R&B, yani rhythm and blues, rock ya da elektronik müzik gibi geniş ve sınırları belirsiz türlerden biri. Dolayısıyla, en iyi R&B albümlerinin böylesine çeşitli ve zengin bir karışım sunması da şaşırtıcı değil. Bu terim, ilk olarak 20. yüzyılın ortalarında, Siyah Amerikalılara ait caz ve gospel gibi başka müzikal geleneklerin harmanlandığı, isminin de işaret ettiği gibi ritmik ve blues etkili bir sound’u tanımlamak için kullanılmıştı.
O zamandan bu yana R&B, kapsamı oldukça geniş bir şemsiye terime dönüştü. Bu şemsiyenin altında, yıllar içinde Marvin Gaye gibi soul efsanelerinden Lauryn Hill ve Erykah Badu gibi neo-soul ikonlarına; Beyoncé gibi pop devlerinden Frank Ocean ve Solange gibi avangart yenilikçilere kadar pek çok ismi bulmak mümkün. Bu sanatçıların ve diğer yeteneklerin ortaya koyduğu R&B albümleri, popüler müziğin en iyi örnekleri arasında yer alıyor. Şimdi gelin, bu öne çıkanlara birlikte göz atalım.
Bunu kaçıracak değildik. Marvin Gaye’in görkemli ve büyüleyici 11. albümü, aynı zamanda bir tür geri dönüş niteliğindeydi – 60’ların sonunda Gaye, uyuşturucu bağımlısıydı ve intiharı düşünüyordu. Ve bu ne geri dönüş ama: What’s Going On, karmaşık bir albüm – şarkılar, Vietnam Savaşı’ndan dönen bir gazinin gözünden anlatılıyor – ve eroin, çevrecilik, kentsel yoksulluk gibi ağır konulara değiniyor. Ancak zengin enstrümantasyonu sayesinde tüm bunları büyük bir incelikle işliyor. Bu albüm, Sgt. Pepper’s ve benzeri konsept albümlerle birlikte anılabilecek gerçek bir başyapıt.
Popüler müziğin çoğu dalında olduğu gibi, R&B'nin de temel konusu büyük oranda aşktır (ya da en az onun kadar sık, arzu). Dolayısıyla Moses Sumney’nin Aromanticism albümündeki tüm o kendine özgü ses dünyasını – caz, soul ve elektronik müziğin karışımı – bir kenara bıraksanız bile, tematik olarak öne çıkmasıyla bile puanı hak ediyor. Zaten albümün adı da bunu ima ediyor: Aşk gerçekten gerekli mi, ya da aşkı hissedemeyen biri yine de dolu dolu bir hayat yaşayabilir mi? Yürek burkan balad “Doomed”da sorduğu gibi: “Kalbim boşta gezerken ben gerçekten hayatta mıyım?”
Bu albüm, çıktığı dönemde büyük bir etki yaratmadı; tam tersine, yıllar içinde yavaş yavaş keşfedildi. Bunun başlıca nedeni, Eric B & Rakim’in “In the Ghetto”sundan Pusha T’nin “Infrared”ine kadar birçok hip-hop şarkısına sample kaynağı olması. Ancak bugün kazandığı her ilgi fazlasıyla hak edilmiş durumda. Ghetto: Misfortune’s Wealth, Motown’un deneyimli ismi Dale Warren tarafından prodüksiyon, aranjman ve genel anlamda yaratıcı yönetim açısından yönlendirilmişti; 24-Carat Black ise Cincinnati çıkışlı genç ve kalabalık bir gruptu. Bu iş birliğinin sonucuysa hayret verici: Siyah Amerikalıların yoksulluğunun farklı yönlerini anlatan, yoğun, güçlü ve ustaca hazırlanmış bir albüm – örneğin “Mother’s Day” gibi parçalarda yükselen yoğunluk, neredeyse durdurulamaz bir güce ulaşıyor.
