Durağan kaldığında ne eksiliyor sence hayatında?
Durağan kaldığımda ne mi eksiliyor? Aslında çok şey artıyor da, ne eksiliyor... Eskiden uzun süre durduğumda bir şeylerin dışında kalma, kaçırma korkuları başlıyordu bende. Öyle çok durabilen biri değildim. Ama son zamanlarda galiba durduğumda biraz hırsımı kaybediyorum işime karşı. Durduğumda genelde işimin tam tersi yerlere gidip hırsımı ve konsantrasyonumu kaybediyorum galiba. Onu olabildiğince kısa tutmaya çalışıyorum. İlla işimle ilgili olmak zorunda değil, genelde böyle durduğumda hobilerime, kariyerime, işime gücüme karşı da biraz hırsımı ve motivasyonumu kaybediyorum. Son zamanlarda en çok gözüme batan ve hissettiğim bu.
Doğayla bütünleşmiş hissediyorum gerçekten. Onu okumayı, izlemeyi, gücünü tartmayı çok seviyorum. O yüzden ilginç bir ilişkim var. Hep orada olmak istiyorum. Hep uzak kaldığımda gerilen, stres olan biriyim. Bu yüzden İstanbul biraz zorluyor beni.
Biraz doğayla olan ilişkine değinelim. Bunun ne kadarı büyütülüş şeklinle alakalı, ne kadarı hayatta kovaladığın bir şey üzerine kurgulanmış bilmiyorum ama, deniz kenarındaysan ‘sadece yüzmeye değil, sörfe gidelim’; dağdaysan ‘tırmanış değil, snowboard yapalım’ gibi bir durum var. Doğayla nasıl bir ilişkin var bu bağlamda?
Vallahi doğayla çok iç içe büyüdüm. İzmir Alaçatı'da yetişmem bunda müthiş bir etken. Annem coğrafya öğretmeniydi. Okul notlarımızdan çok, her şeyi bilmemizi, hangi ağacın ne verdiğini bilmemizi önemsediği için bizi çok özgür ve her şeyi deneyerek öğreneceğimiz şekilde yetiştirdiler. O zamanlar çok hiperaktif bir çocuktum, o yüzden zamanla doğa sporlarına yöneldim. Doğa sporları istediğin an yapabileceğin sporlar değil; bir uyum, bekleme, iyi analiz etme gerektiriyor. Bunların hepsi tabii ki snowboard'da da, rüzgar sörfünde de, son iki, üç yıldır âşık olduğum dalga sörfünde de geçerli. Arkadaşlarıma da hep aynı şekilde anlatıyorum; bu tarz doğa sporları, doğada sürekli zemin bulan ve senin yakalayıp kendine yuva ettiğin alanlar aslında. Uyumlanmazsan, eşitlenmezsen, hırsına yenik düşersen yapabileceğin sporlar değil. Bu da otomatikman senin karakterine yansıyor. Deniz kenarında doğa sporlarıyla ilgilenen insanlar bir tık daha rahattır, “hallederizci”dir. Bu, insanı biraz içine alıyor, seni eğitiyor diyeyim daha doğrusu. O yüzden küçüklüğümden beri doğada olmayı çok seviyorum. Bir de yaptığım sporlar doğayla işbirliği hâlinde olduğu için "one with the ocean" gibi hissediyorum. Doğayla bütünleşmiş hissediyorum gerçekten. Onu okumayı, izlemeyi, gücünü tartmayı çok seviyorum. O yüzden ilginç bir ilişkim var. Hep orada olmak istiyorum. Hep uzak kaldığımda gerilen, stres olan biriyim. Bu yüzden İstanbul biraz zorluyor beni.
Uyumlanmak enteresan bir kelime bence. Türkiye standartlarındaki herhangi bir insan uyumlanmıyor kimseye, hiçbir yere. Sen mesela, bu çocukluktan gelen uyumlanma hissini başka nerede pratik ediyorsun? Çünkü uyumlanmayı pratik etmezsen uyumlanamazsın sanki?
Evet, doğru. Hayatımı biraz öyle yaşadığım için normal sosyal çevremde de bir karar alınacaksa herkesin orada mutlu olmasını isterim. Çok domine eden taraf olamadım, olmadım. Çok da sevmem, o sorumluluğu da çok sevmem. O yüzden sosyal ilişkilerimi de öyle kuruyorum. Mesela şu anki işim; son sekiz yıldır yaptığım bu işte uyumlanmam gerekti. Çünkü çok bana ters olan, çok sert, çok belli kuralları olan şeylerin içerisine girdiğimde zemin kaydı ve barınamayacağımı düşündüm. Aslında en iyi yapabildiğim şeyi yaptım şu ana kadar: Uyumlanıyorum. Yani evet, bunun kuralları bu. Evet, TV'de bazı roller böyle geliyor ve orada çok fazla misyon edinmememiz gerekiyor. Sosyal hayatımda zaten, negatif ya da pozitif her ne oluyorsa, çok çabuk uyumlanmaya çalışan ve "Tamam şu an bu var, buna devam ediyoruz" diyebilen biriyim. Ama galiba en büyük sınavı işimle ilgili verdim. İstanbul'la ilgili verdim. Oralar beni biraz zorladı açıkçası. Çünkü kontrolüm dışında, isteğim dışında yapmam gereken şeyler beni sıkıyor. O yüzden onun yolunu bulmam gerekiyordu ve en iyi tercihi yaptım yine: Uyumlanmak.
