3 Grammy, 35 altın plak, 30’dan fazla film. Plakları tüm dünyada en fazla satan sanatçı. Kadınların uğrunda öldüğü bir fenomen. Kral. Hangisi onun hikayesinin girişi olur bilemedim. Çünkü onu anlatmak zor. 50’li yıllardan günümüze popülerliğini kaybetmeden gelmeyi başaran, hala sayısız müzisyene ilham kaynağı olan, onu dinleyen her nesle bir öncekiyle aynı duyguları hissettirebilen bir adamı anlatmak, inanın çok zor. Üstelik aramızdaki bağ bu işi daha da zorlaştırıyor. Belki benim için en zor olanı en başta söylesem iyi olacak. Eşi benzeri yoktu. Yok.
Bugüne kadar hakkında çok şey okumuş olabilirsiniz. Ama inanın bana, hepinizden fazlasını biliyorum. Onu kendinden bile iyi tanıyorum. Baba mesleği olan kamyonculukla hayatını sürdürmeye çalıştığı dönemden beri şarkı söylemek, sadece şarkı söylemek istiyordu. Beyazların siyah müziği yaptığı, siyahların beyaz dinleyiciye müzik yaptığı bir döneme öncülük ettiği elbette doğru. Ama biliyorum ki aslında amacı bu değildi.
Sesi alışılmadık derecede siyahtı. Doğal olarak şarkı seçimlerini de zenci gırtlağına uygun olacak şekilde yapıyordu. Beyaz dinleyici birçok siyah şarkıyı ilk olarak onun sesinden dinledi ve sevdi. Mesela adını duyurduğu ilk hit şarkısı That’s All Right Mama, Arthur “Big Boy” Crudup’a aitti. Şarkının telif hakkını vermese de hakkını fazlasıyla vermişti. O dönemde Big Mama Thornton’ın Hound Dog isimli şarkısı sadece siyahlar arasında sevilirdi, bu şarkıyı da gözüne kestirmişti. Birkaç sene sonra onu da zirveye taşıdı. Zaten kariyeri boyunca hiçbir zaman şarkılarını kendi yazmadı. İlahi sesiyle, dokunduğu her şarkıyı bir anda kendi şarkısı yapardı.
Bir süre sonra bazı kesimler tarafından “zenci müziği” yapmakla suçlanır oldu. İşte o zaman doğru yolda olduğunu anlamıştı. Her kesimde hayranlık uyandıran sesinin birleştirici gücünü keşfetti. Otoritenin karşısında duracak cesaret bulmuştu. Bu cesaretle, bir süre sonra Trouble’la düzene meydan okuyacaktı. Hatırlıyorum da, şarkının “Ben emir almam hiç kimseden / İbaretim sadece et, kan ve kemikten” sözleri, gençliği itaatsizliğe teşvik ettiği için muhafazakar kesim tarafından topa tutulmuştu. Ama II. Dünya Savaşı’nın buhranından kurtulmaya çalışan gençliğin, bu yıldızın peşinden sürüklenip gitmesine kimse engel olamadı.
Sun Records’ın sahibi Sam Phillips’in hayatındaki dönüm noktası, Elvis’le tanıştığı gündü. Elvis’in hayatındaki dönüm noktası ise Heartbreak Hotel’in yayınlandığı gün. Parça listelerde 1 numaraya yerleştiğinde kıyamet koptu. Amerika “ikon” mertebesine yükselteceği ilk yıldızıyla tanışmıştı. Gençler ya onun gibi olmak ya da onun olmak istiyordu. Adının geçtiği her işin gelir getirme garantisi vardı. Basın, menajerler, plak şirketleri, film yapımcıları peşine düşmüştü. Hollywood stüdyolarının kapıları ardına dek açıldı. Love Me Tender filmiyle kamera karşısına geçerek, 33 filmlik oyunculuk kariyerine ilk adımını attı.
Filmleri müziği kadar dokunulmaz değildi, ağır eleştiriler aldı. Ama bu eleştirileri ciddiye almıyordu çünkü hiçbirinin sanat eseri değeri taşımadığının farkındaydı. Rol aldığı tüm filmler bir çeşit albüm tanıtımı olarak hazırlanıyor, senaryolar Elvis’in seçtiği şarkıları birbirine bağlayacak şekilde yazılıyordu. Bu filmler dönemin en parlak tanıtım fikriydi, hayran kitlesinin katlanarak artmasına neden oluyordu. Özellikle kadın hayranlarından her gün binlerce mektup yağıyordu. O mektupları elinden geldiğince teker teker okur, sonra imha ederdi. Hayran mektupları onun için çok özeldi, kendisinden başka okuyan olsun istemiyordu. Nesneleştirilen, öldükten sonra bile tüketiciye pazarlanmaya devam edilen adam, işte böyle bir adamdı.
