“Bu kadar takıntılı olma.”
Eğer her zaman dakikseniz, işlerin belirli bir şekilde yapılması gerekiyorsa, paket yiyeceği seçme konusunda bile katıysanız, muhtemelen bu cümleyi duymuşsunuzdur – büyük ihtimalle partnerinizden. ‘Takıntılı’ ifadesi aslında Freud’un tuvalet eğitimiyle ilişkilendirdiği ve “tutma” eğilimi olarak tanımladığı “anally retentive” (dışkıyı tutan) kişilik özelliğinin kısaltmasıdır. Pek bilinmeyen karşıtı ise “anally expulsive”tir (dışkıyı bırakan). Bu da birini aşırı dağınık, hep geç kalan ve genel olarak darmadağınık şekilde betimler.
Tanımlar doğru olabilir ama kişiliğinizi çocukluk bağırsak alışkanlıklarıyla ilişkilendirmek istemiyorsanız başka seçenekler de var. İçe dönük ya da dışa dönük, nöroçeşitli ya da nörotipik, sağ beyinli ya da sol beyinli, Venüs’ten ya da Mars’tan olun, bugün sunulan kişilik tipleri yelpazesi en güvenli bağlanma stiline sahip kişiye bile anksiyete bozukluğu kazandırabilir. Bu kalabalık oda hali hazırda aramızdaki INTP’leri (Myers-Briggs) ya da Tip 4’leri (Enneagram) huzursuz ediyorsa, en son eklenen tip işleri daha da karıştıracak. “Otrovert” – bu yıl New York’lu psikiyatr Dr. Rami Kaminski tarafından ortaya atılan bir terim – gruplarla bir arada olmaktan hoşlanmayan kişileri tanımlıyor. Biraz Groucho Marx gibi: Kendini kabul eden bir kulübe asla katılmayacağını bariz şekilde dile getirmişti (görünüşe göre “Marksist” terimi çoktan alınmıştı). Otrovertlerin diğer özellikleri arasında “özgün düşünür” olmak, “derin bağlara değer vermek” ve “uyumdan ziyade otantikliği tercih etmek” var. Eğer bu size tanıdık geliyorsa, neden kulübe katılmıyorsunuz? Hmm… belki de katılmayın.
Batı’da kişilik tiplerine duyulan ilgi antik çağa kadar uzanır. M.Ö. 5. yüzyılda tıp kökenli Hipokrat dört mizacı (kanlı, öfkeli, melankolik, balgamlı) ortaya koydu. Aynı dönemde mistikler de astrolojinin on iki burcunu hayatımıza soktu. Ama insan doğası modern psikiyatrinin doğuşuna kadar bu kadar kategorik şekilde (hatta takıntılı şekilde) düzenlenmemişti.
1952’de psikiyatrinin kutsal kitabı, dünya çapında etkili olan DSM (Mental Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı) ortaya çıktı. Öncekilerden daha bilimsel bir yaklaşım sergileyerek semptom kümelerini bugünkü ayrık tanılara dönüştürdü. Sonraki otuz yılda tanı sayısı 106’dan neredeyse 300’e çıktı. Kitap kalınlaştıkça daha fazla insanı içine aldı. 2013’te ise çok tartışmalı DSM-5 yayımlandı. İlk kez tanı sayısını ciddi şekilde azaltırken aynı zamanda kriterleri genişletti, bu da tanı alma eşiğini çok daha aşağıya çekti.
Bu semptom derlemesinde gezinmek, gelişmiş bir BuzzFeed testi çözmek gibi. İçine göz atmadan kendinizi birkaç defa orada bulmamanız imkânsız. Farklı bozukluklarda kendimizi görmek bize zihinsel sağlığın ya hep ya hiç olmadığını, geniş bir insan deneyimi yelpazesi olduğunu hatırlatıyor.
Elbette, hayatı ciddi ölçüde etkileyen psikiyatrik durumlar gerçektir ve bunların teşhisi ile tedavisi yüksek düzeyde eğitim almış uzmanlar gerektirir. Ancak bekleme listelerinin uzun, özel tedavinin pahalı olduğu bir ortamda özellikle Milenyaller ve Z kuşağı, DSM’i karıştırmak yerine TikTok gibi sosyal ağlardan kendilerine tanı koymaya başladı. Burada bilgilerin %80’den fazlası ya aşırı basitleştirilmiş ya da tamamen yanıltıcı.
Bir psikoterapist olarak çalışmamda, tanı etiketlerinin çift taraflı bir kılıç olduğunu öğrendim. İnsanlar kendilerini tanınmış bir psikolojik kavram içinde bulduklarında çoğu zaman büyük bir rahatlama yaşıyor. Ama etiketle ne kadar özdeşleşirlerse, kendilerini görme biçimleri ve yapabileceklerini düşünme sınırları da o kadar daralıyor.
“İçe dönük” ve “dışa dönük” kavramlarının birer kimlik kategorisi haline gelmesi Jung’un niyetinin tam tersi. Jung, daha bütün bir insan olmak için geliştirilmeyen yönlerin keşfine yönelmenin kişisel gelişim için çok daha değerli olduğunu savunuyordu. Ben de insanlara tanılarını ya da kişilik tiplerini hafifçe taşımalarını söylüyorum – kavramların amaçlandığı şekilde. Onları kendinizin bir parçası olarak görün, tamamı olarak değil. İronik bir şekilde, otrovertleri okurken ben de onlardan biri olabileceğimi fark ettim. Ama aynı zamanda bir Boğa burcuyum. Aslında bunların hiçbiri değilim çünkü ben Aaron’um. Kafamı karıştırmaya yeten tek şey de bu, sağ olun.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.