Suç janrı, oldukça hareketlidir, bu da en iyi suç filmlerinin bir listesini yapmaya çalışmanın daha da zor olduğu anlamına gelir. Suç dramaları, suç gerilimleri ve suç komedileri gibi alt kategoriler vardır. Bazı yapımlarda öyle bir suç var ki, tek yapabileceğiniz oturup film sonunda ekranın kararmasını beklemek ve ondan sıyrılmaya çalışmak ve ve yine bazılarında öyle bir suç var ki, tek yapabileceğiniz tüm bu cüretkârlıklarından dolayı kötü adamları desteklemek.
1910'da çekilen ilk Hollywood filmi olan In Old California kısmen suç etrafında dönüyor ve aradan geçen 100 yılı aşkın sürede 'crime' büyük ve küçük ekranlarımızdan neredeyse hiç uzaklaşmayan bir konu. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Vito Corleone'nin sabıka kaydı uzunluğunu andırmayan kesin bir liste yapmak çok zor. Yine de, türün en iyi örneklerinden bir liste oluşturduk.
İşte GQ'nun en iyi 12 suç filmi
Catch Me If You Can (2002)
"Ettiğini bulursun" durumunun beyazperdedeki en iyi örneklerinden biri. Steven Spielberg imzalı Catch Me If You Can'de Leonardo DiCaprio, FBI'dan kaçarken dolandırıcılık yaparak pilot, cerrah ve avukat olan Frank Abignale Jr. adlı bir kalpazanın gerçek hikayesini canlandırıyor. Henüz 21 yaşındaki baş karakterin cesaretini ve endişesini titizlikle dengeleyen DiCaprio'nun Akademi Ödülü'nü gerçekten hak eden rolü için konuşmaya hazırız. Tom Hanks, Christopher Walken ve genç Amy Adams'ın yardımcı rolleriyle desteklenen Catch Me If You Can, Spielberg külliyatının tüm parlaklığına ve onu eskimeyen bir klasiğe dönüştüren bir tür adrenaline sahip.
In Bruges (2008)
The Banshees of Inisherin ile kariyer zirvesi ve ödül sezonu döneminin ardından şimdi hatırlaması zor görünüyor, ancak 2000'lerin ikinci yarısında Colin Farrell'in Hollywood tarafından ele geçirilen başka bir yakışıklı yıldız olabileceği bir dönem vardı. Martin McDonagh ve Brendan Gleeson'un, Bruge'e bırakılan ve tek görevleri ortalıkta görünmemek olan tetikçilerle ilgili bu gerilimli ve komik film neredeyse herkes tarafından beğenilir. Şehrin melankolik güzelliğinde günlerini boşa geçirmenin sıradanlığı ve Farrell ile Gleeson'ın evcimenliği bir şekilde patlamayı bekleyen bir barut fıçısı hissini canlı tutuyor.
Drive (2011)
Drive'da Ryan Gosling araba kullanıyor. Onun olayı bu. Olayalar kiralık bir adam ve kaçış hikayesi arasında gidip geliyor. Hollywood'un kara filmlerinden ve Western arketiplerinden esinlenen, kahramanlarının içselliği olan ama bunun asla bariz sunulmadığı bir yapıt. Gosling'in isimsiz sürücüsü, bir GTA düzeninin ortasına düşmüş gibi hissettiren küçük, dağınık bir suç koşuşturmasına karıştığı için, gerçekten kafa karıştırıcı sahneleri göreceğiniz bir film.
21 Jump Street (2012)
Suç filmlerinin her şekilde olabileceğini söyledik, suç komedisinin de zenginliğini görmezden gelmek imkansız. Bu zirvenin bir bölümünü işgal eden 21 Jump Street, 80'li yılların orta seviye bir sitcom'undan uyarlandığı düşünüldüğünde bu kadar komik olmaya hiç hakkı olmayan bir film. Filmin başrollerinde Jonah Hill ve Channing Tatum yer alıyor ve bir uyuşturucu operasyonunu çökertmek için bir liseye gizli görevle giden genç görünümlü polisleri konu alan orijinal hikaye örgüsünü üstleniyorlar. İkili klasik bir şekilde sporcu ve inek rollerinde, ama olay örgüsü bunu tersine çeviriyor. Hill tabii ki çok komik ama filmin yıldızı, kesinlikle Tatum. Film yeni bir şey icat etmiyor, ancak filmi harika yapan şey, nostalji damarına basmak için 20 yıllık bir geçmişle yürüdüğünün farkında olması.
