüyorum. ‘Duvar’ kavramını daha önemli ele alıyorum. Kentin hücresi olarak, mekana anlam katan ve herhangi bir mekana yön veren önemli öğe, graffiti ve benim için büyük ölçüde var olma sebebi, rölyef için mekana yapısal da dahil olma, içeri-dışarı ilişkisi durumu üzerinden birçok konuya temel oluyor.
○ Cesur, graffitiden esinlenen unsurlar ile gösterişli bir görsel çekicilik arasında bir denge kurarak benzersiz sanatsal kimliğini heykellerine nasıl aşılıyorsun?
Ana malzemem metal, sonrasında taş, beton, ahşap ve çeşitli komponentlerden oluşan birçok farklı malzeme hatta bazı hazır nesneler heykellerimi oluşturdu. Çocukken marangoz artıkları, metal artıkları ile oynayarak binalar şehirler yapıyordum. Şehrin, gemi endüstrisinin olduğu tarafında büyüdüm: dev vinçler, paslı metal plakalar ve yapılar. Ailem ise makine ve mekanik işi yapıyordu. Üniversite öncesi gemi modelciliği sürecimde teknik resim ve projeler. Buradan gelen göz aşinalıklarım üzerinden geometrik bir ilgiyle graffitilerimde de daha boyutlu ve soyut bir yön oluştu. Önce İlhan Koman heykelleri sonra heykel bölümü okurken MSGSÜ kütüphanesi aslında heykellerimi, graffitilerimdeki ilham kaynaklarım gibi malzemelerden yapabileceğimi gösterdi. Çok eğlenerek ve kendimden geçerek aşılıyorum sanırım!
○ İşbirliği yenilikçi ve beklenmedik sonuçlara yol açabilir. Sanatsal bakış açını zorlayan ve farklı bir tasarımla sonuçlanan ortak bir proje örneği paylaşabilir misin?
İBB Konuşan Duvarlar Projesi, ülkemizdeki en büyük mural-graffiti çalışması, uzunluğu 220 metre, 11 metre yüksekliği olan bir duvar. Genel işlerimden referans alarak çok basite indirgenmiş formlarla oluşturduğum basit soyut harfler ve çok renkli bir palet. Sokak, kadın, hayvan, hoşgörü, genç, birlik gibi 20 kelime. Lokal parçalar ile renklere ayrılmış, aslında var olan ama okunmayacak kadar iç içe geçmiş, üst üste binmiş ve anlaşılamıyor. Tıpkı sürekli hepimizin metrobüs gibi, İstanbul gibi bu kelimeleri bir şekilde üst üste iç içe kullanıyor olmamız gibi. Var ama anlaşılmıyor. Herkes kelimeyi kendi renklerine göre söylüyor. Tıpkı renkli renkli patenlerden oluşan yara bantları gibi. Duvarın fotoğrafında üstü onlarca katlık yeni yapılar, altında kalan kısımda ise eski binalar. Tam da binlerce kişinin geçtiği otoyol üzerinde, Kadıköy girişi - Köprü bağlantısı yolunda iki metrobüs durağı arasında.
○ Eserlerin genellikle geleneksel biçim ve mekan kavramlarına meydan okuyor. Graffiti geçmişin heykellerini yaratırken mekansal tasarım algını nasıl etkiliyor?
Mekan ve izleyicinin işe doğrudan etki ettiği birçok işim var. Ama bu durumu ben daha kendime doğru pozitif olarak yönlendiriyorum. Güzel bir örnekle anlatabilirim bunu.
B3 Evi’nde Selman Bilal Koleksiyonu kapsamında yaptığım çalışma tamamen mekan ile alakalı. B3 Evi’nden ilhamla soyut bir metal rölyefi merkezine alan helezonik bir “Tohum” oluşturdum.
Bunun tam tersi, mekandan bağımsız işe odaklandığım, mekanı ikinci plana attığım çalışmalarım oluyor. Sanırım graffitiden gelen bir refleks, özellikle boyarken uyum sağlıyorum. Oradan mekanda kendime yer ediniyorum.
