Steven Soderbergh çok sayıda film yapıyor. Muhtemelen sevdiğiniz küçük çaplı filmlerin de, bayıldığınız büyük gişe filmlerinin de çoğunun onun elinden çıktığını fark etmemiş olabilirsiniz. 1989'da Hollywood’a oldukça büyük bir etkiyle giriş yaptı; ilk uzun metraj filmi Sex, Lies and Videotape ile Cannes’da Altın Palmiye kazanan en genç yönetmen oldu. Bu filmi, Hollywood’a giderken bir haftalık araba yolculuğu sırasında bloknotlara yazarak tamamladı ve bütçesi sadece bir ay çekim yapmaya yetti. Film, gişede 37 milyon dolar hasılat elde etti.
O zamandan beri, ticari gişe filmlerinin görüntüsüne sahip (genellikle bütçesi ve yıldız gücü de buna uygun olan) yapımların içine oldukça yaratıcı fikirler gizleme konusunda ustalaştı. Soderbergh, vaat ettiğiyle yetinmeyen filmlerin ustası. Ve çok fazla film yaptı: ödüllü ilk filminden bu yana tam 36 tane. Hem de 35 yılda! Üstelik bu süre içinde dört yıllığına film yapmayı bıraktığı bir dönem oldu. Hepsini tek başınıza takip etmeniz zor, bu yüzden biz buradayız. İşte Steven Soderbergh’in tek kişilik film yapma makinesinden çıkan en iyi 12 filmi.
Tabii ki bu filmler listede olmalıydı, değil mi? Ocean’s 11, 12 ve 13 Soderbergh’in en yüksek gişe hasılatı yapan üç filmi ve seride ilerledikçe kalite düşse de, ilk film adamın neyi iyi yaptığını mükemmel bir şekilde tanıtıyor: suçtan taviz vermeyen zekice işlenmiş bir soygun hikayesi.
Şu anda herkes Pitt ve Clooney’nin Apple TV+ için çektikleri suç filmi Wolfs ile yeniden bir araya gelmesi konusunda oldukça heyecanlı. Ocean’s serisini izleyen herkes bunun nedenini anlayacaktır: 60'ların Rat Pack orijinaline dayanan bu kumarhane soygunu uyarlamasına getirdikleri karizmatik soluk, izlemek için büyük bir zevk ve büyüleyici bir deneyim sunuyor. Tertemiz bir suç eğlencesi!
Adına bakılırsa biraz ironik olsa da, film pek dikkat çekmedi ama zaten bu, doğrudan Netflix'te yayınlanan yapımların kaderi. Soderbergh'in tamamen iPhone ile çektiği ikinci film (ilki olan Unsane kadar etkileyici olmasa da), Moneyball prodüksiyonu başlamadan sadece günler önce projeden çıkarılmasının ardından spora geri dönüş yaptığı ikinci denemesiydi. Söylentilere göre, son dakika senaryoyu yeniden yazdığı için bu durum yaşanmıştı. Moneyball harika bir film, ama High Flying Bird, bu durumun onların kaybı olduğunu gösteriyor.
Film, bir basketbol menajerinin gözünden, oyuncusunun bir anlaşmazlık yüzünden oyunların TV'de yayınlanmasının yasaklanması ve dolayısıyla maçların oynanamaması nedeniyle sahaya çıkamamasını konu alıyor. Netflix destekli filmde menajerin, maçların oynanabilmesi için çözüm olarak yayın platformlarını işaret etmesi biraz yüzeysel ve kendini övüyor gibi görünse de, bunu bir kenara bırakırsak High Flying Bird’ün, profesyonel basketbol ve genel olarak ABD'deki profesyonel sporda yer alan ırksal güç dinamiklerini cesur ve özgün bir şekilde inceleyen bir yapım olduğunu söyleyebiliriz.
Julia Roberts, izleyince gerçekten yaşanmış olduğuna sevindiğiniz ya da hatırladığınız o iç ısıtan gerçek hikaye filmlerinden birine başrolüyle damga vuruyor. Erin Brockovich’te, işsiz, üç çocuk annesi bekar bir kadın, neredeyse kendi kendine hukuk öğrenerek, yaşadığı bölgedeki içme suyunu kirleten doğalgaz ve elektrik şirketine dava açıyor. Oldukça basit bir konu aslında: kötü niyetli büyük bir şirket, komik ve zeki bir underdog (ezilen ama mücadele eden) tarafından coşkuyla alt ediliyor. Bazen gerçekten de her şey bu kadar kolay olabiliyor. Soderbergh de bunu öyleymiş gibi gösterip, filmine beş Oscar adaylığı kazandırıyor. İyi iş çıkarmışsın, Steven.
