1886 yılında doğan Mies Van Der Rohe’un tasarımlarından bahsederken serinin devamında ismi geçeceklerin de adi geçebilir. Alvar Aalto, Le Corbusier, Walter Gropius ve Frank Lloyd Wright ile birlikte Modern Mimari – Internationalist Style’in babası olarak sayılmasının yanında, ufuklar açan modern tasarım yuvasi Bauhaus’un da son müdür kendisi. Ona çoğunlukla Mies diye hitap ediliyor; ben de yazının genelinde bu şekilde bahsedebilirim isminin uzunluğundan. Kendini bir tasarımcı olarak geliştirirken ismini de şekillendirmis aslında. Ismi Ludwig, soyadı Mies iken uzerine Berlin’de mimarlığın verdigi asillikten “van der”i ve annesinin kızlık soyadi “Rohe”u ekliyor. Tasarımları, yapıları ve bugüne biraktiklarina bakalim beraber.
Aachen/Almanya’da doğan Mies, Berlin’de Bruno Paul’un mimarlık ofisine katiılmadan önce babasının taş oyma atölyesi ve bazı lokal tasarım ofislerinde çalisir. Alman mimari ve endustriyel tasarimin onemli figurlerinden Peter Behrens’in ofisinde tasarim hayatina baslayan Mies’in yolu burada Le Corbusier ve Walter Gropius’la kesişir. “Ya kesişmeseydi” ihitimalini düşünmeyi istemem kendi adıma. Aslına bakarsanız “Mies olmasaydi tasarim tarihi nasil etkilenirdi” genis bir soru: Mimaride minimalizm, sehir manzarasi, modern Avrupa evleri ve gunumuzde daha da fazla gördüğümüz ikonik mobilya tasarımları gibi önemli katkıları var. 1912’de Berlin’de kendi ofisini kuran Mies bir denklemi çözmeye odaklanıyor: Estetik ve fonksiyon. Bu aslında her tasarımcının çıkış noktasi çünkü form ve fonksiyon dengesi veya dengesizliği (hata olmadığı sürece) bilinçli bir tercih. Mies’de öne çıkan minimal düzlemlerin kesişmesi ve kullandığı materyallerin yorucu olmayan buluşması. Bir diğer özelliği de mimari projeleri icin tasarladığı mobilyaların aynı estetikte olmayabilen evlerimiz, ofislerimiz, sosyal mekanlarda bile uyumla kullanılabilmesi. Bütün bunlar sırasında geliştirdiği görsel ve konseptler farkinda olmadan gelecekte tasarlayacagı gökdelenlerin temelini oluşturuyor.
1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla Alman ordusuna katılan Mies köprü ve yol yapımında görev alır. Savaş dönüşünde, avantgard olarak tanımlanan tasarimlari ile Novembergruppe ve sonrasında Walter Gropius'un kurduğu Bauhaus hareketinin bir parçası olur. Bauhaus genel olarak sosyalist duruşun tasarım ve sanatla fonsiyonel bir şekilde ifadesi olarak da tanımlanır. İleride Bauhaus grubu Nazi baskısı ile kapanır.
Serinin bu yazisindaki ürünlerden göreceğiniz uzere, Mies van der Rohe fikrini bir sonraki tasarım üzerinden geliştirmeye açık bir vizyoner ve mimar. Boyle düşününce MR Serisi uygun bir başlangıç. 1927’de gelistirilen serinin sandalyesi, Weissenholf ev geliştirme projesi kapsamında Mart Stam ile tasarlanır. Burada hem destek noktalı oturma yüzeyi, hem de çelik boru iskelet tasarımını görme firsatı buluyoruz. En baştan özetleyelim genel tasarım yaklaşımını: orantı, detaya özen, işçilik ve materyal butunlugu. Marcel Breur’in materyal çalışmalarından esinlenilerek ileride gelecek formlarin sinyallerini de verir MR Serisi.
1928-1929 yıllarinda İspanya’da Barselona Sergilemesi için yapilan German Pavillion (Alman Pavyonu) tasarımı günümüzün en bilinen mimari yapilarindan. Alman devleti tarafindan seçilerek tasarladığı bu proje, bir baska Alman tasarımcı Lilly Reich ile işbirliğidir. Materyal olarak cam, metal ve taş yelpazesine sadıktır.