○ Teknoloji sanatsal ifade için yeni olanaklar yarattı. Eserlerinin tasarımını ve uygulamasını geliştirmek için dijital araçları veya teknolojileri yaratıcı sürecine nasıl dahil ediyorsun?
Çokça ve büyük keyif alarak dijital ve teknolojik araçları kullanıyorum. iPad ile modelleme programları, 3D yazıcı ile çıktılar, plazma ve lazerler, kesiciler, yeni teknolojik kaynaklar.
○ Sanat ve tasarımın geleceği hakkında seni en çok heyecanlandıran şey nedir? Hem graffiti sanatçısı hem de heykeltıraş olarak keşfetmeye ve yer almaya hevesli olduğun projeler var mı?
Artık herkesin sanat ve tasarıma daha yatkın olması, teknolojinin imkanlarıyla üretici de olarak konumlanmaları sonucunda bu değerlere ve eserlere hassas olmaları heyecanlandırıyor. Birçok heyecanlı proje hayata geçmeyi bekliyor. Mural ve graffiti dünyasında kurucu ortağı olduğum ajansımız “Mural East” ile umarım birçok kamusal proje gerçekleştireceğiz. Solo mural projeleri ise önümüzdeki günlerde yine sokaklarda hayat bulacak. Son zamanlarda antik şehirlere odaklandım. Heykel ve graffiti olarak çağlar boyunca kesişim noktaları olmuş. Bu iki disipline artı dijital olarak da üretebileceğim kendi coğrafyamıza basan projeler üzerine çalışıyorum. Heykellerimde ise yeni bir seriye başlamanın hazırlığını yapıyorum.
Ekin Bernay
Çalışmalarını İstanbul ile Londra arasında sürdüren, yaratıcı ifadeyi dans ve performans sanatıyla birleştiren bir sanatçı.
○ Performans sanatı dünyasına yolculuğun hakkında biraz bilgi verebilir misin? Bu sanatsal ifade biçimini takip etmen için en başta sana ilham veren neydi?
Büyürken de bedenim hep hareketle kendini anlatma isteği içindeydi. Bedensel ifade, alan kaplamak, gücünü çok erken keşfettiğim şeyler oldu. Yıllar geçip derinleştikçe, yaşadıklarımı ve yaşamı sorguladıkça anlam peşinde dansın ötesine geçebildim. Aslında dışarıdan içeriye değil, içeriden dışarıya bir yolculuk yaşadım. Performans sanatçısı olmak gibi bir niyet koymadan hep yeni kapı aça aça kendimi burada buldum. Dans Terapisi yüksek lisans eğitimimin ve yaklaşık 10 senelik klinik çalışma deneyimimin de etkisi var. Bir de tam ben bu dilde ilerlemek istediğim zaman Simge Burhanoğlu Performistanbul’u kurmak istediğini anlattı. Birlikte kurmuş olduk, o benim ilk küratörüm oldu, ben onun ilk sanatçısı. Bu alanda birlikte büyüyoruz.
○ Performansların genellikle bedenin ve çevrendeki alan arasında dinamik bir etkileşim içeriyor. Performans alanının tasarımına ve deneyimine nasıl katkıda bulunacağına karar verme sürecin nasıl ilerliyor?
Alan en önemli şeylerden biri benim için. Performans nefes almak için yepyeni kurallar arıyor her seferinde. Öyle bir gerçeklik yaratılmalı ki her detayıyla anlamlı olmalı. Ben düzen seviyorum, o düzeni kurduktan sonra onu doğru tutmak adına biraz sert kurallarım oluyor. Bir kablo yanlış yerde olmamalı mesela ya da eğer sarhi bezlerimi dizdiysem en doğru şekilde dizilmeli. Bunlar, tamamen benim hislerimin gösterdiği bir karar mekanizmasından geçiyor. Bunun ötesinde ise bedeni alanda her açıdan düşünmek önemli: Havada mı asılı olmalı, yoksa bu mümkün değilse gölgesi ile mi tavana kadar uzayabilmeli? Bazen de çok çıplak küçük bir alanda sert bir ışık altında herkesle iç içe iki saat geçirilebiliyor. Bir noktada sanki ben değil o canlı iş karar veriyor kurallara diyebilirim.
