1970'lerin en iyileri diyebileceğimiz filmler, etkileri bugün hala fark edilebilir olanlar - Yeni bir Hollywood çağını başlatan, eski iş yapma biçimlerini kökünden değiştiren; akılcı, kültürlerarası ve bazen de rahatsız edici filmler.
Ken Russell'in Inquisition, The Devils'ı veya Terrence Malick'in Badlands'i olsun 1970'lerde yapılan filmler endüstrinin bir değişim içinde olduğunu gösteriyor. Film endüstrisinde on yıl süren bir durgunluğun ardından 1970'ler oldukça ses getiren ve bugün muhteşem olarak anılan yönetmen ve yapımcılarla tanışmamızı sağladı. Işte 1970'lerin en iyi filmleri ve daha önce muhtemelen izlemediğiniz saklı cevherler.
Badlands (1973)
Sissy Spacek ve Martin Sheen buluşur ve Terrence Malick 1970'lerin en ünlü yönetmenlerinden biri olur. Oldukça adil bir anlaşma gibi görünüyor. Badlands, Bonnie ve Clyde'ın biraktığı yerden devam ediyor (ne yazık ki Bonnie & Clyde 1968'te çıkti, o sebeple bu listeye dahil edemiyoruz). Kısmen şiddet içeren bu Amerikan filminin, bir kovboy, yol, gençlik, suç, peri masalı ya da tarihi kurgu filmi olduğunu makul bir şekilde iddia edebilirsiniz... ve her seferinde haklı çıkarsınız.
The Devils (1971)
Ken Russell cehennemin sahibi ününü; The Devils filminde başka bir kadınla ilişki kurarak bir rahibeyi cinsel olarak kıskançlıktan deliye çevirdiği yozlaşmış rahip rolüyle elde etti. Oliver Reed, 17. yüzyıl Fransa'sinin şiddet ve cinsel ahlaksızlığından zevk alan rahip Grandier rolünde muazzam bir iş çıkarıyor. Vanessa Redgrave ise vahşi suçlamalarla karşı karşıya kaldığı bir rahibe rolüyle ona eşlik ediyor. Şaşırtıcı, içgüdüsel ve çarpık The Devils'ı izlemek birçok ülkede yıllarca yasaklandı. Bir rahibenin ölü bir adamın uyluk kemiğiyle cinsel olarak zevk aldığı bir sahne var, bu yüzden belki inançlılar için doğru bir film değil ama sansür tarihi ve zevkle ilgilenen herkes için mutlaka görülmesi gereken bir film.
Moonraker (1979)
Star Wars'ın iki yıl önceki başarısından ilham alan Moonraker, harika bir Bond filminin (ya da en azından harika bir Roger Moore Bond filminin) tüm klasik unsurlarına sahip. Bu filmde Jaws ve onun şaşırtıcı derecede küçücük kız arkadaşı Dolly'yi izliyoruz. Bond'un Venedik'te gondol sürdüğü bir sahne var. Ken Adam tarafından tasarlanan muazzam ay üssü var. Bond ve onun CIA mensubu sevgilisi Holly Goodhead'in Drax'ın uzay istasyonundan mekikle kaçıp dünyaya geri döndüğü, kraliçenin ve ABD başkanının canlı olarak izlemek zorunda kaldığı sıfır yerçekiminde yaptıkları seks sahnesi var. Kısacası bu filmde olması gereken her şey var.
Chinatown (1974)
Jack Nicholson'ın başyapıtı Chinatown (Tamam, tamam - The Shining ve Easy Rider'ın hakkını veriyoruz) insan doğasına sapkın, nihilist bir bakış açısı getiriyor; senarist Robert Towne, Chinatown'u, polisin gerçek bir yargı yetkisinin olmadığı ve insanların avantaj elde etmek için birbirlerini acımasızca sömürdüğü, dünyanın kanunsuz bir bölgesi için bir metafor olarak tasarlıyor. Nicholson'ın canladırdığı özel dedektif Jake Gittes, Los Angeles çevresindeki tepelerde denetlediği rezervuarlardan birinde avlanan inşaat mühendisi Hollis Mulwray'e ne olduğunu ortaya çıkarmaya çalışırken, ensest, cinayet ve rüşvetçi polislerle karşılaşıyor. California tarihinin su savaşları olarak adlandırılan gerçek yaşam hikayelerine odaklanan Chinatown, Yeni Hollywood döneminin daha esnek ahlak kuralları ve daha karanlık dünya görüşünden yararlanarak ancak 1970'lerde yapılabilmiş bir film ancak kendi kurgusu içinde 1930'lar'ın kara filmlerine bir saygı duruşu içeriyor. Eğer bu filmi şimdi izlerseniz, Hollywood'un en önemli iki döneminin mitolojisiyle yakından bağlantılı bir film izliyorsunuz demek oluyor.