Soderbergh hayranı değilseniz, Magic Mike ve devam filmlerinin sadece yakışıklı adamların soyunduğu filmler olduğunu düşünmeniz normal. Ve evet, bu sahneler bolca var -özellikle bir zamanlar gerçekten striptizci olan Channing Tatum'un oyunculuğa geçtikten sonra bu yeteneklerinden hiçbir şey kaybetmediği açıkça görülüyor- ancak Magic Mike bundan çok daha ciddi.
Tatum, Matthew McConaughey’nin canlandırdığı Dallas karakteri tarafından yönetilen bir striptiz kulübünde en dikkat çekici dansçı rolünde. Alex Pettyfer’in genç ve çekici çaylağı ekibe katıldığında, para, ilgi ve hedonizmin onu nasıl etkilediğini izliyoruz—bazı yönleri harika, bazıları ise o kadar da değil. Bu dengeyle, film, aslında bir uyarı niteliğinde olmasına rağmen fazla ders verir bir tona kaymaktan kaçınıyor: eğlence üzerine kurulu bir hayat, her zaman o kadar da eğlenceli olmayabilir.
Kim, neredeyse tamamen doğaçlama diyaloglarla dolu ve büyük ölçüde bir yolcu gemisinde geçen tuhaf bir filmde Meryl Streep’i oynatabilir? Tabii ki Bay Soderbergh! Usta oyuncu, prestijli bir ödüle aday gösterilen ve uçuş korkusu nedeniyle İngiltere'ye gemiyle gitmeye karar veren ünlü yazar Alice Hughes’u canlandırıyor. Ona yol boyunca eşlik eden kişi ise, harika bir performans sergileyen Lucas Hedges’ın canlandırdığı yeğeni. Ancak Hughes’un haberi olmadan, menajeri (Gemma Chan) gizlice gemiye binmiş ve uzun zamandır beklenen yeni kitabı konusunda Hughes’u takip etmeye başlamıştır. Menajer, yazarın yeğenine yaklaşarak teyzesi hakkında bilgi edinmeye çalışırken, yeğen de ona karşı hisler beslemeye başlar. Film, insanların farklı şeyler isteyip birbirini bu istekler doğrultusunda nasıl kullandığını anlatıyor. Hayat da böyle değil mi zaten?
Elmore Leonard’ın yazılarını sinemaya uyarlarsanız, başarılı olma ihtimali oldukça yüksektir. Jackie Brown, Justified ve 3:10 to Yuma bunun kanıtı, ve Out of Sight da öyle. Film, bir banka soyguncusu (George Clooney) ile onu tutuklamakla görevli federal mareşal (Jennifer Lopez) arasında gelişen bir romantizmi anlatıyor. Bu, eğlenceli ve ateşli bir durum, ancak bu bir Soderbergh filmi olduğundan, asıl mesele her zaman insanlar. Suç, sadece suç olsun diye işlenmiyor; suç, insan davranışlarını sorgulamanın harika bir yolu olduğu için işleniyor. Ya da eğer heyecan verici bir suç filmi izlemeyi seviyorsanız, o zaman sadece suç olsun diye işleniyor. Yani sonuçta herkes kazanıyor!
The Informant! bir tür gerçekçi, tersine bir American Psycho gibi başlıyor; Matt Damon, uluslararası bir tarım-gıda şirketinde başkan yardımcısı rolünde, şirketin üst kademelerine ve kurumsal dünyaya olan hayranlığına rağmen, milyar dolarlık fiyat sabitleme operasyonunu ihbar etmeye karar veriyor. Ancak, yavaş yavaş işler daha karmaşık hale geliyor. Daha fazla bir şey söylemeyeceğim. Tamam, biraz daha söyleyeceğim: bunun Damon’ın en iyi performansı olduğuna dair güçlü bir argüman sunulabilir. Karakter, tanıdığınızı ve bildiğinizi sandığınız, ama aslında bambaşka biri olan türden. Harika bir iş çıkarmışsın, Matt. Gerçekten harika.
Logan Lucky, eğlenceyi zekice ortaya koyuyor. İlk olarak, Daniel Craig’in, Knives Out’tan önce bir bomba uzmanı olarak rol almaktan çok keyif aldığı açıkça görülüyor. West Virginia’dan iki kardeş (Adam Driver ve Channing Tatum), yerel yarış pistinde bir soygunu gerçekleştirmek için Craig’in canlandırdığı karakteri hapisten kaçırıyor. Bu, tam bir kaos sahnesi gibi görünebilir: Craig, Bond yıllarında alışılmışın dışında bir rolle karşımızda; üstelik bir yarış pistinde patlayıcı bir soygunda. Ancak büyük finale gelene kadar geçen süredeki komik ve zekice işlenmiş sahnelerde film aslında bunun ötesinde bir hikaye.
