Aşağıdaki makale, Black Mirror 7. sezonunun tamamına dair büyük spoiler içermektedir!
Black Mirror’ın 7. sezonunda, yaratıcısı Charlie Brooker köklere geri dönüyor. Bu sezon, Black Mirror’ın sadık hayranları için: korkunç teknolojiler geri döndü ve hikayelerin bir kısmı klasik tarzda acımasız bir karanlık taşıyor. Aynı zamanda, dizi şimdiye kadarki 14 yıllık geçmişinin en içten bölümlerinden bazılarını da barındırıyor; “San Junipero”nun sarhoş edici romantizmine ve “Be Right Back”in buruk dokunaklılığına selam gönderiyor. Ortaya çıkan sonuç, dizinin özüne belirgin bir dönüş ve en azından Netflix’in ilk dönemlerinden bu yana gelen en iyi sezon oluyor.
“Altıncı sezonu yaptığımızda, pandemiden yeni çıkıyorduk ve teknoloji biraz durağanlaşmış gibi hissediyordum,” diye açıklıyor Brooker. Bu da, hayranlar arasında tartışmalı bulunan bölüm paketinin neden birçok kişiye tam anlamıyla bir U dönüşü gibi geldiğini açıklıyor. “Bence geçen sezonu biraz damak temizleyici gibi yapmaya çalışmamın etkisi vardı,” diyor. “Neredeyse bambaşka bir dizi gibi başlamıştı: hepsinin adı Red Mirror olacaktı ve tamamı korku, suç ve doğaüstü unsurlar içerecekti. Sonra sinir bozucu şekilde ‘Joan is Awful’ fikri aklıma geldi. Ama teknoloji eksikliğinden dolayı bazı insanların neden kafasının karıştığını anlayabiliyorum.”
Buna karşılık, yedinci sezonda teknoloji başrolde. Sömürücü bir medikal girişim tarafından ayrılmak zorunda bırakılan bir çifti anlatan “Common People”, hayatta kalmasını sağlayan organ nakli teknolojisinin aylık ücretlerini sürekli artıran bu şirket aracılığıyla, abonelik hizmetlerinin “rezilleşmesini” (enshittification) karanlık bir şekilde hicvediyor. “Hotel Reverie” bölümünde, bir A-list oyuncu (Issa Rae), klasik bir Hollywood filminin dijitalleştirilmiş yeniden çevriminde başrol oynaması için tutuluyor; oyuncu kadrosundaki diğer isimler ise, orijinal oyuncuların bilinç sahibi yapay zeka klonlarından oluşuyor (aralarında, Emma Corrin’in canlandırdığı bir Altın Çağ yıldızı da var). Serinin öne çıkan bölümü olan “Eulogy”de ise, içine kapanık bir adam (Paul Giamatti), geçmişteki travmatik bir ilişkiyle yüzleşmek zorunda kalıyor; bunu sağlayan ise, kişinin eski fotoğrafların içine fiziksel olarak girmesine olanak tanıyan bir teknoloji. “USS Callister: Into Infinity” ise serinin ilk devam bölümü olarak karşımıza çıkıyor; Callister mürettebatının sonsuz siber uzayı keşfedişini konu alıyor. “Bête Noire” ve “Plaything” bölümlerinin teknolojik sürprizleri ise oldukça garip ve eğlenceli; bu bölümler mutlaka ön bilgi olmadan izlenmeli.
Burada Brooker, Black Mirror’ın yedinci sezonundaki en önemli anları detaylandırıyor — tanıdık bir “USS Callister” karakterinin şok edici dönüşünden, “Eulogy”nin buruk sonuna ve “Plaything”in kıyametvari finalinin aslında göründüğü kadar karanlık olmamasının nedenine kadar.
Netflix dönemindeki Black Mirror’a yönelik eleştirilerden biri, dizinin fazla “aydınlık” ve iyimser olduğu yönündeydi; siz de bunu daha önce dile getirmiştiniz. Bu sezonun büyük kısmı — özellikle de “Common People”ın iç parçalayıcı ve karamsar sonu — bu eleştiriye doğrudan bir yanıt gibi görünüyor. Bu bilinçli bir tercih miydi?
Pek sayılmaz, çünkü yine diyebilirsin ki altıncı sezonda gerçekten lanet derecede kötü anlar vardı. Özellikle “Loch Henry”nin ve “Beyond the Sea”nin finalleri gerçekten korkunç. Hatta “Demon 79” bile, her ne kadar biraz buruk bir son olsa da, nükleer savaşla bitiyor.
