Kullanıcının kim olduğunu bilmediğin işlerde bir şey tasarlamak nasıl bir süreç senin için?
Bu soru çok önemli ve hayati, aklına sağlık. Cevabı ise muğlak bu sorunun. Bahsettiğim kitle veya müşteri profili; bunlar çoğunlukla işveren tarafından önceden titizlikle hazırlanmış bir şekilde geliyor benim önüme. Elbette ben de profillendirmeyi kendi bilgim ve tecrübem dahilinde değerlendiriyorum ve işveren ile paylaşıyorum. Böyle sürece o anlamda bir katkı vermeye gayret ediyorum ve en nihayetinde de ortak bir hayalde anlaşıyoruz. Bundan sonrası açıkçası biraz benim kendi evrenime, kendi deneyimlerime kalıyor ve ağırlıkla evrensel bir insanı odağıma koymaya çalışıyorum, kadın-erkek fark etmiyor. Onun ihtiyacını, zevk ve beklentisini vs. karşılamaya gayret ediyorum. Orada çok tartışmasız bir şekilde inandığım bir şey var. Kalite, bu işin evrensel değerleri, teknoloji ve standart bir insani derinlik; ne coğrafya, ne dil, ne de ırk farkı kabul ediyor; herkeste ve her şeyde aynı kalıyor. O zaman da bizim işimiz hâliyle biraz daha kolaylaşıyor. Şöyle toparlayayım: Hiç tanımadığım insanlara en baştan çok güveniyorum ve çok şükür ki o güven boşa çıkmadı. Her zaman işin sonunda, beklentiler nokta atışı bir şekilde karşılandı.
Projelerinde mekanı ne zaman bozmayı, ne zaman düzeltmeyi seçersin?
İçgüdesel olarak ilk hamlem genelde, ‘bir yıkıp geçmek’ üzerine. Böyle bozmak değil de, düzeltmeye başlamak diyebiliriz bence. Kendime göre ‘düzeltme’ diyorum ben buna ve şunu biliyorum; bir şeyi yeterince yıktıysan, bazen onu artık daha fazla inşa etmeye veya düzeltmeye gerek kalmıyor, o yıktığın hâliyle zaten oluyor.
Bir mekanı yaşanır kılan nedir?
İnsan… Herşeyin başı sonu insandır. Yaptığın projeyi ne kadar başarılı finalize edersen et, o projeyi yaşatanlar insanlardır; ister mekanın sahibi, işletmecisi olsun, ister kullanıcısı veya izleyicileri… Bu mekanlar kamusal olabilir, ticari olabilir hatta özel alanlar da olabilir, hiç fark etmez. O insanların kim oldukları çok önemli. Hatta edebi bir cevap vereyim; o kadar önemlidir ki o insanların bazıları sana cehennemi bile yaşanır kılar.
Kapadokya’da dahil olduğun bir otel projesinde, otelin belli yerlerinde, katmanlardan ilham alarak çıkarttığın bir deseni kullanıyorsun. Sanasaryan Han daha önceden bir Ermeni yetimhanesi olduğu için oradan mezun olan çocukların diplomalarını otelin girişinde sergiletiyorsun. Yaptığın projelerdeki en sevdiğin narrative nedir?
Narrative‘in bizzat kendisi. Neden? Örneğin şu anda bu saniyede bu ofis NYC, Zürich, Paris, İstanbul, Bodrum, Kapadokya, Sardunya Adası ve Viyana’da eşzamanlı projeler yapıyor. Hâliyle haritadaki her noktanın kendine has gereklilikleri var, beklentileri var, iklim özellikleri ve tarihi dokuları var. Böyle olunca haritanın üzerinde bile bu kadar dağınık duran bir dokuyu eşzamanlı olarak bir araya getirebilecek tek şey var; o da hikayeyi çok düzgün ve net bir şekilde anlatabilmek. Biz ne yapıyoruz, neden bunu çok önemsiyorum? Biz ofis olarak tasarladığımız projelere hazırlanırken özellikle en başta kelimelere, kendi ürettiğimiz bazı tanım ve kavramlara böyle yapışıp kalıyoruz. İşte biraz önce söylediğim sebeple projenin yapıldığı coğrafya, semt ya da binanın kendi hikayesi, geçmişi çok önemli oluyor. İçimize en çok sinen kavram ya da kavramlar üzerinden de o hikayeyi yazıp insana dokunmasını istiyoruz. Eğer öyle bir duygusal bağ kurabiliyorsa, oraya gelen o insanın tecrübesine, onun değerlerine bir yerden dokunabiliyorsam; o benim için çok önemli. İtiraf edebilirim ki bazen hikayenin kendisi, müşterinin beklentilerinden daha önemli oluyor.
Bunu neden önemsiyorum? Bizim işimizin bir raf ömrü var, bunu biliyorum. Yani ne tasarlarsam tasarlayayım 5-10 sene sonra yok olabiliyor, başka bir şeye dönüşebiliyor. Kalıcılığı yok olabiliyor ama o hikayeyi eğer biz doğru kurar ve anlatırsak, o hikaye sonsuz oluyor. Sanasaryan Otel’in girişinde bulunan seramik diplomaların sonsuzluğa gittiğine adım gibi eminim. O yüzden kalıcı olan hikaye oluyor, projenin kendisinden ziyade.
İlham aldığın en garip şey ne oldu?