İstanbul'la ilgili en zor neye uyumlandın sence?
Beni kalabalık çok zorladı. Sonradan bunun bir sosyal anksiyete olduğunu düşündüm. Yani nasıl göründüğüm falan değil de, ya tanımadıysam ve tekrar selam verdiysem korkularıyla içime kapandım ve bir dönem çok sosyalleşememeye başladım. O da çok benlik bir şey değil tabii ki. Hele ki işimiz için; her yerde bir olmak gerekiyor en azından. Bir iki kelime, bir iki "small talk" yapmak gerekiyor.
İlk başlarda en zorlandığım şey şuydu galiba; insanların özellikle işiyle ilgili olarak iletişim kurması seninle... Yani insanların ya beni çok abartılı bir yere koyması ya da benden çok şey beklemesiyle ilgili oluşan korkular…. "Allah Allah, bu normal selamı mıydı?" falan diye çok takılmaya başlamıştım onlara. Hepsini saldım sonra. "Boş ver Serkay bunların hiçbiri seninle ilgili değil. Neyse ne işte, yanlışlıkla birine ikinci kez selam verdiysen de kötü niyetinden değil, tanıyamıyorsun" dedim. O yüzden biraz rahatladım.
İstanbula hoş geldin.
Hoş buldum. (Gülerek)
Oyunculuk disipliniyle fiziksel pratiklerin arasında bir benzerlik buluyor musun?
Sporcu yönümle oyunculuğu yorumlayacağım. Kesinlikle hiç benzerlik yok. Çünkü yaptığım sporlar biraz daha ekstrem sporlar olduğu için, hatanı analiz edebileceğin bir vakit yok. Çıkıp tekrar denemek zorundasın. Sürekli deneme yanılmayla bulabileceğin ve izleyerek, düşünerek falan yapabileceğin bir şey değil. Ama oyunculuk bundan farklı galiba, gördüğüm kadarıyla. Zorlayan yanları için biraz zamana ihtiyacım var. Daha fazla okuman, daha fazla izlemen, denemen lazım. O yüzden farklı motivasyonlarla ele aldım galiba onu. Oyunculuk konusunda bir de, -çok çabuk karşılığını alabildiğim bir şey olmadığı için- neyin iyi, neyin kötü ya da kime göre iyi olduğunu çok kestiremiyorum. O yüzden deneme yanılmayla, yıllarımı vererek yapabileceğim bir şey. Ama spor hayatım, başka hayat tabii ki. Bir şey yapamıyorsan, bilmiyorsan onu çok çabuk tekrar deneyerek çözebilirsin. O yüzden motivasyonlarım da, bakış açım da ayrı.
Spor biraz daha ”doğrusu, yanlışı” olan ya da kazandığın, kaybettiğin, spesifik sonuçlar gördüğün bir konu; oyunculuk ise biraz daha göreceli de bir kavram.
Kesinlikle. Oyuncu koçum Volkan Yosunlu bana ilk şunu söylemişti: "Bir şeyi yapamadığında kendini durdurup 'Baştan alıyorum hocam' diyebiliyorsun. Neye göre neyi baştan alıyorsun? Neyi değiştirmen gerektiğini bilmiyorsun ki. Oyna, ben sana yanlış yeri söyleyeyim, sonra tekrar oturup tekrar deneyeceğiz; ama sporcu hırsını acilen kapının dışında bırak" demişti. Ve dedim ‘evet, bu ikisi çok karışıyor. Hiç alakaları yok aslında.’
‘Kendine iyi gelmek’ için belirlediğin bir kuralın var mı?
