Paul Thomas Anderson’ın bu hafta vizyona giren One Battle After Another filmi, şimdiden kuşaklar arası bir başyapıt olarak anılıyor. Twitter’a şöyle bir göz atarsanız, eleştirmenlerin ve Letterboxd tutkunlarının adeta birbirini ezecek şekilde filme övgüler yağdırdığını görürsünüz: politik şiddeti merkeze aldığı için neredeyse dün çekilmiş gibi güncel hissettirdiğini, oyuncuların kariyerlerinin en iyi performanslarını sergilediğini, senaryosunun ise müthiş bir hiciv gücüne sahip olduğunu söylüyorlar. Abartı bol, evet — ama sonuçta bu bir PTA filmi; herkesin sevmesine şaşmamak lazım.
Ayrıca, filmin finaline doğru gelen sahnelerden biri, son yılların en büyük araba kovalamacaları arasında gösteriliyor. Leonardo DiCaprio, Sean Penn ve diğerlerini yuvarlanan çöl tepelerine taşıyan uzun soluklu bu sahne, ufukta inişli çıkışlı ilerleyişiyle neredeyse hipnotik bir etki yaratıyor. Bu sahne, sinema tarihinin en iyi kovalamacalarına göz kırpıyor ve bize şunu düşündürüyor: Tarihteki en büyük kovalamacalar hangileriydi?
Kovalamaca sahneleri, aksiyon filmleri var olduğundan beri vazgeçilmez bir öğe. Dolayısıyla seçmek için sayısız örnek var. Yalnızca James Bond serisinden onlarca sahne çıkar; içlerinden birini seçmek bile bir “çifte sıfır” ajanı uğraştıracak kadar zor. Mad Max serisinin dört filminden üçü listeye rahatlıkla girebilir, ama biz kendimizi bir taneyle sınırlamaya çalıştık. Şimdi gaza basın ve aşağıya göz atın.
Edgar Wright, bir sahneyi müzikle eşleştirme konusunda her zaman olağanüstüydü (örneğin Shaun of the Dead’deki “Don’t Stop Me Now” sahnesi veya Spaced’in birçok bölümünde). Karaoke tadındaki hit parçaları mükemmel koreografi ve görsel yönetimle buluştururdu. Bu onun imzası haline gelmiş bir içgüdü ve bu kez bütün bir filmi jüboks tadında bir soundtrack üzerine inşa etti: Baby Driver. Filmde, kısmi işitme kaybı olan kaçış şoförü Baby (Ansel Elgort), sürekli iPod’una kulaklıkla bağlıdır. İşte bu müzikal dokunuş, açılış sahnesindeki kovalamacayı anında unutulmaz kılar. Jon Spencer Blues Explosion’ın “Bellbottoms” parçası eşliğinde Baby, bir soygun sonrası kıpkırmızı Subaru’suyla fırlarken motorun kükremesi şarkının gitar ve davullarıyla birebir senkron tutar. Kesin olan bir şey var: Çok az araba kovalamacası, böylesine iyi bir müzik zevkine sahip olabilir.
Film genel olarak çok da kayda değer olmasa da, Jim Jarmusch’un zombi hicvi The Dead Don’t Die’daki tek harika görsel şakayı sık sık hatırlıyorum: uzun ince bacaklı bir örümceği andıran Adam Driver’ın minicik bir Smart araba içine sıkışması. Tom Cruise’un boyu bir basketbolcu kadar olmasa da, Mission: Impossible — Dead Reckoning Part One’daki Roma sokaklarında geçen araba kovalamacasında benzer derecede palyaçovari bir mizah var. Cruise’un Ethan Hunt’ı ve Hayley Atwell’in Grace’i, peşlerindeki bitmek bilmeyen kötü adamlardan kaçarken minicik, sapsarı bir Fiat 500’e el koymak zorunda kalıyor. (Üstelik birbirlerine kelepçelenmiş durumdalar.) Mission: Impossible’ın pratiğe dayalı ruhuna uygun şekilde, sahne gerçekten de “Ebedi Şehir”in sokaklarında çekilmiş. Hem dublörlük açısından hayranlık uyandırıcı hem de olağanüstü komik — ki bu ikiliyi bir araya getirmek aslında çok daha fazla filmin hedefi olmalı.