Beyoncé’nin küçük kız kardeşi, üçüncü albümüne kadar sıcak ama çok da coşkulu olmayan tepkilerle karşılanan müzikler yayınlamıştı. A Seat at the Table her şeyi değiştirdi. Siyah kimliği üzerine düşüncelerle örülü olan bu albüm, R&B’nin klasik yapı taşlarını – gitarlar, davullar, piyano, arka vokallerin yumuşak tınıları – alıp onlara modern, hafif psikedelik bir dokunuş katıyor. Özellikle “Cranes in the Sky” parçası etkileyici: İnsanı transa sokan yaylılar şarkıya hem görkemli hem de hafif melankolik bir hava katıyor.
Janet Jackson, altıncı stüdyo albümü The Velvet Rope’ta dinleyicileri “kadife ip”in arkasına – yani gece kulüplerindeki gibi dış dünyayı içeri girmekten alıkoyan o bariyerin ardına – davet etti. Ama bu sefer, o bariyer başkalarının onun duygularını tanımasını engelleyen bir metafordu. Canlı melodiler ve elektronik tınılarla dolu bu konsept albüm, Jackson’ın ağır bir depresyon geçirdiği dönemde üretildi ve derin bir içe dönüşe odaklanıyor. Özsaygıdan çevrimiçi ilişkilere, aile içi şiddetten cinsellik ve yönelim temalarına kadar birçok konuda açık sözlü sözler barındıran albüm, Janet Jackson’ın hem bir seks sembolü hem de eşcinsel ikon olarak konumunu sağlamlaştırmasını sağladı. BDSM, cinsel yönelim ve aynı cins ilişkiler gibi konuları cesurca ele alması da bu imajın bir parçasıydı. Müzisyenin “en kişisel” çalışması olarak tanımladığı ve R&B, pop, trip-hop, rock ve caz türlerini harmanlayan bu albüm, alternatif R&B’nin gelişiminde kilit bir rol oynadı; Rihanna, Jay-Z ve Jai Paul gibi sanatçılara ilham verdi. Jackson, 1998’de Rolling Stone’a verdiği bir röportajda, “Benim terapim bu şarkıları yazmak oldu,” demişti. Dinleyiciler içinse terapi, o şarkıları dinlemekti.
D’Angelo, ilk albümü Brown Sugar’ı çıkarmadan önce bile büyük bir heyecan yaratmıştı. Bu heyecan, Usher’ın da yer aldığı R&B süper grubu Black Men United için yazdığı “U Will Know” parçasıyla doğmuştu. Neyse ki hem onun hem de hayranlarının beklentileri boşa çıkmadı. Ana akıma, o dönem tartışmalı biçimde adlandırılan neo-soul akımını tanıtan albümlerden biri olarak görülen Brown Sugar, nostaljik groove’larla, kadife gibi vokallerle ve ilişkiler, sadakatsizlik, cinsellik ve maneviyat üzerine içten sözlerle dolu. Prince’in şarkı yapım sürecindeki her aşamayı tek başına üstlenebilme becerisinden fazlasıyla etkilenen D’Angelo, Brown Sugar’ın yazımından prodüksiyonuna ve enstrümantasyonuna kadar neredeyse her şeyinde bizzat rol aldı. Sonraki yıllarda üretkenliği sınırlı kalsa da, bu baştan çıkarıcı ve zahmetsizce havalı çıkış albümü zamansızlığını koruyor.
Üç ardışık multi-platinum albümle yıldızlaştıktan sonra Sade, 90’lara Love Deluxe ile giriş yaptı – ve ardından 2000’lere kadar ortadan kayboldu. Yaklaşık on yıl boyunca hayranlar Love Deluxe’ü tekrar tekrar dinlemek zorunda kaldı – ama bu da çok şikâyet edilecek bir durum değildi. Grubun dördüncü albümü, önceki albümlerindeki tempolu sophisti-pop tarzından uzaklaşıp dinleyiciyi atmosferik bir yolculuğa davet etti: bağlılık (“No Ordinary Love”), empati (“Feel No Pain”), direniş (“Pearls”) ve elbette, Sade’in klasik imzası olan aşk (“Kiss of Life”). Smooth jazz, quiet storm, pop ve soul öğelerini harmanlayan Love Deluxe, gerçekten lüks, gizemli ve adına yaraşır şekilde ‘deluxe’ bir albüm.