○ Çalışmalarının hikaye anlatımını ve duygusal etkisini artırmak için kostüm, sahne ve ışık gibi tasarım unsurlarını nasıl entegre ettiğinden bahsedebilir misin?
Performansta bunların hepsi bir organizma gibi oluyor. Yani tek bir canı var o eserin, o bize anlatıyor yol gösteriyor. Çoğu zaman bu unsurlardan bağımsız gözümün önünde canlanmıyor zaten. Kostüm benim için hep önemli ve zorlandığım bir konu (Simge’nin isimlendirmesiyle kıyafet).
Ben çok sıkça kendimi çıplak hayal ediyorum ve en son üzerime giyeceğim şeyi vizyonumda görebiliyorum. Bir yandan da önemli bir başka konu şu ki; ben bu performansların ve genel olarak gerçek sanatın, bir kanala bağlanma ile bir download olduğunu düşünüyorum. Bana ait değil yaptıklarım.
○ İşbirliklerinde yaratıcı vizyonlarınızı birlikte hayata geçirmek için tasarımcılar, koreograflar ve diğer sanatçılarla ve markalarla çalışmaya nasıl yaklaşıyorsun?
Ben güvendiğim insanlarla birlikte üretmeyi seviyorum. Tek başıma belirli bir yöne derinleşiyorum, oysa başkalarıyla üretirken hiç düşünmediğim bir yerde buluyorum kendimi. Bu da bana iyi geliyor. Mesela alan üzerinde yerleştirme konusunda derinleşmiş bir insanla birlikte üretirken iş sanki daha büyük bir ifade şekline dönüşüyor.
○ İzleyicilerinle hem entelektüel hem de duygusal düzeyde etkileşim ve bağlantı kurmak için tasarım ilkelerini nasıl kullanıyorsun?
Üniversitede İletişim ve Tasarım okudum. Bu da düşünce şeklimde etkili olmuş olabilir. Yaşım ilerledikçe çok meraklı birine dönüştüm. Bir konuya takılıp arkasından kaybolmaktan, bir sorunun beni sürüklemesinden keyif alıyorum. Anlamak için de hem kalbimle hem de düşünsel olarak zaman ayırabiliyorum.
○ Sanat ve moda arasındaki ilişki her zaman ilgi çekici olmuştur. Çalışmalarında moda tasarımı ve performans sanatı arasındaki kesişimi nasıl ifade ediyorsun?
İlk yüksek lisansımı London College of Fashion’da Tasarım Yönetimi üzerine yapmıştım. Bu süreçte en çok ilgimi çeken şey kütüphane arşivindeki defilelerdi. Saatlerce defile izlerdim, ama koleksiyona bakmak için değil, onu nasıl paylaştıklarıyla ilgilendiğim için. Daha sonra bitirme projem için yakın dostum Murathan Özbek ile Türkiye tasarım hafızası için önemli bir çalışma niteliğinde olan “Moda Alaturka” isimli belgeseli çektik. Beden, üzerine giydiğini canlandıran ve anlamlandıran şey. Akımların ve akıntının ötesinde yaşama dair birçok gizem canlı sanatın nefesinde.
○ Teknoloji sanatsal ifade için de yeni olanaklar yarattı. Teknolojiyi performanslarına nasıl dahil ediyorsun ve bunun genel deneyim üzerinde sence ne tür bir etkisi var?
Teknoloji benim için hala çok genç bir alan. Büyüme hızını görüyorum ama gerçeklikle ilişkisi beni sanat üretimimde heyecanlandırmıyor. Tabii ki kullandığım imkanları oldu. Müziğim ya da mermer heykelim bunlara örnek. Özellikle beden ve şimdi ile çalışırken bizi buradan uzaklaştıran medyumlara girmek için çok da hazır hissetmiyorum. Aniden sert bir rüzgarla böyle bir şey üretebilirim de, hiç belli olmaz…
○ Ufukta ne gibi heyecan verici projelerin veya işbirliklerin var?
