Uyur. Uzun uyur, kısa uyur ama hep uyur ve uyandığında sahneye hazırdır. Hayattaki hemen her şeye sonsuz bir merak ve ilgi duyar, çılgın gibi insan sever, hayvanlarla ilgili konularda hiç şakası yoktur. Erkan’ı anlatmak heyecanlı, tanımamak eksiklik, birlikte çalışmak büyük şans...
Aydınlık, kocaman pencereli bir odada oturuyorum. Gerginim. Oldukça gerginim çünkü birazdan, belki de bir yıl boyunca en çok göreceğim, karşılıklı oynayacağım, partnerim olacak karakterle tanışacağım. “Kimdir bu Erkan Kolçak Köstendil?” diye soruyorum cast direktörümüze. “İyidir, çok iyi oyuncudur, biraz da delidir” gibi bir cevap alıyorum. Diyorum ki içimden, “Bize hep deli diyorlar zaten!”
Bir kahve daha istiyorum. Gözüm hep kapıda. Oda kalabalıklaşıyor. “Ulan İstanbul” yazıyor masadaki senaryoların üzerinde.
“Hah, Erkan da geldi” diyor bir ses, odanın dışından. Kafamı kaldırıyorum. Kıpkırmızı biri var karşımda. Kırmızı değil, kıpkırmızı bir surat bana gülümsüyor. “Selam” diyor ve daha çok gülüyor. Kekeliyorum, “Merhaba, memnun oldum” diyorum.
Tam karşıma oturuyor. Üstelik koltuğuna otururken odaya beyaz sabun kokusu yayılıyor. Hem de buram buram. Sabun fabrikası gibi oluyor ortalık. Dayanamıyorum, yaklaşıyorum koltuğuna; “Pardon, sen nerden geliyorsun?” diye soruyorum. Bakıyor, daha çok gülüyor ve “Hamamdan” diyor, “hamamdan geliyorum ben!”
“Okuma provalarından önce hep hamama mı gidersin?” diyorum. “Yok, ben hamama gitmedim, ben dün gece hamamda kaldım” diyor. “Hah” diyorum içimden, “işte şimdi oldu. Şimdi tanıştık!”
Ve evinin anahtarını evin içinde unuttuğunu fark edip “Aman ne olacak, gider hamamda uyurum” diyen bu şahane insanla böyle tanışıyorum.
Sonrasında haftalarca beraber çalışıyoruz. İki, en fazla üç bölüm sonra ortak bir dil oluşturuyoruz ve 40 bölüm sonrasında, bir gün bile sorun yaşamadan, efendice kapatıyoruz “şimdilik” beraber çalışma defterini.
Chai tea latte’sini ve uyuyacak bir metrekare alanını verirseniz, başka hiçbir şey istemez Erkan sizden. Bazen onun uykusunda çalıştığını düşünüyorum. Uyur. Uzun uyur, kısa uyur ama hep uyur ve uyandığında sahneye hazırdır.
Battaniyesini üzerinden atmaz; Küçük Prens’in pelerini gibi omuzlarının üzerine yerleştirir ve provanın içine dalar. Hem de her zaman yeni bir fikir ya da bakış açısıyla.
Yazılan hiçbir şeyi yazıldığı kadarıyla oynamaz o. Hep daha derinine, daha aşağıya iner ve bir sürü katmandan oluşturur karakterini. Üstelik sürecin her anına hâkimdir.
Kendi kendinin sanat yönetmenidir Erkan. Onu karavanda saçını turuncuya boyarken, yüzüne yara makyajı yaparken ya da sıradan bir güneş gözlüğünün camlarını spreyle beyaza boyayıp fenomene dönüştürürken bulabilirsiniz.
Sadece oyunculukla değil bu şahane ilişkisi. Erkan sinemayla, müzikle, edebiyatla ve resimle de ilgilidir. “Küçük bir kamera ve kısıtlı bir bütçeyle Amsterdam’da çektiği bir filmi var” cümlesi bir rivayet değil, gerçektir.
Yazdığı, kelimenin tam anlamıyla “hit” olan şarkıların fenomen olma sebebi de, hayattaki hemen her şeye sonsuz bir merak ve ilgi duyması ve çılgın gibi insan sevmesidir bence.
Çok inandığı bir şeyden söz ederken gözlerini açar ve çok hızlı konuşur. Anlarsınız ki, bayağı önemsiyor anlattığını.
Önemsemek onun işidir bu arada. Mesela kedisi Şiraze’ye o kadar iyi bakmıştır ve onun evdeki varlığını o kadar önemsemiştir ki, Şiraze’nin günden güne güzelleştiğine ve ona ilk geldiği andan başka bir kedi olduğuna inanır. Bu konuda şakası yoktur.
Hatta şöylesi daha doğru olur; hayvanlarla ilgili konularda hiç şakası yoktur. Örneğin gece setinde, sokaklarda çalışırken, sürekli havlayıp sahneyi duyulmaz hale getiren sokak köpekleriyle gidip konuşmuşluğu ve anlaşmışlığı vardır. Köpeklerin yüzünde “Tamam abi haklısın, biz ayıp ettik, pardon. Şurda sessizce bekler, sizin işiniz bitince havlamaya devam ederiz” bakışını gördü bu gözler! Şahitlerimiz var!
Yazının tam bu noktasında telefonla konuştuk. Sete gidiyormuş, uykusu varmış! “Seninle ilgili bir yazı yazıyorum, haberin olsun” dedim. “Hemen okumak istiyorum ama iyi arkadaşız diye hep iyi şeyler yazma, gerekirse dan dun konuş Şebo” dedi. Kapatırken de, “Seni özlediğim kadar köpeğini de özledim. Onu alıp Ağva’ya tatile götüreceğim...”
İşte Erkan’ın özeti, bu kısacık telefon görüşmesi.
Erkancığım, istesem de dan dun konuşamam senin hakkında. Sadece kendimi şanslı hissedebilirim; birbirinin aynısı bu tuhaf insanların dünyasında, senin gibi kendi olabilen bir insanla, meslektaşımla çalışmış, tanışmış olduğum için. O uzun, güzel hırkalarına sarınmış, açamadığın gözlerinle “Günaydın Şebocum” dersin, tekrar çalışırız beraber...
Her daim arkadaşın, Şebnem Bozoklu.