Kural gibi demeyeyim de, son iki, üç yıldır çok sıkıştığım zamanlar ya da çok işimin biriktiği, çok stresli olduğum, işin içinden çıkamadığım zamanlar, biraz acımasız olsa da kendime sürekli "Hadi abi, ağlama" diyorum. Çünkü biraz benim dışımda gelişen şeyler olduğu için hayatımda negatiflik oluyor ve sürekli onları toparlamaya çalışırken boğuluyorum. Çok fazla şeyi aynı anda yönetemiyorum. O yüzden de biraz bahaneler üretmeye ya da işimin zorlukları ya da hayatımın bir tarafıyla ilgili kendime "Üst üste geliyor, bir aydır boşum, bu dört gün her şey sıkıştı" falan gibi şeyleri çok söylemeye başlıyorum. Bunlar beni daha çok yoruyor. O yüzden "Hadi abi, ağlama, kalk hadi bitti, daha önce yaptın, yapmıştın" diye sürekli kendimi motive ediyorum.
Okuduğum bir kitaptan aklımda kalmıştı, "Yemeğini yarım bırakma" diye. Kitap onunla başlıyor ve ben bunu çok yapardım. Ufak tefek boşluklar, işini yapmamalar beni biraz fazla geren şeyler. O yüzden ritüelim, yarım bırakmamak galiba.
Ritüel olarak dikkat ettiğin bir şey?..
Çok ritüelli biri değilim ama galiba ‘yarım bırakmamak’ diyebilirim bununla ilgili. Sen söylerken düşündüm; işlerimin böyle en ufak detayını bile yarım bırakmamaya çalışarak, biraz kendime olan saygımı artırıyorum galiba gün içerisinde. Yani uyurken yarınla ilgili bir şey planladıysam hepsini yapmaya çalışıyorum otomatikman. Spora gitmem ya da bir yere uğramam gerekiyorsa onu yapmak; bir toplantıya katılmak; hiçbir şeyi atlamamaya çalışıyorum. O biraz beni iyi hissettiriyor, daha programlanmış hissettiriyor. Okuduğum bir kitaptan aklımda kalmıştı, "Yemeğini yarım bırakma" diye. Kitap onunla başlıyor ve ben bunu çok yapardım. Ufak tefek boşluklar, işini yapmamalar beni biraz fazla geren şeyler. O yüzden ritüelim, yarım bırakmamak galiba. "Yarın hiçbir şeyi yarım bırakmayacağım. Yarınla ilgili bütün planlarımı gerçekleştireceğim. Sonra boşum zaten" gibi kendimi motive ettiğim düşüncelerim oluyor.
Biraz çekimi de yaptığın Bali’den bahsedelim mi?
Ben ilk 2017'de ailemle Bali'ye gittim. Hiç bilmiyordum, çok hakim değildim. Dalga sörfü yapmak istiyordum. Sonrasında işlerimden dolayı anca 2020'de, rahatlayınca tekrar gidebildim. Bali, bence birçok insana aynı şeyi hissettiriyor. Herkes hayatını bırakıp bir adaya geliyor ve tabii ki herkes en iyi versiyonunu orada yaşıyor; bu durumdan etkilenmemeye çalışıyorum. Oraları yavaş yavaş atlayabiliyorum kafamda. İlk başta çok etkilenmiştim, ’İnsanların hiç derdi yok, herkes yalın ayak, harika!’ diye düşünüyordum. Hayır, herkesin belirli bir süresi boş ve o yüzden orada. Orayı çok atlamamak lazım, yoksa döndüğünde yıkım oluyor. "İşte döndük yine buraya, ne yapacağız burada?" durumu yaşanıyor. Hayır, orası bir kaçış alanı gibi, "Magic island" gibi bir yer. Hakikaten öyle.
Bali bana şunu hatırlatıyor: Müthiş bir "breakdown" yaşadım ve oradan sonra para kazanmakla ilgili, amacımla ilgili bir şeyi kaybettiğimi fark ettim. Yani sörf yapmıyordum ve ben sörfçüyüm. Aktörlükten önce hayatı boyunca sörf yapmış, dokuz yaşından beri suda olan biriyim ve yıllara yayılan istatistiklerde yılda otuz kere falan suya çıkmışım. Aşırı üzüldüm buna. Tabii ki eski hayatınla vedalaşman gerekiyor bir noktada ama sörf beni çok mutlu eden, sosyal kılan, kelebek haline getiren bir şey. Bunu yapmadığıma kanaat getirince, iş biter bitmez Bali'ye gittim. Ve ayaklarımın önüne serdi her şeyi, "Hoş geldin" dedi. Gerçekten aşırı ihtiyacım vardı, böyle sıradan bir tişörtle dört gün takılmaya. Burada tabii ki giyimimize özen gösteriyoruz, ben de seviyorum bunu, reddetmiş bir noktada değilim. Ama giyinmeyi, süslenmeyi çok sevmiyorum. Her şeyi salmak istiyorum ve burada olabildiğince bir zorluk var; bir alışverişe bile gitsen "aman biri görür" diye şapka, gözlük gibi bir şey takıyorsun.