Gündemim yoğun. Bir giyim markası ile işbirliğim olacak yakın zamanda. Ekim sonu yeni video işim “O.P.Y.U.M” festivalinde Paris’te gösterilecek. Ayrıca Ekim’de devam eden bir belgesel projemizin ikinci ayağı için doğuya gideceğiz.
Wangan Studio | Mert Can Uzyıldırım, Kutay Yorulmaz, Kerem Özerler
Bir tasarım stüdyosu. Yenilikçi, akıllı ve cesur. Global ödüllerle başarılarını perçinliyorlar.
○ Son Red Dot ödülünüz için tebrikler! Arkasındaki hikayeyi ve ilhamı paylaşabilir misiniz?
Ara Güler Müzesi + Leica + Monochrome projesi, şehrin yeni kültür sanat destinasyonlarından biri olan Galataport’un önemli projelerinden. Bir sergileme alanı-müze mağazası, bir brasserie ve bir fotoğraf makinesi mağazasının tek bir çatı altında birlikte çalışması gibi zorlu bir tasarım ihtiyacına yanıt aradığımız bu projedeki en önemli tasarım kararlarımızdan biri kuşkusuz ki, birbirlerinden tamamen farklı kullanım fonksiyonlarına sahip bu üç markayı ayrı ayrı ele almak yerine, deneyim hikayesini markaların ortak noktaları üzerine kurgulamak oldu. Mekanın ortasına üç boyutlu ahşap bir desenle kaplanarak yerleştirilen ve Monochrome’un mutfak alanını içinde barındıran ana kütlenin yüzeyleri üç markanın ortak noktası olan fotoğrafçılığın ve fotoğraf makinesinin temel öğelerinden olan diyafram açıklığının (apertür) geleneksel formundan esinlenilerek tasarlandı.
Yüzeylerinde Leica’nın vitrin ünitelerinin, Ara Güler Müzesi’ne ait sergileme yüzeylerinin ve Monochrome’un barının yer aldığı bu kütle, üç boyutlu yapısı sayesinde üzerinde oluşan ışık-gölge oyunlarıyla mekanın içinde olduğu kadar dışından da dikkat çekerek tasarımın en baskın öğelerinden biri haline gelmiş oldu.
Red Dot Awards’un en üst seviyedeki ödülü olan ‘Red Dot: Best of the Best’e layık görülen bu projemiz, mimari / iç mimari bir proje ile Türkiye’de ilk defa ‘Red Dot: Best of the Best Interior Design’ ödülüne layık görülen proje olması ile de bizim için anlamlı bir yere sahip.
○ Portföyünüzde geniş bir yelpazede tasarım projeleri yer alıyor. Çeşitli alanlarda tutarlı bir yenilikçilik ve yaratıcılık düzeyini nasıl koruyorsunuz?
Wangan Studio olarak her tasarımımızda, son kullanıcıyı hikayenin merkezine alan, mevcut normların ötesinde, süzgecimizden geçmiş rafine bir yenilikçilik anlayışı ile uzun ve yoğun bir yaratım sürecinin ürünü olan, ezber bozan işler ortaya çıkarmanın hedefi ile yola çıkıyoruz.
○ Tasarım genellikle kültürü şekillendirme ve toplumsal algıları etkileme gücüne sahiptir. İnsanların yaşamları üzerinde anlamlı bir etki yaratmayı veya mevcut normlara meydan okumayı amaçlayan projelere nasıl yaklaşıyorsunuz?
Wangan tasarımlarını incelediğinizde işlerin çoğunlukla insanların sosyal bir ortamda bir araya geldiği mekanlar olduğunu görürsünüz. Yola çıktığımız ilk günlerden beri bir tasarım ofisi olmanın ötesinde özellikle yeme- içme ve konaklama sektörleri için bir danışmanlık markası olmayı hedefledik.
Tasarımdaki önceliklerimizin başında ise kullanıcı odaklı olmak ve yarattığımız yapı, mekan, ürün, marka her ne olursa olsun son kullanıcının tasarımımızı yaşarkenki hislerine ve duygularına odaklanmak geliyor diyebiliriz.
○ Tasarımın geleceği hakkında sizi en çok heyecanlandıran şey nedir? Wangan Studio’nun gelecekteki projelerinden bahsedebilir misiniz?