Good Time (2017)
Good Time'ı izledikten sonra, 101 dakikalık süresi boyunca biriken her gerilim düğümünü çözmek için hızlı aramada bir masöze, akupunktur uzmanına ve ruhsal meditasyon koçuna ihtiyacınız olacak. Yine de, bu bir Safdie Brothers filmi, bu yüzden her zaman inanılmaz derecede stresli olmanın sınırlarında ilerliyor ve aynı zamanda, vaktin nasıl geçtiğini farkettirmiyor. Robert Pattinson (bir şekilde gerçekten itici olma konusunda harika bir iş çıkarıyor), bilişsel engelli kardeşini sistemden kurtarmaya çalışan ve bir dizi çığlık attıran korkunç kararla ikisinin de kanundan kaçmasına neden olmuş bir banka soyguncusu olan Connie'yi canlandırıyor. Film, kum, kir, neon ışıkları ve New York'un bel altı dünyasının içgüdüsel bir şöleni. Sanki gözleriniz açılıyor ve bilinçli olarak cahil kalmanın kolay olduğu bir şehir ahlaksızlığının gerçekliğine tanık olmaya zorlanıyorsunuz.
The Fast and the Furious (2001)
Hızlı ve Öfkeli serisinin kültürel mirasının şu anda süper kahramanlar ve süper kötülerden oluşan çizgi roman tarzı başka bir evren olarak kabul edildiği gerçeği, 2001 yılında tek seferlik bir aksiyon filmi olarak ortaya çıktığını düşündüğünüzde gerçekten komik. Şehir içi drag yarışlarının arka planında geçen filmde Paul Walker, bir soygun için Honda Civic'leri güçlendiren çete liderini köşeye sıkıştırmak üzere gizli göreve giden bir LAPD dedektifini canlandırıyor. Walker'ın canlandırdığı Brian, Vin Diesel'in canlandırdığı Dominic Toretto ile bu bağımsız soygunla başlayan beklenmedik bir dostluk kurar.
Ocean's Eleven (2001)
Soygun filmleri Ocean's Eleven'dan daha iyi olamaz. Tek bir şey bile farklı olsa, bir tür felaketle sonuçlanacak gibi hissettiren bir film. George Clooney, yılın en büyük gecesinde Andy Garcia'nın Las Vegas kumarhanesini soymak için tüm yıldızlardan oluşan bir ekibi bir araya getiren azılı hırsız Danny Ocean rolünde. Yardımcı oyuncu kadrosu olabildiğince A-list (Brad Pitt, Matt Damon, Julia Roberts vs.) ve 1960'ların bir klasiğinin yeniden çevrimi olarak, Hollywood'un altın çağının tüm şatafat ve ihtişamını 2000'lere taşıyor.
The Departed (2005)
Martin Scorsese'nin 2001 yapımı klasik Hong Kong suç destanı Infernal Affairs'in mafya versiyonu, onu en iyi işlerinden bazılarını yaptığı yeraltı suç dünyasına geri döndürdü. Leonardo DiCaprio, Jack Nicholson, Matt Damon ve Mark Wahlberg gibi Hollywood'un üst kademelerinde faaliyet göstermelerine rağmen her zaman aynı çevrelerde bulunmamaları gerektiğini düşünen A listesindeki oyunculardan oluşan ilham verici bir kadroyu bir araya getirdi. Ek iş olarak polislik yapan Boston gangsterlerinin çarpık dünyasını izlediğimiz The Departed'ı bu kadar gergin ve sinir bozucu yapan da bu sürekli altta yatan gariplik hissi. Film aslında bir opera, Scorsese'nin 70'lerdeki filmlerinin tüm sertliğini veren bazı 'wicked smaht-aşırı istihbarat' diyalogları üzerine kurulu bir güven ve ihanet hikayesi.
