Sabahın geç bir vakti Londra’da, Chelsea yakınlarında yer alan kafe-bistro Colbert’te sütlü kahveler sipariş edildi. Küçük bir sohbet için doğru yerdeyiz. Eddie Redmayne telefonun ekranında bir yeri işaret ediyor. Tüm görkemiyle, ufak bir insan vücudu heykeli: Redmayne’in Oscar ödülü, üzerinde de dar, beyaz bir iç çamaşırı bulunuyor. Geçen yıl şubat ayında En İyi Erkek Oyuncu ödülünü kazandıktan sonra Jimmy Kimmel tarafından hediye edilmiş bu mini çamaşır. Haliyle karşımdaki fotoğrafa bakıp Redmayne’le birlikte gülüyorum.
Redmayne de tıpkı ödül olarak verilen şu küçük altın adamı gibi, alçakgönüllü biri. İngiltere’deki zengin yetiştiriliş tarzı, Eton’daki eğitimi (Prens Williams sınıf arkadaşıymış) ve lisans eğitimi için gittiği Cambridge’i konuşmak konusunda mahcup ve utangaç.
Sahnedeki ilk büyük denemesi, Cambridge’de tiyatro efsanesi Mark Rylance’a karşı Shakespeare’in 12’nci Gece’sini oynamak olsa da, Oscar ödül töreninde yaptığı konuşmadaki tevazu, başka hiçbir yerde bu kadar gözle görülür değil. Özellikle konuşmasının bir bölümünde Akademi’den kısa zamanda yükselen kariyeri için af dilerken kurduğu “Çok şanslı bir adam olduğumun fazlasıyla farkındayım” cümlesi, hâlâ konuşuluyor.
The Danish Girl ise Lili Elbe’nin zamansız hikayesinin filmi. Gerçek adıyla Einar Wegener, 1931 yılında Almanya, Dresden’de cinsiyet değiştirme operasyonu geçiren ilk transseksüel. Redmayne’in düşündüğünden çok daha tehlikeli ve görünmez tuzakları olan bir rol bu: “İnsanları hayal kırıklığına uğratmak istemiyorsunuz” diyerek çekingen bir tonda açıklıyor kendini, elindeki şekerlikle oynayarak: “Fakat şunu da biliyorsunuz; herkesi aynı anda mutlu edemezsiniz.”
Redmayne’in geçen ay film için yayınlanan koyu kırmızı dudaklı, peruklu ilk fotoğrafından beri, The Danish Girl aynı oranda dikkatleri ve eleştirileri üzerine çekti. Ne de olsa tarihin ilk ve ikonik transseksüelinin hikayesi; Mrs. Doubtfire (Müthiş Dadı) filminden çok farklı bir film.
Caitlyn Jenner ve Orange is the New Black dizisinin Laverne Cox’unun aksine, Redmayne’in biyolojik cinsiyetiyle ruh cinsiyeti aynı. Bu durum kuşkusuz bazılarını, transseksüel oyuncu seçimi için var olan nadir fırsatları harcayan film yapımcılarını eleştirmeye yönlendirecektir. Redmayne sadece bu eleştiriyi yapacakların sayısını artırmakla kalmıyor, aynı zamanda topluma karşı hissettiği sorumluluk birçok anlamda çok daha ağır basıyor. Role hazırlanırken cinsiyet değiştirme üzerine çok düşünmüş. Araştırma ve çalışmaları sırasında, transseksüel bir arkadaşının konuyu şu şekilde açıkladığını anlatıyor: “Her şeyi daha inanılır ve sahici bir yaşam sürebilmek için seve seve feda etmek.” Yani evet, baskı yok.
Ve tabii ki Hollywood’da riskli transseksüel kimlik furyası konusunda, Dallas Buyers Club’daki rolüyle Jared Leto ve Transparent filminin Jeffrey Tambor’u için her zaman özel bir yer var.
“Bazıları The Theory of Everything filminde Stephen Hawking’i canlandırdın, bu fiziksel bir değişimdi, şimdi The Danish Girl filmiyle bir başkasını canlandırıyorsun; kariyerine bir oyuncu olarak devam etmiyorsun diyor. Fakat bir aktörsen asla bırakıp gidemezsin. Bu noktada önemli olan, bunu gerçekten yapmalı mıyım ve bu hikaye anlatmaya değer mi sorularını kendine sorabilmek” diyor Redmayne.
O, en önemli kozu elinde tuttuğunu biliyor. En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını almış en genç aktörlerden biri. Akademi onu çoktan ünlü ve tanınmış bir topluluğun parçası yaptı bile. Adrien Brody ve ilk Oscar’ını 32 yaşında kaldıran Daniel Day-Lewis bu ödülü üç kez almaya hak kazanmış iki kişi. Brody, 29 yaşında Piyanist filmi ve sonrasında Hint asıllı yönetmen M. Night Shyalaman’ın yönettiği The Village filmleriyle Oscar sahibi olmuştu.
İnsan kariyeri boyunca Oscar almak için uğraşırken, bunu genç yaşta kazanmak nasıl bir his, merak ediyorum. “Ah kahretsin, belki de yarın emekli olacağım. Asla yeniden film yapamayacağım” diye düşünmüş ödülü aldığı sırada. İstediği şeyi elde ettiği için her şey bitecekmiş gibi hissetmiş. Bu düşünce, ödülü alırken birkaç saniye içinde aklına gelmiş, hemen ardından bunu kafasından kovmuş.