Dünyada değişen çalışma alışkanlıkları, her geçen gün sınırları ve mesafelerin yarattığı engelleri daha da ortadan kaldıran bir hale geliyor. Bu dönüşüm, biz tasarımcılar için de farklı coğrafyalarda hayata geçirdiğimiz projelerde bize büyük çalışma kolaylıkları sağlıyor.
İlk günden beri hep hedefleri olan ve bu doğrultuda ilerlemeye özen gösteren bir tasarım ofisi olarak, önümüzdeki yıllarda, Wangan Studio’yu global tasarım dünyasında daha önemli bir oyuncu haline getirmek en önemli projemiz diyebiliriz.
Ahmet Rüstem Ekici, Hakan Sorar
Estetik ve fonksiyonelliği teknoloji ve sanatla birleştiren ikili geleceğe yön veren projeler üretiyorlar.
○ Bireysel tasarım tarzlarınız birbirini nasıl tamamlıyor ve bu sinerji ortak projelerinizin farklılığına nasıl katkıda bulunuyor?
A.R.E.: Yaklaşık yedi yıldır beraber yaşıyoruz ve üretiyoruz. Ben Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre tasarımı mezuniyetinin ardından TV Set stüdyo tasarımı konusunda uzmanlaştım, Hakan ise Makine Mühendisliği mezunu ve bizi buluşturan şey fotoğraf oldu. Ardından sürekli diyalog içerisinde olduğumuz dijital teknolojiler ve sanal kameralarla üretimlerimizi destekleyerek hikayelerimizi anlatabileceğimiz konumların sayısını çoğalttık. Ben daha çok cinsiyet ve mimari üzerine çalışıyordum, beden ve deneyim ile şekillenen yapılara odaklanıyordum. “Gynaeceum”, “Hamam” “Sauna” ve “Islak Hacim” sergileri Hakan ile beraber çalıştığımız süreçte bireysel olarak çıkmıştı. Hakan daha çok beden, deri, doku ve kente odaklanıyordu. “Recolor” ve “Through The skin” gibi sergiler ile fotoğrafı hack’lemenin peşine düşmüştü. İkimizi buluşturan ilk sergi Gary Sangster ve Fırat Arapoğlu eş küratörlüğünde “Aşıklı Höyük / Kazı İzleri” sergisi oldu. Bu sergide arkeolojiye yeniden kuir bir bakışla çalışmalarımızı ürettik. Sonrasında beraber üretim sürecimiz başlamış oldu.
○ Tutarlı bir sanatsal kimliği korurken tasarım hassasiyetlerinizi farklı ortamlara uyarlamaya nasıl yaklaşıyorsunuz?
A.R.E.: Kendimizi, çalışmalarımızı oluştururken dijitalin bütün potansiyelini açığa çıkarmaya çalışan deneyciler olarak konumlandırıyoruz. Sergilerimize hazırlanırken uzun metin okumaları ve araştırmalar ile başlayıp ardından kavram ve üretim süzgecine giriyoruz. Markalar ile kurduğumuz sanatsal işbirliklerinde bu çalışma disiplinine çok dikkat ediyoruz. Markanın veya tasarım sürecinin özüne inmekle başlıyor her şey. Ardından araçlarımızı ve kavramlarımızı en iyi çarpıştıracağımız fikirlere yöneliyoruz.
H.S.: Sanırım tutarlı olduğumuz tek şey üzerine çalıştığımız, geleceğe aktarmak istediğimiz kavramlar. Ancak estetik ve çizgi olarak sürekli kavramla en çok örtüşecek aracın ve çizginin peşindeyiz. Hayat beden, mimari ve deneyime dair kavramlar üzerine çalışmak için oldukça geniş bir yelpaze sunuyor ama sürekli aynı formlarla çalışma üretmek bizim olmak istediğimiz şeyin çok dışında. Bu nedenle kavramlara, projelere göre kullandığımız yenilikçi araçlarla şekilleniyoruz.