Eğer ruhsal iyimserliğe kendini bırakmak için bir gerekçe gerekiyorsa, Erykah Badu bunu Baduizm’de fazlasıyla sunuyor. “Next Lifetime”da, “kaçırılan o kişi”nin yarattığı zamansız acıyla karşılaştığında, bu mistik müzik vizyoneri üzülmek yerine, sakinlikle şunu söylüyor: “Sanırım bir dahaki hayatta görüşürüz.” Ancak onun zahmetsizce ruh dolu sesi, doğaçlamaya dayalı tarzı ve cazdan beslenen müzikal yaklaşımıyla, 1997’deki bu çıkış albümü adeta başka bir hayattan gelmiş gibi hissediliyordu. D’Angelo ile birlikte neo-soul türünün öncülerinden biri haline gelen Badu, 70’lerin cazını soul, hip-hop ve R&B ile harmanladı. Baduizm, çıktığı anda klasikleşti ve ertesi yıl iki Grammy kazandı. Bunun nedenini görmek çok kolay: Açılış parçası “Rim Shot” ve hit single’lar “On & On” ile “Appletree” dahil olmak üzere albüm, baştan sona hipnotize eden, bütünlüklü bir başyapıt. Frank Ocean, Amy Winehouse ve Janelle Monáe gibi isimlerin önünü açan bir kilometre taşı.
Stevie Wonder, 18. stüdyo albümü Songs in the Key of Life’ı yapmadan hemen önce müziği tamamen bırakmayı düşünüyordu. Hatta veda turnesinin hazırlıkları başlamıştı bile. Ancak ani bir kararla fikrini değiştirdi ve bunun yerine başyapıtını yayınlamayı seçti. Zaten popüler müziğin en saygı duyulan figürlerinden biri olan Wonder, 21 parçalık bu dev albümle tüm zamanların en büyük müzikal sanatçılarından biri olarak yerini sağlamlaştırdı. Songs in the Key of Life hâlâ gelmiş geçmiş en iyi albümler arasında gösteriliyor. Caz, funk, pop ve Latin gibi birçok müzik türünü kapsayan bu iddialı albüm; aşk, inanç ve aile gibi temalara dokunuyor. Dinleyicilerden büyük övgü alan bu albüm, aynı zamanda Wonder’ın kendi favorisi. Bir röportajında, onun için “en çok mutluluk duyduğum albüm” demişti.
Dev Hynes’in Blood Orange mahlasıyla çıkardığı dördüncü albüm Negro Swan’da bir satır var ki, albümün temasını mükemmel biçimde özetliyor. “Charcoal Baby”de sorduğu soru şu: “Bazen kırılabilir misin?” Bu kırılganlığın altındaki umut duygusu, Hynes’in albümdeki amacını yansıtıyor: Siyah depresyonunu, kuir bireylerin ve renkli insanların kaygılarını, erkekliği ve dışlayıcı bir dünyada bireysel eylemlerle ve topluluk desteğiyle nasıl iyileşilebileceğini sorgulamak. Kaygının temel tema olduğu albümde, parçaların dağınık ve bitmemiş bir hava taşıması tesadüf değil. Albümde trans aktivist Janet Mock’un konuşmalı geçişleri yer alıyor ve soul, funk, lo-fi pop, progresif R&B ve indie hip-hop gibi farklı türler arasında gidip geliyor. Planlandığı gibi, albümün genel mesajı umut dolu: Evet, bazen kırılabilirsin – bu da iyileşmenin bir parçası.
Bazı hayranlar, Prince’in 1984 tarihli efsane albümü Purple Rain’i geçemeyeceğini düşünüyordu ama yanıldılar. 1987’de Sign O’ the Times’ı çıkardığında Prince zaten bir pop süperstarıydı; bu albüm ise onun sanatsal vizyonunun ne denli kusursuz ve büyük olduğunu tescilledi. U Got the Look, If I Was Your Girlfriend ve albümle aynı ismi taşıyan Sign O’ the Times gibi kült single’ları içeren bu dokuzuncu albüm, Prince’in birçok hayranına göre kariyerinin zirve noktası. Funk, psikedelik pop, elektronik, soul ve R&B’yi ustalıkla harmanlayan Sign O’ the Times, devasa bir müzik yapıtı, seslerin canlı bir kakofonisi ve bu tartışmasız dehanın zihnine yapılan psikedelik bir yolculuk.