Dizinin hayranlarının ne istediğini çok fazla düşünmemeye çalışıyorum, çünkü dizinin iki hayranı bile en sevdikleri bölüm konusunda anlaşamıyor… Bu biraz, bazen punk single'lar, bazen power pop, bazen de folk ballad’lar çıkaran bir müzik grubunda olmak gibi. Umarım dizi gerçekten de oldukça eklektik bir yapıdadır ama bu da şu anlama geliyor: bazı bölümler tartışmalı olacak. Ama bu durum dizinin DNA’sının her zaman bir parçası oldu. İlk sezona dönüp baktığınızda bile, Başbakan ve domuzun olduğu bölümden (The National Anthem), doğrudan yüksek konseptli, hafif gerçeküstü bir X-Factor parodisine (15 Million Merits), oradan da mutfak-salon ilişkisi dramasına (The Entire History of You) geçiş yaptık.
Bu tuhaf bir durum, çünkü dizi yayınlanmadan önce endişelenebiliyorum. Mesela, insanlar “Eulogy” gibi bir bölümü nasıl karşılayacak? Bilmiyorum ve bunu fazla düşünürsem kafayı yiyebiliyorum… Ama sıkça duyduğum bir şey şu: Netflix işin içine girdikten sonra biraz daha cilalı, parlatılmış bir hale geldi… Oysa dizinin hedefleri her zaman oldukça küreseldi. Netflix bana hiçbir zaman “Daha çok Amerikalı koyabilir misin?” demedi.
Hadi yeni bölümlerden bazılarına daha yakından bakalım. Öncelikle “USS Callister: Into Infinity” ile başlayalım; sonuçta bu, yaptığınız ilk gerçek Black Mirror devam bölümü. Karakterlere ve o dünyaya geri dönmek kolay oldu mu?
Karakterler açısından, evet. Bir devam bölümü, uzun zamandır yapmak istediğimiz bir şeydi, ama insanların takvimlerini uydurmak, doğru hikayeyi bulmak filan gerçekten çok zor. Bir ara bunu tamamen mini dizi olarak yapacaktık, yani pek çok farklı versiyondan geçti. Bu, şimdiye kadar Black Mirror’a en yakın “yazar odası” deneyimimizdi… Ama karakterleri yazmak gerçekten zevkliydi.
Tuhaf olan şu ki, bazı bölümler neredeyse bir ruh hali portresi gibi oluyor, ama sonra (bu bölüm gibi) oldukça karmaşık yapıya sahip olanlar geliyor ve bu tarz bölümlerde bayağı bir kurgu mekanizması üzerinde çalışmanız gerekiyor. Elbette, aynı karakterlerin yer aldığı, kelimenin tam anlamıyla iç içe geçmiş iki bağlı dünya var ortada, bu da birçok baş ağrısına neden oluyor. Zor kısım bu oldu: işin lojistiğini çözmek. Bir de tabii herkesin geri dönmesini sağlamak gibi pratik zorluklar vardı.
Michaela Coel’un geri dönememesinin sebebi de muhtemelen bu, değil mi?
Ne yazık ki evet. Yine, takvimlerin uyuşması — inanılmaz derecede zor. Michaela’yı çok seviyorum, o yüzden her zaman tekrar dahil etmek isteriz.
Peki, gerçekten geri dönen bir karakterden bahsetmek gerekirse: Robert Daly (Jesse Plemons). Onu geri getirmeyi en başından beri planlıyor muydunuz?
Evet. Onu geri getirmenin her türlü yolunu konuştuk. “Acaba ilk bölümün sonunda ölmediği ve şimdi umutsuzca onları yakalamaya çalıştığı bir hikaye olabilir mi?” diye düşündük. Ama evrenin merkezinde onun bir versiyonunun yer aldığı fikri, en başından beri düşüncemizin bir parçasıydı çünkü onun biraz daha masum bir versiyonunu görmekte ilginç bir şey vardı. Ama aynı zamanda ona “hapisten kaçış kartı” vermeden, yani tüm yaptıklarından kolayca sıyrılmasına izin vermeden.
Jesse Plemons’u geri dönmeye ikna etmek zor oldu mu?
Harika bir oyuncu ve bence hem onun hem de Cristin’in [Milioti] başarısını gösteren şey, finalin büyük bir uzay savaşını, bir garajda geçen konuşmalarla kesiştirebilmesi. “Ah, sadece iki kişinin konuştuğu bir sahne işte,” demiyorsunuz. Hayır, o mükemmeldi ve kesinlikle hevesliydi. Onu asıl cezbeden şey — ki kendisi bunu daha iyi anlatır — Daly karakterinin bu sefer biraz farklı bir yönünü oynamasıydı. Yani artık sadece etrafa tekmeler savuran biri değil. Ve Daly’nin neden bu noktaya geldiğini biraz daha görebiliyorsunuz; sömürülmüş hissetmesi, yalnız hissetmesi gibi. Çünkü gerçekten de sömürülüyor, etrafındakiler tarafından itilip kakılıyor ve manipüle ediliyor.