○ İnovasyon genellikle sınırları zorlamaktan ve yeni fikirler denemekten doğar. Yenilik arayışı ile işlerinizi deneyimleyenlerin beklentilerini ve hedeflerini karşılama ihtiyacını nasıl dengeliyorsunuz?
H.S.: İyi bir gözlemciyiz. Örneğin “Through The Skin” Türkiye’nin öncü 3D VR sergilerinden biriydi. Burada bir tasarım hatası, kullanıcı deneyimi fark ettik. Ortalama 100 metrekare olarak tasarlanmış alanımız içerisinde bir oda daha vardı. Serginin ilk hafta ziyaretçi sayısı 16.000 olmuştu ama odaya giren insan sayısında inanılmaz bir düşüş vardı. Bunun nedenini çok sorguladık. Bu nedenle insanların VR mekanları deneyimlemelerinde ses, ışık ve yönlendirme tasarımının önemini hissettik. Sauna bu nedenle izleyiciyi hikaye içerisine daha sıkı alan bir deneyime dönüştü çünkü ben bir sauna hayaletini seslendirerek deneyimciye rehberlik etmiştim.
A.R.E.: Deneyimlerde ise maalesef günümüzde telefon/tablet uygulamalarına ihtiyacımız var. Burada da sergi deneyimcisini olabildiğince bilgilendirerek eserler üzerine katman olarak inşa edilmiş Artırılmış Gerçeklik deneyimine davet ediyoruz. Zamanla QR kodlarda olduğu gibi deneyimledikçe alışacağımız şeyler.
○ Tasarım trendleri zaman içinde gelişiyor. Sürekli değişen tasarım ortamında bir adım önde olmayı ve çalışmalarınızın güncel ve etkili kalmasını nasıl sağlıyorsunuz?
A.R.E.: Seçildiğim American Arts Incubator programından bu yana gelişmeleri oldukça yakından takip ettiğimiz, beta kullanıcı olduğumuz ağlar oluştu. Bu sayede yeni araçlara erken erişiyor, denemeler yaparak potansiyellerini açığa çıkartıyoruz. Bu sene dahil olduğum “Meta Creators of Tomorrow” programı da buna en güzel örneklerden biri.
H.S.: Sanatçı işbirliklerini de çok seviyoruz. Geleneksel sanatlarda çok karşılaşmadığımız kolektif çalışma biçimleri dijital sahada üreten sanatçılar için oldukça değerli. Hız dünyası içerisinde sürekli gelişen araçlara adapte olmakta zorlanırsak birbirimizden destek alıyoruz.
○ Tasarım projelerinde teknoloji lideri markalarla da işbirlikleriniz mevcut. Marka katkısının özellikle başarılı ve yenilikçi bir tasarım sonucuna yol açtığı unutulmaz bir deneyiminizi paylaşabilir misiniz?
A.R.E.: Dijital deneyimler, dijital sanat eserlerini oluşturmak oldukça bütçe gerektiren süreçlerle karşılaşmamıza neden oluyor. Bu noktada en değerli şey kurum, marka işbirlikleri. Bakü YARAT Contemporary desteği ile ürettiğimiz “Theatrum Mundi” projesinin başarısı geçtiğimiz CI Bloom’da Brothers ile işbirliği kurmamızı sağladı.
H.S.: Pandemi dönemi bir gün atölyemizde Desen Halıçınarlı önderliğinde bir linol baskı çalışması içerisinde Kalben dinliyorduk. Kalben, Teoman ile çıkaracağı yeni teklisi “Robot Kozmonot” için bir müzik videosu istediğini söyledi. Berlin’de yaşadığımızı düşünüyormuş, oysa biz İstanbul’daydık. Bu vesileyle tanıştık ve hala Kalben ve müziği için görüntüler oluşturmaya devam ediyoruz.
○ Teknoloji kullanımı tasarım sektörünü dönüştürdü. Eserlerinizin deneyim kısmında da bunu sıkça görmek mümkün. Peki, yaratıcı sürecinizi ve projelerinizin nihai sonuçlarını geliştirmek için teknolojik gelişmelerden nasıl yararlanıyorsunuz?
