Fotoğraf: BBC/Hulu
ALPER: Kitaplardan uyarlanan diziler için, hem kredim hem de beklentim yüksek oluyor. Katman katman karakterler, anlam dolu sahneler, ve aktörlere daha fazla done sağlandığı için sıkı oyunculuk performansları istiyorum ve Normal People’ı görüp arttırıyorum; Bir edebi eserin diziye çevrilince de tutması için gereksiz sahnelere, plastik öğelere hiç ihtiyaç yok.
ASYA: Şahsen, uzun zamandır soluksuz izlediğim böyle bir dizi olmamıştı. Karakterler arasındaki iletişim, günümüzde yaşadığımız ‘iletişimsizlik’ durumlarını neredeyse kusursuz bir şekilde özetliyor. Çoğu sahne, izleyene ben bunu yaşamıştım ve hissetmiştim dedirtiyor. Ben de çok söylemişimdir bunu.
ALPER: Tabii hikayeyi olabildiğince duru ve tüm devinimini hissettirerek aktarabilecek bir yönetmen - Lenny Abrahamson/Room(2015 Oscar Adayı) - ile yola çıkılmış olması işi bir kere daha sağlama alıyor. Sanki baş karakterler Marianne ve Connell hayatlarının bir dönemindeki en fırtınalı en b*ktan en duygusal en şehvetli en mutlu anlarını yaşıyor ve biz de şahitlik ediyoruz.
ASYA: Marianne ve Connell’in arasındaki diyalogdan çok, ailevi ve toplumsal durumlarına da bakmanızda fayda var. Marianne’nin ailesinden gördüğü şiddet ve baskıdan dolayı sürekli kendini sabote etmesi ve cezalandırması, konudan bir haber Connel’in başlarda ergenliği ve sonrasında içe kapanması, sadece ikili ilişkilere de insan psikolojisinin nasıl çalıştığına dair hiçbir şey söylemeden aslında çok şey söylüyor.
ALPER: İrlanda’dan iki gencin hikayesini izlerken bu kadar hisleneceğimi düşünmezdim. Bazı sahnelerde neredeyse ‘haydi oğlum git söyle işte sevdiğini’ diye ekrana bağırmak istedim. Çünkü böylesine zeki iki tip bile toplum/akran baskısından, modern zamanda yokmuş gibi kabul edilen sınıfsal ayrımcılıktan, farkında olmadan güdülendikleri ‘sevilmeye değer miyim?’ sorusundan o kadar etkileniyorlar ki…
ASYA: Bence diyaloglar çok olması gerektiği gibi aktı, çok fazla kendimizi sabote ettiğimiz ve alacağımız cevabin negatif olmasından korktuğumuz için konuyu konuşmadığımız anlar olmuştur hayatımızda. Bu, biraz da bizim kuşağın kronik sorunu gibi. Benim de üstünde çalıştığım, düşündüğüm şeyler. Bunlar İlişkileri kendilerini en iyi ifade ettikleri noktada özgürlüğe kavuştu. Konu benim için “git sevdiğini söyle”den ziyade “neden bu insanlar bunları ifade edemiyor” noktasında oldu hep. Bu anları ben, hepimiz çok yaşıyoruz.. Neden ezberlediğimiz doğru olan ifade yöntemleri ya da kendimizi bu kadar korumaya çalışmamız hep ön planda? İlişkilerde benim için en önemli olan şey iletişim, iletişimin çoğu kopukluğu ailesel ya da bize ezberletilmiş travmalardan ya da duygusal durumlardan geliyor. Ne zaman konuşmaya başlıyoruz her şey çok daha hızlı çözülüyor. Benim tek anlamadığım konu ikisi bu kadar eğitime ve edebiyata düşkünden neden terapiye daha önce gitmedikleri ve kendilerine yardım etmedikleri… Oyunculuklarına gelince… Daisy Edgar-Jones’u, özellikle aile sahnelerinde çok beğendim.
ALPER: Evet, başrollerde Daisy Edgar-Jones (Marianne) da Paul Mescal (Connell) da döktürüyor. Ortalama bir yerli yapımdaki genç oyuncularımızın mimik şovlarını beğenenler için bu performanslar yavan kalir. İkilinin röportajlarını izleyince Paul Mescal’ın reaksiyonlarının dizideki karakterini anımsattığını söyleyebilirim. Bir moda-stil dizisi olarak gözükmese de dizinin görsel dünyasından iki detay, simdiden sembolleşti bile. Biri Marianne’nin yıllar içindeki değişimi ile imajında sahneyi tamamlayan perçemi. Diğeri de Connell’ın boynundan çıkarmadığı kısa zinciri, ki zincire adanmış Instagram hesabından etkisini tahmin edebilirsiniz