Ve bölümün sonunda, Callister ekibi kendilerini yeni bir çıkmazda buluyor: Nanette’in beyninin içinde sıkışıp kalıyorlar. Bu, bir üçleme için açık kapı bırakmak mı?
Bunun için yönetmen Toby Haynes’i takdir etmeliyim, çünkü orijinalde biraz farklı bir son vardı. Biraz daha “Oz Büyücüsü” gibiydi, biraz “güle güle Teneke Adam, güle güle Korkak Aslan…” havasındaydı. Ama Toby bunun biraz fazla şeker kaçıran bir son olduğunu düşündü ve şöyle dedi: “Ya bir şey olur da hepsi onun kafasında son bulursa?” Başta bu fikre oldukça direnç gösterdim çünkü “Black Museum”da buna benzer bir şey yapmıştık, ve bu da beni fazlasıyla düşünerek sıkıcı bir koridora sokmuştu. Ama sonra üzerine düşündüm ve dedim ki, “Evet, haklısın.”
Ve sonra şöyle dedi: “Ne düşünüyorsun, üçüncüsünü yapalım mı?”
Bilmiyorum. “Asla asla deme” denilecek türden bir durum. Bu biraz doğuma benziyor diye duydum — yapması gerçekten çok eğlenceliydi ama çekimlerin ortasında oldukça destansı bir prodüksiyon haline geldi. O zor kısımları unutuyorsun, sonra sonunda “Belki bir daha deneyebiliriz” diyorsun. Yani ihtimali tamamen göz ardı etmiyoruz.
Devam bölümleri demişken: “Plaything” teknik olarak bir devam bölümü değil, ama Bandersnatch’ten bazı karakterleri taşıyor. Peki neden Will Poulter ve Asim Chaudhry’yi geri getirdiniz?
“Plaything” fikri bir süredir aklımdaydı. ‘90’larda bir video oyunları gazetecisiydim ve bir noktada incelemem gereken oyunlardan biri yapay yaşam simülasyonu gibiydi. Sonra birinin, Sim City yüklü bir bilgisayarı onlarca yıl açık bıraktığını ve oyunun sonunda tamamen çıldırdığını anlatan bir yazı okudum. Bunda ilginç bir şey olduğunu düşündüm. Ve The Sims’i kötü kullanan insanlar hakkında bir şey yapmak istediğimi biliyordum. [Gülüyor] Sonra hikayeyi kurgularken şöyle düşündüm: Ana karakter gidip programcıyla tanışacak bir sahne olmalı. “Ya Will Poulter’ı geri getirip Colin Ritman’ı tekrar oynatsak?” diye düşündüm.
Onları doğrudan hikayeye yazdım, çünkü aklıma gelen en iyi versiyon buydu… Ve neyse ki kabul ettiler. Ritman karakterinde beni gerçekten cezbeden bir şey var, çünkü o hem biraz korkutucu hem de biraz saçma bir dahi… Bu doğrudan bir devam bölümü değil ama bunun Bandersnatch’in “resmi” sonu hakkında ne söylediğini bilmiyorum. Çünkü bazı sonlarda Colin ölü.
1997 tarihli orijinal Fallout oyununa yazdığınız incelemeyi okudum, orada oyunun kıyamet sonrası manzarasını Wolverhampton’a benzetmişsiniz — bu hala bugün yazacağınız bir Charlie Brooker şakası gibi duruyor. Peki son 30 yılda sesiniz ve mizah anlayışınız nasıl gelişti?
‘90’larda bu video oyunu eleştirmenliği işine başladığımda, o zamanlar dört beş sayfalık yazılar yazıyorduk — bazen ön incelemelerdi, yani henüz çıkmamış oyunlar hakkında yazılar, içinde blokların uçuştuğu türden oyunlar. Bu oyunların mutlaka bir hikayesi olmazdı, hatta çok az karakter olurdu.
Bu da şu anlama geliyordu: bir bakıma soyut bir şey hakkında binlerce kelime yazmanız ve sayfaları doldurmanız gerekiyordu. Ve bizden — özellikle dergi ilerledikçe — giderek daha çok hafif, gerçeküstü ve saçma olmamız isteniyordu… Hatırlıyorum, biri bana şöyle demişti: “Oyunun ne olduğunu anlatmak senin işin, ama daha da önemlisi okuyucuyu eğlendirmek zorundasın.”