H.S.: Ahmet Rüstem de, ben de görselleştirme programlarına oldukça hakimiz. Projelerimizi yazarken ChatGPT4, Midjourney gibi metin ve görselleştirme AI araçlarından faydalanarak daha verimli ve hızlı çalışabiliyoruz.
○ Gelecek projelerinizde veya tasarım pratiğinizde keşfetmeye hevesli olduğunuz yöntemlerden biraz bahsedebilir misiniz?
A.R.E.: Beni en çok heyecanlandıran şey oyunlaşma, oyunlaştırma ve Artırılmış Gerçeklik teknolojileri. Verileri her an her yerde deneyimleyebileceğimiz, fiziksel dünyamıza sanal nesneleri yerleştireceğimiz bu süreç, çevre deneyimimizi dönüştürmeye çoktan başladı. Bu araçların gelişimini deneyimlemek heyecan verici.
H.S.: Beni de en çok kişiselleştirme noktasındaki araçların gelişimi etkiliyor. Lazer, print teknolojileri ile gündelik nesnelere inen araçların çoğalması daha verimli çalışmamızı sağlayacak. AI araçlarının gelişimi ile potansiyellerini önceden sorgulamak, deneyler yapmak ondan korkmamızı değil heyecanla işbirliği kurmamızı sağlıyor.
Peyman Umay
Forbes tarafından “kendini ifade etmenin yükselişiyle erkek giyimini yeni yüzyıla taşıyan tasarımcı” olarak tanımlandı.
○ Moda markanın New York, Tulum ve İstanbul’da küresel bir varlığı var. Bu farklı konumlar tasarım estetiğini ve markanın genel kimliğini nasıl etkiliyor?
Bu üç coğrafyada da birbirinden farklı kültürlerden ilham alıyorum ve bunun hem kişisel olarak beni zenginleştirdiğini hem de profesyonel anlamda tasarımlarıma şekil verdiğini düşünüyorum. Zamanımı bu lokasyonlarda geçiriyorum ve dil, din, geçmiş, yaşam tarzı gibi birbirinden çok farklı dinamiklerin olduğu bu kültürlerde yaşarken üç farklı insanmışım gibi hissediyorum. Bu farklı coğrafyalarda hem insan hem de marka olarak var olabilmek bunu gerektiriyor sanırım. Hayatta değişmeyen tek şey değişimin ta kendisi. Bu anlamda, dönüştüğüm bu üç farklı insanın üç ülke için tasarladığı koleksiyonlar markamın kimliğini zenginleştirdiği gibi benim de kreatif direktör olarak tasarım estetiğime farklı seviyeler katıyor.
○ Tutarlı bir marka kimliğini korurken tasarımlarının farklı kitlelerde yankı bulmasını nasıl sağlıyorsun?
Farklı kültürlere hitap etmek için tasarım estetiğiniz de bu farklı kültürlere adapte edilmeli. Farklı kültürlerde yankı yaratabilmek ve aynı zamanda marka kimliğini korumak kolay değil. Bu anlamda, birbirinden farklı görünen bu üç koleksiyon aslında aynı tasarım köklerinden geliyor yani her ürünü ana bazda birleştiren bir yapı mevcut. Bazı aynı bir gömlek diğer bir coğrafyada farklı tasarım detayları ile bambaşka görünebiliyor. Bohem ve çöl hislerinin etkilediği Tulum koleksiyonu, Amerika’da klasik bir stile bürünürken, Türkiye’de şehre uygun avangard bir yapıya bürünüyor.
○ Empire State Binası ile yakın zamanda gerçekleştirdiğin işbirliği büyük ilgi gördü. Arkasındaki hikayeyi ve moda tasarımı hassasiyetlerini bu ikonik mimari yapıya entegre edişini paylaşabilir misin?