Cinsellik bir ilişki için ne kadar önemli? Konuşma ne kadar önemli? Bu iki unsur birbirleri için ne kadar önemli? İşte bu tür sorularla karşı karşıyayız burada. Evli bir çift var; koca, karısının kız kardeşiyle bir ilişki yaşıyor (buraya kadar her şey normal). Sonra kocanın bir arkadaşı ortaya çıkıyor. Kendiyle ilgili itiraf ettiği iktidarsızlık sorunu, karısının da ilgisini çekiyor, tıpkı kadınların cinsel fantezilerini anlattığı video kasetler yapma hobisi olması gibi. Ve hikaye böyle devam ediyor. Hassas bir konuyu dikkatli bir şekilde ele alan bir film bu; yukarıdaki sorulara verdiği cevap ise, konuşmanın cinsellikten daha seksi olabileceği yönünde. Belki de öyledir. İzleyin ve kendiniz karar verin. Düşündüren bir film bu.
Traffic, Soderbergh’in karmaşık sosyopolitik bir meseleyi incelikle ve hassasiyetle ele alma yeteneğinin en iyi örneklerinden biri. Bu durumda mesele, uyuşturucuyla savaş ve bu hikayeyi anlatmak için seçtiği karakterler, her zamanki gibi özenle seçilmiş. Hikaye, uyuşturucu bağımlısı bir kızı olan, Başkan'ın uyuşturucuyla mücadele ofisine atanan muhafazakar bir yargıç, iki Meksikalı narkotik memuru, sınırın hemen ötesindeki iki DEA ajanı ve iki farklı düzeydeki uyuşturucu satıcısı etrafında dönüyor. Uyuşturucu ticareti gibi devasa ve gizemli bir endüstrinin nasıl işlediğini öğrenmek hem ilginç hem de anlatı açısından sürükleyici. Traffic, çoğumuzun varlığını görmezden gelmeyi tercih ettiği bir dünyaya ilgi duymamızı ve önem vermemizi sağlıyor.
Oldukça bölücü bir film bu. Soderbergh’in deneysel işlerine yöneltilen "takdir edilesi ama keyif vermiyor" eleştirisi burada da kendini gösteriyor, ama ben Bubble’ın arkasında duruyorum. Küçük bir kasabada, bir oyuncak bebek fabrikasında çalışan üç sıradan görünümlü işçinin yaşamlarına yapılan olağanüstü bir mikroskobik inceleme. Soderbergh, bu hayatların içindeki en küçük değişikliklerin nasıl büyük sonuçlar doğurabileceğini, tanıdık bir soğukkanlılıkla gösteriyor; spoiler vermeden ifade edecek olursak, sonuç cinayet. Bu sonucun getirdiği seyirciyi memnun eden ihtişam ve heyecan, hayatlarımızın sıradan görünen ve genellikle daha az önemli olarak gördüğümüz kısımlarını incelemek için kullanılıyor. Bubble’da, 73 dakikalık kısa bir süre içinde, Soderbergh bize bir “büyüteç” kullanma önerisinde bulunuyor.
Annesi hastanede, babası seyyar satıcı, kardeşi ise bir amcanın yanına gönderilmiş. Böylece Büyük Buhran dönemindeki St. Louis’te, bir otelde kendini yetiştiren 12 yaşındaki bir çocuğun hikayesi başlıyor. A.E. Hotchner’in anılarına dayanan King of the Hill, Soderbergh’in başarısız ikinci filmi Kafka’dan sonra kariyerini tekrar doğru yola soktu. Genç kahramanımızın (Jesse Bradford) zekası ve cazibesi filmin başarısında kilit rol oynuyor; onu, prestijli bir özel okula kabul ettirilirken ve davet edilmediği birçok başka duruma girerken izlemek çok kolay.
Film aslında, yetişkinliğe doğru bir büyüme sürecine dönüşen bir dizi olaydan oluşuyor: müşterisi koridorun karşısında oturan seks işçisiyle arkadaş olmak, babasının arabasını borç tahsildarlarından saklayabilmek için hızlıca araba kullanmayı öğrenmek, okuldaki zengin bir kızın evine davet edilmek ve kendisi hakkında yeni yalanlar uydurmak zorunda kalmak. Çocuğun çevresi, ailesi ve kişiliği, büyüme ve değişme yolculuğunda nasıl bir rol oynuyor? King of the Hill,Kafka’ya yöneltilen ağır eleştirilerden sonra Soderbergh’i tekrar eleştirmenlerin gözünde yükseltti. Ve iyi ki öyle oldu.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.