Benim en çok ilham aldığım iki şey sinema ve fotoğraftır. Yönetmenler, özellikle de görüntü yönetmenlerine karşı bir tutkumun olduğunu söyleyebilirim. Geçen gün bir film seyrediyordum, bir saniyeden daha az süren bir sahnede kadının birinin koluna bir ağaç gölgesi düşüyordu. Ben o görüntüye o kadar takıldım ki yakın zamanda başladığımız yeni bir projenin konseptinin neredeyse tamamı, bu ağaç gölgesine dayanıyor.
Biraz yazarlığından bahsedelim isterim. Tasarımcıların genellikle kelimelere güveni olmuyor; ama sen iki koltukta birden oturuyorsun. Bir yazı yazarken odayı da kafanda kuruyor musun?
Yazmak ve tasarlamak gerçekten bambaşka işler ve birbirleriyle hiç ilgileri yok. Tasarım iş ve süreçleri; kalabalık, uzun süren ve maalesef tasarımcı aleyhine fedakarlıkların havada uçuştuğu süreçler. Gelgelelim yazmak ise, serbest düşüş ve itiraf edeyim, benim için çok rahatlatıcı. Yazarken de tasarlama sürecinde olduğu gibi önüme her zaman insanı koyuyorum ve yazma sürecinde de, onun da beni alıp götürmesini bekliyorum. Senin sorunda ‘oda’ kelimesi geçiyor. Evet, eğer o karşıma koyduğum insanın ihtiyacı bir odaysa onu da düşünüyorum ve hâliyle o odayı kuruyorum. O insan bazen bir kadın veya bir erkek olabiliyor hatta bazen kendimi koyuyorum o insan yerine.
Sorunun cevabına çelişkili bir son vermek gerekirse şunu diyebilirim, biraz önce söylediğim narrative, kavramlara tutunmak ve bazen o kavramları türetmek önemli; çünkü tasarımcı olarak da bazen kelimeler, çizgilerden daha dayanaklı limanlar olabiliyor, en azından işin en başında.
Kitapların birer mimari proje olsaydı, malzemeleri neler olurdu?
Kan, ter, gözyaşı, çile, karanlık, içi kitaplarla dolup taşan iki büyük kütüphane, kötü alışkanlıklar için gerekli bir dolu alet edevat, bolca müzik, dar, loş ve tekin olmayan sokaklar, uluslararası ve işlek bir havalimanı, business class uçak biletleri ve Paris yeterli olurdu.
İlk kitabın “Cennete Gideceksem Cehennemim de Gelmeli” ve ikinci yayınlanacak kitabın “Gerisi Sessizlik” arasında geçen 2 senelik süreçte en büyük dönüşümün ne oldu?
Bu soruyu da çok benimsiyorum. Orada bir tuzak vardı. 40'lı yaşlarından sonra ilk kitabını yazmış, aynı zamanda çok yoğun bir iş hayatı olan birisi olarak, ilk kitabın sadece ‘ilk ve son kitap' olarak kalma riski vardı ama kitap, okumaya tutkun olma ve edebiyat aşkı, ben daha bu riski farketmeden bunu bertaraf etmişti. Ben ikinci kitabı ne zaman yazmaya başladığımı bile fark etmedim. Bunu şu yüzden söyledim: İçgüdülerine güvenmeyi her şeyin üstünde tutuyorum;, ve şunu çok iyi biliyordum ki devamı gelecek. Bu güven işinin arkası da sabıra bağlanıyor ki o da bende çok fazlasıyla var. Dolayısıyla ben de zaten güçlü olan ‘sabır’ konusunda yeniden master yaptığımı düşünüyorum ve bu beni çok mutlu ediyor. Zamana ve onun getirdiği menfi-müspet her şeye adapte olmayı da bu bahsettiğim ikiliğe borçlu olduğumu sanıyorum, bu da benim için ayrı bir sevinç kaynağı. Esas işim gereği zaten yeterince baskı altındayken, üzerine böyle bir meydan okumayı da kendime çok yakıştırdım, o da ayrı bir gerçek.
Bir iç mimar ve yazar olarak ‘bana bakın, ben buradayım’ demeden, her yerde olduğunu hissettirmeyi başarıyorsun da... Gerçekten görünmek istediğin oluyor mu?Gerçekten olmuyor. Hatta mümkünse yapay zekadan buna hemen bir çözüm getirmesini ve aynı H.G Wells' in Görünmez Adam eserindeki Dr. Griffin gibi görünmez olmayı dilediğim çok zamanlar oluyor. Ben yapı itibarıyla 'içe kapalı' değilsem de 'içine dönük' birisiyim ve döndüğüm yerde de çok huzurluyum, bu kesin. ‘Kapalı olmak’ bir süreç işiyken, ‘dönük’ olmak bir andır ve eğer sen bana seslenirsen hemen döner bakarım, o yönümle de çok kolay ulaşılabilir birisiyim. Böylesi de benim için çok elverişli bir durum açıkçası. Yani benim evime giren çıkan insan sayısı -ki sen de bunlardan birisin-, bir elin parmaklarını geçer geçmez ve bu insanlara görünür olmak, bana fazlasıyla yetiyor.
Bir gün seni anan bir yazı yazılsa, içinde hangi cümleler geçsin isterdin?
Öncelikle böyle bir yazı yazılmasa daha iyi olur, çünkü esas soru bence ne yazılacağından çok kimin yazacağı…