Aynı adam, zirve basamaklarını üçer beşer çıktığı yıllarda, Amerikan ordusuna katılacağını açıkladı. İş ortakları iki sene boyunca ortadan kaybolmak istemesine anlam veremediler. Çok iyi para kazanıyor, çok iyi para kazandırıyordu. Onu ara vermesinin büyük bir risk olacağına ikna etmeye çalıştılar. Dinlemedi. Reklam yaptığını iddia edenler de oldu, aşırı ilgiden bunaldığı için kaçmak istediğini söyleyenler de. Oysa sadece ülkesine bağlı bir Amerikan vatandaşıydı ve her sıradan vatandaş gibi askerlik sırası gelmişti. Amerikan ordusunun onun için önerdiği özel uygulamaların hiçbirini kabul etmedi. Başkalarına kendini kanıtlamak istediği her halinden belli oluyordu ama ben, kendine kendini ispat etmeye çalıştığının farkındaydım. Yapılması gereken her şeyi yaptı. Üstelik yaptığı her işi fazlasıyla ciddiye aldığı için, zaman zaman herkesten fazla çalıştı; hatta birkaç madalya bile aldı. Hatırladığım tek şey, annesini kaybettikten sonra koğuşta kalmak yerine birliğine yakın bir bölgede ev tutup babası ve büyükannesiyle birlikte yaşamak istemesiydi. Bu, anlaşılabilir bir istekti.
Askerliği sırasında önce hayatının kadınını kaybetti, ardından hayatının aşkıyla tanıştı. Annesine çok düşkündü. Sırf bu nedenle, aralarında hastalıklı bir ilişki olduğu bile iddia edildi. Oğluna sınırsız bir sevgi sunan, onu koruyup kollamak isteyen, gözünden sakınan bir anneye karşı kullanılan bu ağır ithamlar hakkında tek kelime bile etmek istemiyorum. 46 yaşında kaybettiği annesinin acısını yaşarken Priscilla’yla tanıştı ve ilk görüşte âşık oldu. Tanrı’nın ondan zamansız aldığını, ona bu şekilde geri verdiğine inanıyordu.
Priscilla, Amerikan Hava Kuvvetleri’nde görevli bir yüzbaşının kızıydı. Masum güzelliği, zarafeti ve genç yaşına karşın olgun tavırlarıyla Elvis’in aklını başından almıştı. Ona “Merhaba, ben Elvis Presley” diyerek kendini tanıtmıştı. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük yıldızının kendisini adı ve soyadıyla tanıtması Priscilla’yı şaşırtmıştı. Sanırım bu genç kadın, o zamana kadar hayran olduğu adama, o an âşık oldu. Elvis’in annesini kaybettikten sonra gözlerinde sönen ışığın yeniden canlandığına şahit olmuştum. Elbette bu durumda düzenli kullanmaya başladığı amfetaminin etkisini de göz ardı edecek değilim. Yine de Priscilla karşısına çıkmasa neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Amerika’ya döndüğünde, bu genç kadın yanındaydı. Ama o zamanlar kimse kadınların deli gibi arzuladıkları bu adamın yedi sene sonra ona Presley soyadını vereceğine ihtimal vermiyordu.
Askerden dönüşü, yapımcılar için bulunmaz bir fırsattı; hemen askerliği anlatan bir film için kolları sıvadılar. Menajeri Tom Parker’ın isteğiyle, sinemaya ağırlık vermesi için konserlerine ara verildi. NBC’de yayınlanan ve Frank Sinatra’nın sunduğu Welcome Home Elvis programı ve Pearl Harbor’da verdiği konser dışında hiç sahneye çıkmadı. Dedim ya, aslına bakarsanız hiçbir zaman oyuncu olmak gibi bir hevesi olmamıştı. Ama askerden döndükten sonra daha ciddi roller denemek istediğini söylediğinde, oyunculuktan keyif almaya başladığını anlamıştım. Çünkü keyif aldığı işleri büyük bir ciddiyetle yapardı.