The Wicker Man (1973)
Midsommar'ı beğendiniz mi? O zaman bu pagan korku filmini izleyin ve Highlands'i bir daha asla tek başınıza ziyaret edemeyeceğinizi kabul etmeye hazırlıklı olun. The Wicker Man (Hasır Adam), genç bir kızın kaybolduğu ve yerlilerin a) Hıristiyan değerleri konusunda çok liberal bir anlayışa sahip olduğu ve b) bir şekilde bol meyve yetiştirmeyi başardığı Summerisle adlı uzak bir Hebrid adasına gönderilen bir polis memuru Neil Howie'yi takip etmeye başlıyor. Sonrasında ne olduğunu biliyor veya tahmin edebiliyorsanız, bunun nedeni yalnızca filmin muazzam etkisinden kaynaklanıyor. Neo-pagan adalıların bir tür tehdit unsuru olduğu, Howie’nin pek de sempatik olmayan bir polisi canlandırdığı The Wicker Man medeniyetler arası çatışmaları ve mücadeleyi konu alıyor. Modernite ve gelenek arasında, bir insanın başka bir insanı büyük bir hasır yapıda kurban etmek için yaktığı korkunç bir hikaye.
Foxy Brown (1974)
Foxy Brown’u anlatmaya nereden başlamalıyız? Belki de en başından: Bu bir blaxploitation filmi, yani bugün eğlenmek için izleyeceğimiz bir filmden daha çok tarihi bir eser niteliği taşıyor. Filmin feminist mi yoksa ilerici mi (ya da tam tersi) olup olmadığı konusunda burada düzgün bir şekilde aktarılabileceğimizden çok daha fazla tartışma konusu var, ancak açık olan şu ki Foxy Brown'ı oynayan Pam Grier, kuralları çiğnemeye istekli gizli bir dedektifi canlandırıyor. Kötü adamları alt eden bu siyahı kadın dedektif daha önce filmlerde hiç benzeri görülmemiş bir bakış açısı, kadınlık imajı getiriyor. Foxy Brown, ofisler ve uyuşturucu fabrikaları arasında fırtınalar koparıyor, herkese ateş ediyor, kaosa neden oluyor ve çok fazla şiddete maruz kalıyor - bir sahnede, bir adamı usturayla hadım ediyor. Quentin Tarantino 1997'de kendi blaxploitation filmi Jackie Brown'da Grier’e rol vererek onun Foxy Brown’daki performansına şapka çıkardığını gösteriyor.
Harold and Maude (1971)
Cat Stevens, bu film için çok iyi bir müzik yaptı; genç adam ve yaşlı kadın hakkında olan bir film için garip bir seçim gibi görünebilir ama cenazede denk gelmeleri ve sonunda bir çift olmaları sebebiyle aslında bu seçim masum bir gariplik olarak kalıyor. Harold and Maude tam olarak bu: garip. Ölüme kafayı takmış genç bir adam olan Harold'ın, ilgisiz annesini şaşırtmaya çalışmak için intihar numarası yapması ve annesinin ona biraz ilgi göstermesi için yabancıların cenazelerine tamamen zevkten katılmasıyla başlıyor ve Maude’un da aynı şeyi yaptığını fark etmesiyle devam ediyor. Doğal olarak, birbirlerine vuruluyorlar. Oldukça karanlık ve kült bir film.
The Deer Hunter (1978)
Üniversitede tanıştığınız rastgele bir erkeğin Rus ruleti fikrine takıntılı olmasının nedeni, The Deer Hunter’ın sahnelerinden birine dayanıyor olabilir. Pennsylvania'daki Rus bir göçmen topluluğundan (Robert De Niro, Christopher Walken ve John Savage oynuyor) dört genç adam hayatları karmaşık olsa da mutlu bir şekilde yaşıyorlar. Vietnam'da göreve gidiyorlar ve bir daha asla geri dönemiyor. Film, aktör John Cazale'nin kanser nedeniyle vefat etmeden önceki son filmi olduğu için ayrıca bir öneme de sahip. Cazale filmi tamamlayamadı ancak Meryl Streep (o zamanki partneri) ve yönetmen Michael Cimino'nun yoğun çabaları sonucu stüdyo tarafından başka bir oyuncuyla yeri değiştirilmedi. The Deer Hunter Cimino’nun en başarılı filmi. Dolayısıyla 1978’de kısa bir an için de olsa (bir sonraki filmi Heaven’s Gate tam bir hayal kırıklığı), Cimino dünyada yaşayan en büyük yönetmenlerden biri oldu ve Vietnam savaşını konu alan en iyi filmlerden birini yapmayı başardı.
The Three Musketers (1973)
1970’lerdeki birçok filmden daha az bilinen The Three Musketeers, başlangıçta, önceki yapımcı Dick Lester'ın yönlendirmesiyle, Beatles'ın başrol oynaması için Dumas romanının bir uyarlaması olması gerekiyordu. (George Harrison, Porthos olarak ne kadar muhteşem olurdu, değil mi?). Beatles'ın 1970'te dağılmasının ardından bu plan suya düştü, ancak Lester kaldı ve Michael York, Oliver Reed, Raquel Welch, Faye Dunaway, Christopher Lee, Charlton Heston ve Spike Milligan’dan oluşan harika bir kadro geldi. Oyuncu kadrosunun vaat ettiği kadar iyi bir film: komik, dramatik, bazen kaba ve çocuklarınızla izleyebileceğiniz kadar eğlenceli. Ayrıca bir filmde göreceğiniz en iyi kılıç sahnelerine sahip. Bir Pazar günü öğleden sonra izleyebileceğiniz en iyi film.
British GQ