The Usual Suspects (1995)
Filmlerde beyninizin kafatasınızın içinde patladığını hissettiren ve sizi haftalarca ya da Olağan Şüpheliler örneğinde olduğu gibi on yıllarca konuşturan birkaç gerçek ters köşe vardır. Şimdiye kadar, filmi izlememiş olsanız bile, Altıncı His ya da Shutter Island'da olduğu gibi, ters köşeleri biliyorsunuzdur. The Usual Suspects son perdedeki o şok anı sönümlenmiş olsa bile, yine de çılgınca keyifli bir neo-noir suç filmi. İki alt düzey suçlu hariç her şeyin belirsizleştiği bir tekne katliamının izlerini takip ederken, polis sorgusunun bir parçası olarak geriye doğru ilerleriz ve bu katliamın arkasındaki suç dehasının kim olduğunu öğreniriz. Daha fazla ayrıntı her şeyi berbat edeceği için filmi anlatmayı burada bırakıyoruz. Hayatta eski moda bir ters köşe kadar heyecan verici çok az şey vardır, her şeyi görmüş gibi hissetsek bile hala şok etkisi yaratacak bir şeyler olduğunu hatırlatır.
Se7en (1995)
David Fincher'ın Se7en filmiyle ilgili her şey çirkin. İsimsiz şehri, suçluları, suçları, hayata bakışı. Bu filmde hava acımasızca kasvetli ve şehirdeki klostrofobik atmosfer, özündeki cinayetlerle daha baskıcı ve boğucu hale geliyor. Brad Pitt ve Morgan Freeman, yedi ölümcül günahtan örnekler veren bir katilin peşindeki polisleri canlandırıyor ve her cinayet bir öncekinden daha iç burkucu. 90'lı yıllar, eski romanlardan esinlenen suçlar ya da biz normallerden daha yüksek bir dehaya sahip seri katillerle işlenen yüksek konseptli suç gerilimleriyle doluydu. Se7en özünde böyle bir film, ama dehşeti de gayet dünyevi. Se7en, basitçe söylemek gerekirse, sadece çok acımasız.
Pulp Fiction (1994)
İnsanlar sık sık kültürel değişimlerden bahsederler ama gerçekte çok azı hakikaten değerlidir. Pulp Fiction kesinlikle onlardan biri. Quentin Tarantino'nun molotof kokteyli, John Travolta (kariyerinin zirvesinde) ve Samuel L Jackson'ın (bir süperstar olarak) tetikçileri, Uma Thurman'ın ikonik siyah fötr şapkalı femme fatale'i ve Bruce Willis'in lanetli boksörü de dahil olmak üzere, kronolojik olmayan bir sırayla suç olaylarının çoklu hikayelerini iç içe geçiren bir suç festivalidir. Rezervuar Köpekleri'nden sonra aslında ikinci uzun metrajlı çekimi olan bu film, iyi ya da kötü, Miramax'a 90'ların patlamasını yaşattı, Tarantino'yu şehrin en havalı yönetmeni yaptı, ölümüne taklit edilen ama bir kez bile aşılamayan bir film yapım tarzını pekiştirdi. Tarantino'nun artık meşhur olan dağınık fikirler ve aşırı görsel uyarım tarzı Pulp Fiction'daki kadar rafine ve yerinde olmamıştı. En iyi haliyle zincirlerinden kurtulmuş çılgınlığın mükemmel bir örneği.
The Godfather (1972)
Francis Ford Coppola'nın 1972 tarihli magnum opus'u yani büyük işi The Godfather, bize Shakespeare anlatımıyla gangsterleri sundu. The godfather, organize suçun kalbindeki karmaşık aile ağlarının, ihanetin, eski moda dindarlık ideallerinin ve yaşlılara saygının dramatik dönüşlerini yapan destansı bir hikaye. The Godfather'ı sadece tarihin en iyi suç filmi değil, tartışmasız gelmiş geçmiş en iyi film yapan şey, mafyanın eski muhafızları ile uyuşturucu ticareti yapan yeraltı dünyasının yeni döneminin karşı karşıya geldiği yoğun şiddet sahneleriyle geleneksel değerlerin yan yana gelmesidir. Marlon Brando'nun Vito Corleone'si kariyerini taçlandıran bir performans sergiliyor ama Al Pacino, James Caan, Richard Castellano ve Diane Keaton'ın yardımcı rolleri filmin etkisini Brando'nun tüm çekim boyunca yanaklarında duran pamuk yününden daha fazla artırıyor. Coppola ve orijinal kitabı yazan Mario Puzo'nun yarattığı mafya dünyasının hiyerarşisinde, vahşetine bir tür tarihi zenginlik katan bir görkem var.
Bu içerik BRITISH GQ websitesinde yayınlanmıştır.