Yapımcılar genç kızların fantezilerini basit senaryolar ve ucuz yapımlarla beyazperdeye yansıtarak korkunç paralar kazanıyorlardı, buna gerek olmadığı konusunda hemfikirlerdi. Yine de Elvis’i geri çeviremezlerdi. 60’ların başında Flaming Star ve Wild in the Country ile bu isteğini yerine getirdiler. Tutmadı. Görünen o ki, oyunculuğuyla “ciddi” olarak ilgilenilmiyordu. Kimse yeni bir Jimmy Dean peşinde değildi, hayranları sadece sahnedeki Elvis Presley’in beyazperdeye yansıtılmasını istiyordu. Israr etmedi. Yıllar önce Eddie Bond’un küçümser bir tavırla verdiği “Baba mesleğine geri dön” tavsiyesinden beri, inandığı şeylerden vazgeçmemeyi alışkanlık haline getirmişti. İnandığını yapardı. Ucuz senaryolarla devam etmeye razı olduğunda, oyunculuğuna kendisinin bile inanmadığını anlamıştım. Yine de belki de ilk defa hayal kırıklığı yaşıyordu.
Artık kendisinin bile miktarını tam olarak bilmediği bir serveti vardı ama işlerin eskisi kadar iyi gitmediği ortadaydı. Arka arkaya birkaç şarkısı listelerde 20’li sıralardan yukarı tırmanamadı. Bir şeylerin yanlış gittiğini hissediyor, şarkı seçimlerini eleştiriyordu. Derken Lisa doğdu. Kızı geldiğinde hayatındaki kara bulutların dağılacağına inancı arttı. Bunu NBC’de yayınlanan Elvis: ’68 Comeback Special adlı programdaki canlı sahne performansına yansıtmayı başardı. Yedi yıl aradan sonra en iyi yaptığı işi yapıyordu. Program izlenme rekorları kırdı. Sonraki yıllarda In the Ghetto, Suspicious Minds, Don’t Cry Daddy, Kentucky Rain gibi efsane şarkılar arka arkaya müzik listelerinin üst sıralarında yerlerini aldı. Las Vegas uzun yıllar unutulmayacak sahne performanslarına ev sahipliği yapıyordu. Rock’n’roll’un kralı yeniden tahta çıkmıştı.
Her şey bir gün, bir konseri öncesinde aldığı telefonla değişti. Karşıdaki ses 24 saat içinde 50 bin dolar ödemezse sahnede öldürüleceğini söylüyordu. FBI olayı ciddiye aldı, bir süre sahneye özel korumalar ve üzerinde silahla çıktı. Konserlerinde herhangi bir olay yaşanmayınca korumaların kalmasına ancak artık silah taşımasına gerek olmadığa karar verildi. Ama vazgeçmeye niyeti yoktu; sahnede ve sahne dışında silahla geziyordu. Hayranlarının onu öldürmek istediğine dair paranoyak düşüncelere kapılır olmuştu. Saldırıya uğrama ve öldürülme kaygısı öylesine baş edilmez bir hale geldi ki Priscilla bu şekilde yaşayamayacağını söyleyerek evi terk etti. 1973’te boşandılar. Aslına bakarsanız Elvis o gün öldü. Cenazesi dört sene sonra kaldırıldı. Elvis’in Priscila’ya aşkını bilen biri olarak, son yıllarını geçirdiği Lisa Thompson’ın sadece bir hayat arkadaşı olduğunu söyleyebilirim.
Elvis nadir bulunan bir genetik miras devralmıştı. Karşı konulması imkansız bir çekiciliği vardı. Mükemmel erkeğin formülünün peşindeki uzmanlar yıllarca kaşı, gözü, burnu, alın genişliği, dudak kalınlığıyla hesap kitap yaptı. Cinsel obje haline dönüştürülmesine karşı koymayışına içerlerdim; bana kalırsa buna göz yumması, yeteneğine yaptığı bir haksızlıktı. Ama milyonlarca kadın gözyaşları içinde onu böylesine arzularken, en büyük takıntısının küçük bir el aynasıyla sürekli saçının arkasını kontrol etmek olmasını da garip karşılamıyordum.
Güzel gözleri vardı. Ama kadınların aklını başından alan, gözleri değildi. Yeryüzünün en güzel varlığı kendisi olduğu halde karşısındakine yeryüzünün en güzel varlığıymış gibi hissettiren bakışlarıydı. Ağız yapısı mükemmel değil, hatta kusurluydu ama dudaklarına kondurduğu küçük bir tebessümün öldürücü bir etkisi vardı. Çapkındı ama içe dönüktü. İçe dönüktü ama utangaç değildi. Kamera ışıkları altında ışıldardı. Ana kuzusuydu ama asiydi. Gülleri severdi ama silahlara düşkünlüğü de bilinirdi. Şarkılarının sözlerini anlamayanları bile melankoliye sürükleyecek bir ses tonu ama sahnede son derece maço bir duruşu vardı. Elinizi uzatsanız dokunabileceğiniz kadar yakın ama bir o kadar ulaşılmazdı.