Jake ve Elwood Blues, rock ‘n’ roll’un asi ruhunu içselleştiren babalar için ezelden beri stil ikonları. Bugün bile, onların o umursamaz, fazlasıyla havalı tavırlarında hâlâ bir çekicilik var; fötr şapkalar modası geçmiş olabilir ama karanlıkta bile güneş gözlüğü takmak? İşte bunun asla modası geçmeyecek. John Belushi ve Dan Aykroyd bu “cool”luğu The Blues Brothers’ın final kovalamacasında fazlasıyla ortaya koyuyor. Yığınla polis arabası peşlerine düşüyor ve bunların çoğu ya Blues kardeşlerin oyunlarıyla ya da kendi donut manyaklıkları yüzünden paramparça oluyor. Üçüncü ya da dördüncü zincirleme kaza olduğunda sahne artık sadece kahkahalık bir hâl alıyor. Uzun süre boyunca The Blues Brothers, sinema tarihindeki en büyük zincirleme kaza rekorunu elinde tuttu — ta ki yaklaşık yirmi yıl sonra çıkan devam filmi bu rekoru kırana dek.
Kendini sinemasever olarak tanımlayan herkesin hayatında bir noktada Spielberg derin dalışına çıkması kaçınılmazdır — tıpkı Kubrick veya Scorsese’de olduğu gibi. Yoksa büyük ihtimalle, Jaws’la yaz sineması manzarasını değiştirmesinden dört yıl önce çektiği erken dönem filmlerinden biri olan Duel’i kaçırırsınız. Hitchcockvari bir gerilimle yoğrulmuş bu film — televizyon için çekilmiş ve ABC’nin Movie of the Week kuşağında gösterilmişti — aslında baştan sona tek bir kovalamaca sahnesinden oluşur. Hikâye, sıradan bir satıcının bir kamyon şoförünü kızdırmasıyla başlar ve kendini trafik yasaları tarihindeki en korkunç öfke krizinin hedefi olarak bulmasıyla devam eder. Spielberg, kamyonu alçak açılı yakın çekimlerle göstererek onun büyüklüğünü ve ağırlığını öne çıkarır, böylece aracı tam anlamıyla bir sinema canavarına dönüştürür. Düşününce, Duel’i bir yol geriliminden çok bir korku filmi olarak tanımlamak daha doğru olabilir; filmdeki saf dehşet hissi o kadar güçlüdür.
Baby Driver’da olduğu gibi, Drive’ın “filmbro-klasik” açılış sahnesinde öne çıkan unsur — Ryan Gosling’in huysuz kahramanının Los Angeles’ın ışıl ışıl sokaklarında ustaca bir kaçışı yönettiği bölüm — müziği. Ama daha çok jüboks tarzında değil: sahnede kullanılan parça The Chromatics’in “Tick of the Clock”u. Kalp atışı gibi titreşen bu şarkı, sahneye synthwave tarzı bir enerji katıyor ve bu ses — ve geniş estetiği — Drive’ın kalıcı mirasının en silinmez parçası haline geliyor. Driver sokaktan sokağa hızla geçerken, telsizden polis konuşmalarını dinliyor, trafiğe karışıyor, devriye helikopterlerinin spot ışıklarından sıyrılıyor (tam bir Grand Theft Auto kodlaması). Tüm bunlar olurken arkada şarkı atışlarını sürdürerek hem gerilimi yükseltiyor hem de Gosling’in kayıtsız, havalı havasını pekiştiriyor. İnsana adeta bir kürdanı ağzına alıp çiğneme isteği uyandırıyor.
İlk iki Terminator filmi yalnızca muhteşem aksiyon filmleri değil, aynı zamanda gerilim ve dehşetle doludur; çünkü kötü adamlarını “durmaz cisimler” gibi konumlandırırlar. Ateş edin, ezip geçin, parçalayın — yine de gelmeye devam ederler. Arnie’nin T-800’ü durdurulamaz kas gücü ve ölümcül replikleriyle unutulmazdı ama Robert Patrick’in T-1000’i, yani sıvı metalden insan avcısı, çok daha ürkütücü bir tehditti. Terminator 2: Judgment Day’de bir çekici çalarak küçük John Connor’ın (Edward Furlong) peşine düşmesi, önüne çıkan araçları ezip geçtikten sonra Los Angeles’taki sel yatağına inmeleri, onun takıntılı programlamasının mükemmel bir tezahürü gibidir: Tek bir hedefi vardır — bu çocuğu dünyadan silmek.
