Fotoğraflar: Asya Çetin
Friends’in yapımcıları uzun zaman sonra yeniden kalabalık bir arkadaş grubunu merkez alan ve “The Class” adını taşıyan iddialı bir sitcom hazırlamıştı ve heyecanla yayın gününün gelmesini bekliyordum. Daha önce çeşitli işlerde irili ufaklı rollerde izlediğimiz sekiz oyuncu dizinin başrollerinde yer alıyordu ve aralarında daha sonradan çok büyüyecek isimler de vardı. Yıllar sonra yolları yeniden kesişen bir grup okul arkadaşının günümüzde geçen hikayesini anlatan dizide, başrollerden bir tanesi, bölümler ilerledikçe hem komedi yeteneği, hem cazibesi, hem de rolündeki ikircikli durumla benim için diğerlerinden daha çok parlamaya başladı. Dizinin reytingleri başladığı kadar iyi gitmeyip ilk sezonunun 19. bölümünde bu çok sevdiğim diziye veda etmek zorunda kaldım ama ışıltısı ve yeteneğiyle bu genç oyuncunun bundan sonraki işlerini takip etmek ve adını aklıma kazık farz oldu.
Sonradan fark ettim ki bu benim Jon Bernthal ile ilk maceram değilmiş. Daha önce “How I Met Your Mother”dan “Boston Legal”a, “Law & Order”dan “CSI: Miami”ye pek çok ünlü dizide konuk oyuncu olarak karşımıza çıkmış aslında beyefendi. Ve sonraki televizyon maceraları da kendisini yıldız mertebesine ulaştıran “The Walking Dead”den, Marvel’ın efsane karakterine hayat verdiği “Punisher”a kadar epey büyük işlerle dolup taştı. Beyaz perdedeki ilk büyük rolü bir Oliver Stone filmiyle gerçekleşti ve kısa süre sonra Martin Scorsese’den Denis Villeneuve’e, Edgar Wright’tan Steve McQueen’e pek çok usta yönetmenin filminde önemli rollerde yer aldı.
Şu sıralar hem “The Sopranos”un öncesini anlatan heyecan verici “Many Saints of Newark” filmindeki başrolüyle, hem de yakında izleyeceğimiz American Gigolo’nun televizyon dizisi uyarlamasıyla gündemde olan Jon Bernthal’i bu yıl “King Richard”, “Sharp Stick”, “The Unforgivable” gibi iddialı filmlerde de izleme şansına erişeceğiz. Uzun zamandır zevkle takip ettiğim bu oyuncuya merak ettiğim soruları sorunca kendisinin tüm bu kariyerin yanında bir de pırlanta gibi bir kalbe de sahip olduğunu öğrenmiş olmak benim bu hikayeden en büyük kazancım oldu. Sizi de işine ve ailesine aşık bu tutkulu adamı biraz daha yakından tanımanız adına bu sorulara verdiği içten yanıtlarla baş başa bırakıyorum şimdi.
2000'lerin başından itibaren çok sayıda işte irili ufaklı rolde izleme fırsatı bulduk seni. Çeşitlilik gösterebilen bir oyuncu olmana rağmen sert adam rollerinin içerisindeki derinlikli tarafı da ortaya çıkarabilme başarın, sence bu tarz rollerde daha çok tercih edilmene neden oluyor olabilir mi? Bu durumu avantajlı buluyor musun?