Empire State Binası (ESB) hayatımda önemli yere sahip bir yapı. New York’u ilk ziyaretimde çektiğim birinci fotoğraf, sadece filmlerde izleyerek hayran olduğum bu binaydı. Amerika’da yaşadığım on beş sene içinde çektiğim ESB binası fotoğraf ve videolarından oluşan kişisel arşivim var. Üç yıl önce New York’u ziyaret eden babama ESB’yi gezdirirken aklımda yeşeren bir proje aslında bu. Gezi esnasında mevcut üniformaların böylesine ikonik geçmişi olan bir binanın karakterini tam anlamıyla yansıtmadığını hissettim. Üç senelik etkileyici ve yoğun bir yolculuğun sonrasında da bu proje hayata geçti. Empire State çalışanları için tasarladığım üniformalar ile ESB’nin köklü kimliğini öne çıkarıp, binanın gerçek ruhunu yansıtmaya odaklandık. Bunu da iki marka arasındaki tamamen organik gelişen uyum sayesinde başardığımıza inanıyorum. Bu proje, profesyonel kariyerimin en önemli mihenk taşlarından biri.
○ İşbirlikleri genellikle taze ve yenilikçi fikirlerin ortaya çıkmasını sağlar. ESB ile ortaklığının moda tasarımların için nasıl yeni yaratıcı yönler ortaya çıkardığını anlatabilir misin?
Tasarım sürecinde, bina ruhunu görsel anlamda yansıtan modern detayların yanı sıra bina çalışanlarının gündelik ihtiyaçlarını karşılayacak fonksiyonel detaylara da odaklandık. Daha önce denenmemiş, üretimi çok zor detaylar tasarladım. Kumaşlar ve renkleri ESB’ye özel tasarlanıp dokundu. Ceketlerin yakaları çıkarılıp değiştirilebiliyor. Asimetrik cep kapakları bulunan dört parçalı üniformalar, ESB çalışanlarının dahil edildiği bir oylama ile seçildi. Binanın orijinal mimari formunu bire bir yansıtan ve yaklaşık 11.900 adet iğne vuruşundan oluşan nakış armaları, bina baskılı kravatlar ve lazerle işlenmiş metal düğmeler, binanın köklü mirasını ve art deco mimarisini yansıtıyor. Binanın yeni restore edilen lobisindeki 22 ayar altın tavanına selam veren çarkların illüstrasyonlarının da bulunduğu özel astarlarla süslenmiş ceketler ve yelekler de üniformanın dikkat çeken diğer detayları. Gözlemevi şapkaları ise yine üniformanın renkleri olan “Empire Steel” ve “City View Blue” ile yapılan nakış ve düğme detaylarıyla tasarlandı. Bence yeni ESB üniformaları, binanın ikonik geçmişi ile fütüristik bir vizyonun zamansız bir birleşimi ve aynı zamanda ne geleceğe ne de geçmişe ait olmayan, zamansız, bu “AN”a ait bir tasarım.
○ Gelecekte, markanızın hangi heyecan verici projeleri var? Yine global çapta işbirlikleri olacak mı?
ESB üniforma projesi PEYMAN UMAY markasının kimliğine başka bir seviye kattı. Ben tesadüflere inanmıyorum. ESB 15 yıldır ilk defa üniforma değiştiriyor ve ben de New York’a tam 15 yıl önce taşındım. Kendim ve markam için çok özel bir yere sahip olan bu işbirliği; hem beni hem de tüm ekibimi daha iyiye iten inanılmaz bir motivasyon kaynağı, itici bir güç haline geldi. Böylesine büyük bir projenin bizi rahatlatmasına asla izin vermeden global anlamda daha da büyük markalarla çalışma arzumuzu gerçekleştirmek de kaçınılmaz bir hedef oldu. Şu an ismini paylaşamayacağım bazı markalarla görüşmeler yapmaya başladık. “PEYMAN UMAY” markası Amerika’da doğdu ama Peyman Umay, yani ben Türkiye doğumluyum. Köklerimi ve nereden geldiğimi çok iyi bilen bir tasarımcı olarak amacım hep daha iyi olmak ve daha güzel işlere imza atmak. Markamızı bir dünya markası haline getirme yolunda attığımız bu güzel adımların devamını getirmek. Öncelikle kendime, aileme, beni ve markamı seven, destekleyen herkese, ekibime, doğduğum topraklara adeta görevim ve hediyemmiş gibi hissediyorum. Beni her sabah yatağımdan heyecanla kaldıran şey bu, daha iyi bir insan ve daha iyi bir tasarımcı olabilmek.