Kovalamaca sahnesi, Bond serisiyle neredeyse eş anlamlıdır; dolayısıyla seçilecek çok klasik vardır. Craig döneminde gelen No Time to Die’daki kurşun geçirmez DB5, Roger Moore’u savunanların bayıldığı kamp esintili araba şovları — ki meşhur ıslık efekti eşliğinde yapılan burgu atlayış da buna dahildir — veya Goldfinger’da Sean Connery’nin Alpler’de şık takımıyla dolaşması… Hepsi ayrı ayrı öne çıkar. Ama hiçbir şey, GoldenEye’da Pierce Brosnan’ın General Ourumov’u (Gottfried John) kovalamak için bir Sovyet tankına el koymasına ve bu uğurda St. Petersburg’un yarısını yerle bir etmesine benzemez. Yolda bir Perrier kamyonu, bir Pegasus heykeli ve belki de bir düzine polis arabasını parçaladıktan sonra, Brosnan’ın yalnızca kravatını düzeltmek için kısa bir mola vermesi… İşte bu sahne, bir çift sıfır ajanı için bunun sıradan bir çarşamba günü olduğunu özetliyor. Ve ’90’larda izleyiciler Brosnan’dan henüz emin değillerse, artık kesinlikle ikna olmuşlardı.
Mad Max: Fury Road, haklı olarak yüzyılın en iyi aksiyon filmleri arasında gösteriliyor — çok az film böylesine durmaksızın, tam gaz bir heyecan sunabilir ve kaç kere izlerseniz izleyin etkisini asla kaybetmez. Üstelik neredeyse baştan sona tek bir kovalamaca sahnesi gibidir. O yüzden listede olmalı, değil mi? Peki işte ters köşe bir yorum: En iyi Mad Max kovalamacası aslında on yıllar önce The Road Warrior’da geldi. Post-apokaliptik Avustralya çölünde geçen, BDSM göndermeleriyle dolu bu film, Mel Gibson’ın Max Rockatansky’sini dev bir tankerle, neredeyse çıplak yağmacılardan oluşan bir çeteye karşı koyarken bulduğumuz, benzin manyağı bir kovalamacayla sona eriyor. Çılgın, gürültülü, ateşli ve en önemlisi, absürt derecede eğlenceli. Yani, hangi filmde kötü adamı Lord Humungus adlı, koşum takımı giymiş kaslı bir ayı liderlik ediyor ki?
Gene Hackman, yukarıdaki raylarda ilerleyen yükseltilmiş bir metro treninin peşinde, New York sokaklarını yakıp geçiyor. William Friedkin’in neredeyse gerilla belgeseli gibi çektiği bu sahne, nefes kesici. Kamerası çoğu zaman arabanın arka koltuğunda sallanıyor ya da bazen kaputa sabitlenip sürücünün gözünden görüntü veriyor; bu da kovalamacayı tehlikeli ve gerçek hissettiriyor. (Hikâyeye göre Friedkin bu sahneyi çekmek için gerekli izinleri almamış. YouTube’daki kliplerin altındaki yorumlarda sık sık yazıldığı üzere, bir röportajda “40.000 dolar ve Jamaika’ya tek yön bilet karşılığında bir şehir yetkilisine rüşvet verdim,” diye espri yapmıştı — ya da belki de ciddi miydi?) Bu, izlerken istemsizce parmaklarınızın arasından bakmak isteyeceğiniz nadir aksiyon sahnelerinden biri; çünkü herhangi bir anda bir oyuncunun korkunç bir kazayla gerçekten ölebileceğini hissediyorsunuz. Neyse ki Hackman sağ çıktı ve performansıyla sinema tarihinin en büyük araba kovalamacalarından birine katkı sundu.
Klişe olacak ama sürprizsiz gerçek şu: Bullitt’ten daha iyi bir kovalamaca sahnesi yok. İşte Steve McQueen — zamansız bir aksiyon kahramanı olarak kariyerinin zirvesinde. İşte San Francisco’nun coğrafyası, dik yokuşlarıyla arabaları zıplata zıplata götüren, her tümsekte metal parçalarının etrafa saçıldığı sokaklar. Üstelik ortada müzik yok; sadece motorların öfkeli kükreyişi var. Bu sahne, ondan sonraki bütün araba kovalamacaları için şablon oluşturdu. Aslında başka söze gerek yok — sadece açın ve izleyin.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.