Yaptığım seçimler üzerinde ciddi bir neden olduğunu düşünmüyorum. Eğer elimdeki materyal beni etkiliyorsa, beni korkutuyorsa, bana meydan okuyorsa ve beni daha önce bulunmadığım yerlere götürüyorsa projede bulunmak için karar veriyorum. Bana ilham veren, beni mutlu eden ve çalışmayı çok istediğim insanlar ile bir arada olmayı seviyorum. Benim için “iyi adam-kötü adam” ayrımından öte olarak hepsine aynı olarak yaklaşıyorum. Bana göre hepimiz karmaşık ve kusurlu, çok katmanlı kişilikleriz ve bu derinliği çevremizdeki insanlardan, sevdiklerimizden ve ailemizden de bekliyoruz. Bazı karakterler daha sert ve güçlü karakterler olabiliyor - bana göre herkesin vahşi veya kendini yeterince güçlü hissetmedikleri zayıf anlar olabiliyor. Onlara meydan okunan ve onları korkutan anlar. Bana göre bir aktörün işi bir karakteri tüm yönleriyle öne çıkarmak ve olabildiğince ince ayrıntıyı karaktere sığdırabilmek. Hiç kimsenin sabah uyandığında “Bugün sert bir karakter olacağım, bugün kötü adam olacağım” diye düşündüğünü sanmıyorum, herkes kendi elinden geleni ortaya koyuyor. İyi yazılmış ve üzerine çalışılmış bir karakter ile bu derin, karmaşık karakterleri karmaşık durumlara sokarak bu çok katmanlılığın ortaya çıkabildiğini düşünüyorum. Çalıştığım projelerde aradığım derinlik ve bu projeler ile ortaya çıkarmaya çalıştığım iş buradan geçiyor.
Bundan yıllar önce çok büyük bir hayranı olduğun bir televizyon efsanesinin evrenine başrolden giriş yapmak nasıl bir his? “The Sopranos” dünyasından “Many Saints of Newark”ın teklifi geldiğinde durumu nasıl karşıladın?
Kesinlikle büyük bir onur! Aktörlüğe yeni başladığımda “The Sopranos”un kesinlikle bir parçası olmak istemiştim, dünyada eşi benzeri olmadığını düşündüğüm bir hikaye anlatımını ve oyunculuğu barındırıyor. Bu seviyede bir işin yerini doldurmak imkansız. “Many Saints Of Newark” aslında “The Sopranos”a bir övgü niteliğinde, dizinin bir parçası değil ve dizi ile aynı şekilde ilerlemiyor. Tamamıyla tevazu ve saygı ile yaklaştık ve böyle ilerledik. Bu evrene adım atmak ilk andan bu yana sıkı sıkı sarıldığım ve büyük bir onur duyduğum bir olay.
“The Walking Dead” ve “The Punisher” gibi çok sayıda hayran kitlesi bulunan hit dizilerde izledik seni. Diğer yandan ilk büyük televizyon rollerinden biri olan “The Class”ta da harikalar yaratmıştın ve o dizinin ömrü diğerleri kadar uzun sürmemişti maalesef. Geriye dönüp baktığında favori televizyon rolün hangisi ya da vaktinden önce bittiğini düşündüğün bir serüven var mı senin için?
Bu işi yaptığım için inanılmaz derecede minnettarım, yaptığım işi çok seviyorum. Sahnede, bir okulda veya tek başıma bir odada dahi oyunculuğu çok severdim. Sevdiğim işi yaparak para kazandığımı ve aileme geçim sağladığımı, onlara destek olduğumu hissediyorum, gönül verdiğim sanat ile hayatımı kazanabiliyorum. Bu benim için gerçeğe dönüşen bir hayal. Bunların hepsi için minnettarım. Hiçbir zaman kesinlikle favorim olan bir rol seçemedim, bulunduğum yerde olmayı ve sevdiğim işi yapmayı, sevdiğim karakterleri sevdiğim insanlar ile hayata geçirmeyi seviyorum. Her şeyin herkes için düzgün bir şekilde ilerleyeceği bir yol bulmaya çalışıyorum ve bunun için kendime ve çevremdeki herkese meydan okuyorum; daha sıkı çalışmak ve daha derine inmek için. “The Class” benim için adeta sihirli bir dönemdi. Düzenli bir rol aldığım ilk TV dizisiydi. 