Geriye dönüp baktığımda, o dönemde çok büyük paralar kazanmıyordum ama geçinebiliyordum. Ve işim, bir nevi saçmalık yazmaktı. Üstelik bana komik bir üslup geliştirmem için cesaret veriliyordu. Dolayısıyla böyle yaparak çok hızlı bir şekilde bir anlatım tarzı geliştiriyorsunuz. Gerçekten çok eğlenceliydi ve geriye dönüp bakınca harika bir eğitimdi. Şimdi böyle olanaklar sunan çok fazla mecra kaldığını sanmıyorum.
“Plaything”in sonuna değinecek olursak, bu da oldukça karanlık bir final anı. İnsanlık temelde silinip yerine, yani, bilinç sahibi bir video oyunu geliyor.
Ben silindiklerini söylemezdim! Peter Capaldi’nin canlandırdığı karakter Cameron’ın da dediği gibi, içeri girdiklerinde hiçbir şeyi üzerine yazmadılar.
O zaman, kıyametvari havaya rağmen, burada biraz da olsa bozulmuş bir iyimserlik mi var?
Finali biraz değiştirdik. Bir noktada, James Nelson-Joyce’un oynadığı memurun gözlerini açıp gülümsediği bir sahne vardı. Ama garip bir şekilde bunun yeterince muğlak olmadığını hissettim, bu yüzden geri dönüp o sahnede oynama yaptım. Ama Cameron tamamen delirmiş mi, bunu izleyiciye bırakıyoruz — ki ben şahsen bu belirsizliği tercih ediyorum.
Tamamen deli değil, çünkü Throng sinyallerini gerçekten yayıyor ve bu da kesinlikle herkesi etkiliyor. Onun vaadi, bunun hepimiz için bir tür yükseltme (upgrade) olacağı yönünde. Ama bunun iyi bir fikir olup olmadığını düşünüp düşünmemek… tamamen izleyiciye kalmış.
Paul Giamatti’yi “Eulogy”de oynatmaya karar vermenize yol açan özel bir performansı olmuş muydu?
Yakın zamanda tabii ki The Holdovers, ki harika bir filmdi. Ama sanırım ondan kötü bir performans gördüğümü hiç hatırlamıyorum. Onda gerçekten çok ilişki kurulabilir bir şey var. Bazen biraz huysuz ya da sivri bir karakteri canlandırıyor, ama yine de onu sevmeye devam ediyorsunuz.
Bu bölümde de, ekranın üzerinde gerçekten hareket eden tek kişi çoğu zaman o. O yüzden “gerçekten inanılmaz biri” olması gerektiğini biliyorduk. Ve bu hikayede, onunla tanıştığınızda oldukça içine kapanık, huysuz bir birey — her şeyin kurbanı olduğunu hissediyor. Ama en başından itibaren onun aslında biraz yaralı biri olduğunu görebiliyorsunuz. Dolayısıyla bütün bunları aktarabilmesi çok önemliydi.
Bölüm, Philip’in aşkının 30 yıl önce onun için bir not bıraktığının ortaya çıkmasıyla sona eriyor — ima edilen şey şu ki, eğer o notu zamanında bulsaydı, belki de tüm bu zaman boyunca birlikte olabilirlerdi. Neden böyle buruk bir notla bitirmeyi seçtiniz?
Umarım izlerken seyircinin gözüne sokulmuyordur ama aslında orada iki şey oluyor. Tüm bölüm boyunca sürekli bir iletişimsizlik durumu var; Philip bir şeyleri fark etmiyor ya da Carol’ın isteyebileceği ya da düşündüğü şeylere dikkat etmiyor… Bölümün başlarında neredeyse Carol’la ayrılığını, kendisinin alkolik olmasının sebebi olarak gösteriyor. Bölüm boyunca onun sürekli içtiğini net biçimde gösteriyoruz. [Gülüyor] Hatta evlenme teklifine giderken bile koca bir şişe şampanyayı içiyor.
Bu hikayede bir kötü karakter yok. Bu biraz klişe gelebilir ama bence tuhaf bir şekilde, bu hikaye sonunda onun Carol’a yeniden aşık olma iznini bulmasıyla ilgili. Ve o iletişimsizlik anının trajedisi de (yine) kısmen sarhoş olup odayı dağıtmasından, bakmamasından ve sonra da kendini çok kırılmış ve dışlanmış hissettiği için o lanet kitabı yıllarca hiç açmamasından kaynaklanıyor.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.