Sonunda mönüden seçimini yapıyor; kızarmış jambon ve peynirle yapılan bir tür sandviç olan croque monsieur’de karar kılıyor. Bordo-mavi çizgili kazağı, jean’i ve eskimiş Converse’leriyle evinde gibi. Hemen arkasındaki yolu göstererek, “Ailem bu yolun aşağısında oturuyor” diyor. Londra’da çoğunlukla sakin yerlerde dolaşmayı seviyor. Buna rağmen attığı her küçük adım, onu magazinin hedefi haline getirmekten alıkoyamıyor.
Geçenlerde antikacı eşi Hannah Bagshawe ile ev ararken görüntülendiler mesela. Evli çift standartlarında oldukça saf ve masum bir öpücükle dergilere kapak oldular. Redmayne’e göre bu konudaki en kötü karışıklık Oscar ödül gecesi sonrası, eşiyle birlikte Heathrow’a ulaştığında yaşanmış. Bir yığın fotoğrafçı, patlayan flaşlar… “Havaalanından hâlâ normal bir şekilde çıkacağımızı düşünmüştük” derken gülüyor ve ekliyor: “Bu gerçekten çok garip! Asansöre biniyorsunuz, kapıdalar. Asansör kapanıyor, açılıyor, hâlâ oradalar. Bizi normal hayatlarımızdan büsbütün usandırana dek. Bir-iki gün içinde kuru temizlemecide ve alışverişte bile fotoğraflandım.” Derin bir nefes alarak devam ediyor: “Haliyle, eninde sonunda herkes sıkılıp sinirleniyor.”
Bugün GQ tarafından Dünyanın En İyi Giyinen Adamı seçilen Redmayne, geçen sonbaharda, bir stilisti olmadığı için magazin dünyasında küçük bir sansasyona neden oldu. Tüm dünya tarafından alkışlanan kırmızı halıdaki tarzının tamamen kendi zevki olduğu ortaya çıktığında herkes şaşırdı. Bu durum ona anlaşılması güç ve mide bulandırıcı görünmüş. “Kesinlikle dünyanın gidişatından nefret ediyorum, kendimi gerçekten kötü hissettim” diyor. Yine de iyi giyiniyor olmak ve bunun takdir edilmesi onu mutlu etmiş.
Bugün Redmayne’in nadir rastlanan boş günlerinden biri. Gelecek hafta Fantastic Beasts and Where to Find Them filminin uzun gece çekimleriyle dolu olacak. J.K. Rowling’in, Harry Potter’dan da olaylar içeren ve sır gibi saklanan kitabından beyazperdeye uyarlanan bir film. Bu filmde Redmayne, Newt Scamander olarak karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. “Son iki filmimin çekimleri sekiz hafta sürdü” diyor: “Bu film içinse dokuz hafta boyunca çekim yaptık ve sadece yüzeyi oluşturabildik. Bu tamamen kendi hızını farklı şekillerde ayarlamakla alakalı.”
Redmayne kariyerinin başlangıcının haritasını, şu anda oturduğu köşeden çizebilir aslında. Buluştuğumuz kafe Colbert, 2008 tarihli Now or Later prodüksiyonunda ABD Başkanı’nın gay oğlunu canlandırdığı Royal Court Theatre’a komşu. 1994’te, henüz 12 yaşındayken, Sam Mendes’in yönetmenliğinde ıslahevindeki bir çocuğu oynadığı Oliver!’la sahneye çıktığı London Palladium’a da 3 km uzaklıkta.
Ailesi (babası bankacılık sektöründe, annesi de yabancı beyaz yakalılara ikametgah işlerinde yardımcı olan bir şirkette çalışıyordu), onun bu yeni tutkusu hakkında temkinli ama destekçiydi. “Dünya hakkında hiç bilgileri yoktu” diyor Redmayne: “Ama babamın sayılarla arası çok iyidir, o nedenle işsizlik rakamlarını biliyordu.”
Önce okul aracılığıyla, sonrasında okuldan bağımsız bir şekilde işler gelmeye devam etti. 2005 yılında gösterime giren The Goat, or Who Is Sylvia? oyunundaki Edward Albee rolüyle, Olivier Ödülleri’ne aday gösterildi. Bundan tam beş yıl sonra, Red adlı oyunda canlandırdığı sanatçı Mark Rothko’nun yardımcısı rolüyle de bu ödülü kazandı. Sonrasında Broadway’a uyarlanan eser, Redmayne’e bir de Tony Ödülü getirdi.
Aslında kusursuz yüz hatlarını saymazsak pek çok yönden eski usul bir tiyatro oyuncusu o. Hâlâ tiyatronun enerjisini ve samimiyetini arzuluyor: “Broadway’i çok seviyorum. Bunun en büyük sebeplerinden biri, Broadway’de toplumsal duyguların Londra’nın batı ucuna (West End, kentte daha çok eğlenceli müzikallerin ve geniş kadrolu baş yapıtların sergilendiği turistik alan) göre daha ağır basması. Ben burada Red’i oynuyorken, Alfred Molina bir başka yerde Rothko’yu canlandırıyor; The Phantom of the Opera’da ise Lucy Liu var…”