20li yaşlarında 6 genç insandık ve çoğumuz New York’ta tiyatrolardan gelmişti, oyun sergilemeye alışıktık. Dizinin kültürü etkileyiciydi. Sitcom tarzında, stüdyoda seyirci önünde çekildiği için anında geri bildirim alabiliyorduk, hepimiz orada oturup birbirimizi güldürmeye ve birbirimize fikirler vermeye çalışıyorduk. Gerçek bir özgürlük hakimdi. Bazen, bazı setlere girersiniz ve insanların çok değerli egoları, fikirleri, önyargıları ve düşünceleri önünüze çıkar; dikkatli olmanız gerekir. Bunların hepsini dışarıya atabildiğimiz bir ekip ile çalışmak beni heyecanlandırıyor. Şimdiye kadar çalıştığım tüm projelerde her zaman “bunu deneyelim / böyle bir fikrim var / bence burada yanlış yapıyoruz” denebilecek ortam vardı. “The Class” setinde de herkes bu tarz fikirlere çok aç ve açıktı, ve bunun bir parçası olmak çok keyifliydi. Bana göre “The Walking Dead” de tam olarak bu şekildeydi. Birbirine çok yakın bir grup insandık. The Walking Dead mütevazı bir şekilde başladı - hiç kimse dizinin bu kadar büyük olacağını düşünmüyordu. Hepimiz senaryoya, dizinin yaratıcısı Frank Darabont’a ve birbirimize, birbirimizin ortaya koyduğu işe inanmıştık. Birlikte yemek yerdik, sette ve set dışında hep bir arada olurduk ve hep iş üzerine “bunu yapsak ne olur”u konuşurduk. Herhangi bir toplulukta - sanatta, sporda, iş hayatında ve ailede - egonu bırakıp serbest bir tartışmaya girebildiğin ve karşındakine gücenmediğin noktada ekip olarak optimize olduğunu hissediyorsun. Bana göre hepimiz; bir grup, bir takım, bir aile ve bir ülke olarak davranışlarımız ve işlerimiz hakkında bu seviyede bir iletişimin peşinde olmalıyız. Bir ekibin içindeki cevheri çıkarmanın en iyi yolu budur.
Seni geniş kitlelerin karşısına getiren ilk evrensel blockbuster film olan “World Trade Center”ın üzerinden 15 yıl geçti ve o zamandan bu zamana kariyerin sürekli ses getiren projelerle parlıyor. Şu sıralar hem dünyaca ünlü filmlerde başrol oynayıp, hem de “Small Engine Repair” gibi bağımsız filmlerin yapımcılığını üstlenip başrolünde yer alıyorsun. Sinema ile kurduğun ilişkiden biraz bahseder misin? Bundan sonrasında da yapımcısı olduğun filmler üretmeye devam edecek misin?
Bu işi bu kadar uzun bir süre boyunca yaptığım için hem hala şaşkın hem de minnettarım. Bir aktör olarak alacağın en iyi hediye yaptığın işi bir daha, başka yerlerde yapmaya davet edilmek ve bu işi yapmayı sürdürebilmektir. Ve benim de tek isteğim bu. Yıllar boyunca bu işi yapmak dışında bir isteğim yok. Bir insan olarak, bir baba olarak, bir eş olarak, bir sanatçı olarak büyüdükçe her rolüme yeni bir perspektif katabiliyorum. Bu dünyadaki günlerim bitinceye kadar bu işi yapmak istiyorum. Buna minnettarım. Bir yapımcı olmak bu işin içinde ayrıca büyük bir onur. Bir aktör olarak anlatılan hikayenin bir askeri olduğunuza inanırım. Eğitimimi aldığım Moskova Sanat Tiyatrosu bir yönetmen ortamıydı. Bir aktör yönetmenin tam olarak istediğini vermek ile sorumludur. Bu şekilde eğitim gördüm ve kendime hep bu gözle baktım. Bununla birlikte hikaye anlatmayı - kendi hikayelerimi anlatmayı çok seviyorum. Diğer hikaye anlatıcıları ile aynı masada bulunmaktan keyif alıyorum. Martin Scorsese gibi yönetmenlerle çalışırken onlar sizi de bir hikaye anlatıcısı yapar, kendi hikaye anlatımınızı role katmanızı isterler. Denis Villeneuve de böyledir. Sadece bir oyuncu olmanızı değil bir hikaye anlatıcısı olmanızı isterler. Sanırım hikaye anlatımı beni kendine aşık etti. Anlatmak istediğim çok fazla hikaye var. İnsanların anlatmalarına yardımcı olmak istediğim çok fazla hikaye var. İnandığım çok fazla hikaye anlatıcısı var. Bir yapımcı olarak bunun bir parçası oldukça, yapımcı olarak insanlara ulaşıp başarıyı yakaladıkça bunu yapmaya devam edebileceğim ve bunun için minnettarım.
Devamı #GQStyle'da. GQ Sonbahar 2021: İklim Sayısıyla birlikte ücretsiz.