O gerginlikten uzaklaşmak bana önce çok iyi geldi. Çok basit bir şekilde board’umu alıp, suya gidip, hiç bilmediğim Nungasan, Dreamland gibi inanılmaz koylar keşfettim. Sabah beşte, altıda suya çıkıp oradaki Avustralyalı çocuklarla, İspanyol çocuklarla bir şeyler konuşup birbirine dalga vermek falan o kadar iyi geldi ki. Tekrar şöyle bir düşünceye döndüm: "Bir dakika Serkay. Tamam ya, hiçbir şey yolunda gitmezse salarsın. Buralara gelirsin. Ne olacak? Kendi köyünde yaşarsın. Buraya tatile gelirsin. Bu hayat hep var." Bana böyle bir kapı açtı Bali. Kilimi kaldırıp altını gösterdi: "Burası var ve gelebilirsin." Ve bunun için çok da kendini zorlamana gerek yok. Hayatım boyunca sabah kalkıp çok hızlıca yeşillikli, sağlıklı bir kahvaltı yapıp, üstüne suya girme fikri bana çok iyi gelecek ve Bali bunu birebir sağlıyor. Çok iyi yemek yiyebiliyorsun, çok güzel tırmanış yapabileceğin dağlar var. Harika koyları ve müthiş günbatımları var. Ne ararsam var galiba Bali'de.
Bu yüzden de her yıl gitmeye başladım. Bu sene Zeynep'i de götürdüm, âşık oldu o da. Kendine vakit ayırabiliyorsun orada. Her yere motorla gittiğin için düşüncelere dalabiliyorsun. Her şeye çok vaktin var. O da otomatikman seni kuş gibi hissettiriyor. Ve kimse kimseye bakmıyor, en sevdiğim şey bu galiba. Özellikle bizim ülkede biraz hiyerarşik şeyler oluşuyor ya kafada, "Ne giymiş, hangi arabayla gelmiş?" gibi, orada bunlar hiç yok. Çok süslenen, çok güzel olan herkese de “Neden böyle görünüyor acaba?” diye bakılıyor. O kadar benlik ki... Çok çok keyifliyim orada.
Burada hayatını güzelleştirmek için yapabildiğin şeyler var mı? Çünkü evet Bali'ye gidince her şey çok güzel, vakit geçirmek harika ama dönünce atlatman gereken 3 haftalık bir Bali sonrası depresyonu başlıyor. O yüzden orada kullandığın ya da kullanmadığın ama burada hayatına adapte ettiğin neler var?
Burada biraz bu konuda sınıfta kaldığımı düşünüyorum. Yani son üç, dört yıldır İstanbul'u çok reddediyorum ve sadece iş için gittiğim bir şehir olarak baktığım için iyice saldım. Spor hayatımın her noktasında böyle; hep o kaçış var ama şimdi yeni yeni bu sene kendim karar aldım ve elektro gitar derslerine başladım. Biraz böyle şeylere vakit ayırmak, onunla zaman geçirmek…
İşinin dışında İstanbul'da neler yapıyorsun?
Evdeyiz genelde ya da spora gidiyorum, geliyorum. Onun dışında, bir şey izliyorum sürekli. O "loop"tan biraz çıkmaya çalışıyorum ama galiba en sınıfta kaldığım şey bu. İstanbul'u kendim için keyifli bir hâle, yaşanır hâle getiremiyorum çok. Tenise başladım. Burada güzel kortlar buldum şimdi ve önümüzdeki kış için planlamaya başladım. Tenis ve elektro gitar; en azından bir şeyler öğreniyorum ve bunlar bana ‘aslında keyifliyim’i hissettiriyor. Onun dışında İstanbulçok benlik değil, olamadı. Hafta sonları Kilyos, Belgrad yapmaya çalıştım ama o değil galiba benim için. Part-time doğa olmuyor. Orada kalmak istiyorsun ya da dönüşte ev trafiğini düşünmek istemiyorsun. Çok kaçtım ilk senelerde sağa sola; Şile'ye vs. Hatta orada bir sörf okulu açtı arkadaşlarımız. Oraya gidip biraz takılıyorduk ama nafile; İstanbul'da patinaj çekiyoruz biraz. Zorluyor.
Arkadaşların sana ne danışmaya gelir?
Bazen yorucu olabiliyor ama fikir almalarını isterim birçok konuda. Birbirimize her şeyi sorarız. Özellikle aşk meşk işlerinde arkadaşlarım genelde bir fikrimi alır. Kırıcı, yargılayıcı davranmam. Olanlara olabildiğince iki taraftan da baktırmaya çalışırım, rahatladıklarını söylerler. Bazen ipin ucunu kaçırıp ebeveyn modunda davranıyorsun arkadaşlarına; o çok yorucu oluyor ama seviyorum genelde o tarz şeylerde bana gelmelerini.