Beyoncé’nin altıncı stüdyo ve ikinci görsel albümü Lemonade’in önemini abartmak imkânsız. Jay-Z’nin sadakatsizliği sonrası yaşadığı duygusal yolculuğu anlatan bir konsept albüm olan Lemonade (evet, “He better call Becky with the good hair” sözünün geçtiği albüm bu), aynı zamanda Beyoncé’nin kişisel deneyimini Siyah tarih ve kendi kökleri bağlamında ele alıyor. Lemonade, Siyah kadınları baskıdan uzak bir alanda, duygularını özgürce hissedip acılarını iyileştirebildikleri bir yerde merkezine alıyor. Tüm bunların yanında Beyoncé her zamanki gibi en iyi yaptığı şeyi yapıyor: cesur, yenilikçi ve müzikal açıdan nefes kesici şarkılar üretmek. R&B’den rock’a, soul’dan art pop’a, blues’a kadar birçok tür arasında özgürce dolaşan Lemonade, çoğunlukla Beyoncé’nin en iyi albümü olarak anılıyor – ve bu unvanı fazlasıyla hak ediyor.
Frank Ocean, 2016’da ikinci ve hayranlar için bir o kadar da sabırsızlıkla beklenen albümü Blonde’u yayımladığında, bu herkes için – plak şirketi dahil – büyük bir sürprizdi. Bir gün önce, görsel albüm Endless’ı yayımlayarak Def Jam’le olan kontratını tamamlamış, ertesi gün ise asıl albümünü bağımsız olarak piyasaya sürmüştü. Ocean, uzun süredir sorun yaşadığı Def Jam’e ustaca bir oyun oynamıştı. Plak şirketi için acı verici olan bu hamle, Frank Ocean hayranları için tam anlamıyla bir müzik ziyafetiydi: 2012’den bu yana bekledikleri yeni albüm bir değil, iki tane gelmişti. Ve özellikle Blonde, bu bekleyişe fazlasıyla değdi. Blonde, kayıp, aşk ve nostalji üzerine derinlemesine düşünen, baştan çıkarıcı ve içine çeken bir konsept albüm. Bilinçli şekilde parça parça yapılandırılmış; spoken word (konuşma temelli anlatım), diyaloglu geçişler, alışılmadık ve soyut seslerle zengin düzenlemeleri bir araya getiriyor. Ocean’ın içe dönük sözleri, doğrusal olmayan bir anlatıyla çocukluğuna dokunuyor. Ocean, bu yapıyı, insanların kendi anılarını hatırlama biçimiyle ilişkilendirerek açıklamıştı: “Onları birbiri üzerine binen kesitler halinde görürüz.”
Lauryn Hill’in solo çıkış albümü The Miseducation of Lauryn Hill, sadece onu küresel bir süperstar yapmadı; aynı zamanda, 90’ların sonundaki erkek egemen, kadın düşmanlığına ve materyalizme dayalı hip-hop dünyasını da sertçe yarıp geçti. Hill’in eski grubu Fugees’le yaşadığı çalkantılardan anneliğe, aşktan kalp kırıklığına, özgürlükten maneviyata kadar birçok konuyu ele alan albüm, genç bir Siyah kadının bakış açısını müzik dünyasının tam merkezine taşıdı. Neo-soul, R&B, reggae ve hip-hop soul türlerini kapsayan bu cesur, güçlü ve kırılgan albüm, çıktığı anda büyük bir başarı elde etti ve 1999’da En İyi Albüm dahil beş Grammy kazandı. The Miseducation of Lauryn Hill o kadar etkileyiciydi ki, Lauryn Hill’in başka bir albüm yapmasına gerek kalmadı.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.