Barcelona Pavilion da denilen bu yapı ile hayatımıza Barcelona Chair (Barselona Sandalyesi), Barcelona Ottoman (Barselona İskemlesi) ve Barcelona Day Bed (Barselona Sediri) girer.
Bir oturma grubuyla evi ozetlemek haksizlik olur tabii; ama keske mumkun olsa da icindeki her detayi alip uygulayabilsek. Amerikan gazeteci Tom Wolfe’un da tanimiyla: “Bauhaus’tan evimize”. Urun fiyatlarinin ilk gunlerinden beri yuksek olma sebebi, Eames Lounge Chair'in aksine, yuksek sinif objesi olarak tasarlanmalari.Barcelona Chair Ispanyol Kraliyet Ailesi’nin, Barcelona Ottoman ise katilimcilarin Pavillion acilisinda kullanmasi icin tasarlanir. Sandalye tasariminin Aristokrat Roman asillerinin katlanan sandalyelerinden (Curule Chair) esinlenildigi tahmin ediliyor. Yani modern bir taht. Rahatligi tartisilir; materyal-form dengesi ise bosuna derslerde islenmiyor hala
Yine bu sete uyumlu olarak Barcelona Coffee Table (Barselona Kahve Masası) da oluşturulur. 1930’dan günümüze az ve özün tanımı ne? dense hala o örnek gösterilebilir.
1928-1930 yılları arasında aynı ikili Brno’da (Cek Cumhuriyeti) Villa Tugendhat evini tasarlar. Modern inşaatin ve görüntüde hafif, mühendislikte yoğun bir mimarinin uygulanışını bu eve ve düzenine bakarak görmek mümkün.
Eğimin üzerine, araziyi kesip yerleştirilen bu mükemmel yapının iç mimarisinde iki element cok onemli: kolonlar ve Brno Chair (Tugendhat Chair diye de gecer.) Her ne kadar Tugendhat ailesi bu evde ancak dokuz yıl yaşayabilse ve önce Alman Ofisi ve sonrasında Sovyet Ordusu’nun alanı olarak kullanılsa da, proje günümüzde doğanın içine bir aile evi kurmak üzerine önemli bir çalışma. Bahsettiğimiz tasarım dengesi ve butunluk Brno Chair’in mühendisliğinde form bulur.
Mies 1930-1933 tarihleri arasında Bauhaus Başkanı ve Deutsher Werbund’un Başkan Yardımcısı olarak görev alır. 1938’de Chicago’da Illinois Institute of Technology mimarlık okulunun başina geçer ve aynı zamanda kampüsün de planlamasını yapar. S.R. Crown Hall tasarımı kimilerine göre en önemli eseridir. Mies’in okyanusu aşması Amerikan gökdelen mimarisine büyük bir hediyedir aslında. 1945’te Farnsworth House ile yine doğa ile uyumlu, ferah ve yalın mühendislik anlayişini mimariye döker. Kutu kutu oda algısını yıktığı bir diğer yapı da bu olur. Sonrasında ise Philip C. Johnson ile birlikte tasarladığı, ilk gökdeleni Seagram Building gelir. New York’ta calisirken her gun onunden gectigim hatta icinde bir ofisi tasarlama sansi buldugum bu 38 katli gokdelen granit zemin, giydirme bronz ve siyah renkli camdan olusur. 1958’de yapıldığına bakmayın, her önünden geçişte zamansız estetiği hala etkiler.
Modern Avrupa mimarisi ve Amerikan manzarasında bu kadar yer edinmiş bir tasarımcının çizgisini hem evlerde hem sosyal hayatımızdaki mekanlarda kullanabilmemiz bana hep “Acaba tasarlarken bunu öngörmüş müydü?” diye düşündürüyor. Özgüvenine bakarsak, galiba evet. Şu an bile modern olarak yorumlayıp, onun tahmin etmediği yerlerde kullanılması da geçen zamanın keyifli sonucu belki de.