Hayranlarını bu kadar çok öpen bir dünya yıldızı olur mu diye düşünür dururdum. Özel hayatını fazlasıyla göz önünde yaşıyordu ama bir şekilde sevenlerinde hep daha fazlasını keşfetme arzusu uyandırıyordu. Kadınların uğrunda ölümü göze almasından elbette haz duyuyordu ama 14 yaşında tanıdığı gencecik bir kızı hayatının merkezine koyup aile babası olmayı tercih etmişti. Hayatındaki bunca zıtlık bir kenara, siyahı böylesine çok seven bu karizmatik adamın, kör edici parlaklıktaki pembe sahne kostümleri giymekten keyif alıyor olmasına ben bile zaman zaman anlam veremiyordum.
Ama ondaki bu zıtlıkların ahenkle tek bir bedende hayat bulmasının hayranlık uyandırmasını anlayabiliyordum. Rol yapmıyordu. Gerçekten de bir bedende iki ruh taşıyordu. Ve bazen bu iki ruh arasında sıkışıp kaldığını hissediyordum. Hayır, son yıllarında girdiği depresyonunu etiketlemek için ortaya atılan bipolar bozukluk tanısından bahsetmiyorum. Kendimden bahsediyorum.
Benimle ilgili hiç konuşmazdı. Berber koltuğuna oturduğu zamanlar dışında. Larry Geller sadece berberi değil biraz akıl hocası, çokça da sırdaşıydı. Öldükten sonra, arkasından, yalnız kaldığında benimle konuştuğuna dair hikayeler anlatıldı. Oysa bunların çoğu, bir efsanenin hayatını olduğundan daha da çekici kılmak isteyen yazarların ve senaristlerin hayal gücünün bir parçasıydı. Konuşmazdık. Ama beni sevdiğini, hatta özlediğini hissederdim. Yaşadığı bunca şeye rağmen bir yanının hep eksik kaldığını fark ederdim. Ve bir yanının eksik kalmasından kendini sorumlu tuttuğunu da.
Görünenin aksine, kusursuz değildi. Mükemmel görünüşünün arkasına gizlediği ciddi bir genetik bozukluğu vardı. Kalın bağırsağı normal değerlerin üç katı kalın, iki katı uzundu. Ciddi sağlık problemleri yaşamaya başlamıştı. Üzerindeki sahne ışıkları teker teker sönmeye başladığında, bir kenara atılmışlığın neden olduğu depresyon ve öldürülme korkusuyla geçirdiği uykusuz geceleri için kullandığı sayısız ilaç, durumunu daha da kötüleştiriyordu. Sağlık sorunları sahne performansını da etkiliyordu artık. Üstüne bir de yeme bozukluğu eklenince hızla kilo almaya başladı. O haliyle sahneye çıkmak inadına bir türlü anlam veremiyordum; azalarak bitiyordu. Kalbi ve iç organları hasar görüyordu.
Doktoru George Nichopoulos, onu yaşı ilerledikçe yaşam kalitesini ciddi ölçüde bozmaya başlayan bu anormallikten kurtarmak için ameliyata ikna etmek için çok uğraştı. Bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Yaşadığı sıkıntıları saklamaya çalıştı. Son 12 yılında yanından ayrılmayan doktoru bile durumun ciddiyetini otopsisi sonucunda fark etti. Elvis’in ölümünden sonra yayınladığı kitabında da kolon ameliyatını egosundan dolayı kabul etmediğini iddia ediyordu.
Yanılıyordu. Onu ölüme götüren egosu değildi. Tanrı’ya onu tek bir kuluna nasip olacak güzelliklerle fazlasıyla ödüllendirdiği için gece gündüz şükretse de tüm bunlara sahip olmanın yükü altında eziliyordu. Bu anormalliğinin ödemesi gereken bir bedel olduğuna inandırmıştı kendini, sahip olduğu onca şeyin bedeli. Ve bu gerçeği tek bilen bendim...
Çünkü biz, 8 Ocak 1935’te Tupelo’daki iki odalı küçük bir evde dünyaya gözlerimizi aynı anda açtık. İlk nefesimizi birlikte aldık. O doğar doğmaz öyle bir çığlık attı ki, acı içindeki annem sevinçten hıçkırıklara boğuldu. Çığlık atma sırası bana geldiğinde bir melek fısıldadı kulağıma: “Kuyruklu yıldızlar yalnız gezer Jesse.” Sustum. Doğumumdan altı saat sonra ciğerlerim iflas etti. Hayat beni, onun yanına yakıştırmadı. Adım Jesse Garon. Ben, kral var olsun diye var olamayan ikiz kardeşiyim. Onun hikayesi, benim hikayem.