Metroda kalabalıklar yok artık. Ve yüzleri kaplayan gazeteler. Oturmak için koltuğu açtığımda tesadüfen karşıma çıkar dergiler, o dergileri hızla karıştırırken beni bir anda Deptford’un pazar yerleri; Walthamstow’un muralleri; Kensal Rise’ın gastropubları; Tooting Tram & Social Club’ın konser programıyla tanıştıran makaleler de. Direklerde her durakta artan insan sayısıyla başlayan parmakların dansı, yükselen sıcaklık, kahve kokusu, kruvasan çıtırtısı, poşet hışırtısı da yok. Londra metrolarında maskeler gülümsemeleri saklıyor, sözcükleri boğuyor, gözlükleri buğuyla kapladığında insanın dış dünyayla ilişkisini kesiyor. Müziğe dönüyorum ben de. Sıradaki parça Katy J Pearson’dan geliyor Miracle. Bristol’lü Patti Smith. Bakışlarımı penceredeki tek bir noktaya sabitlediğimde oturduğum kompartman değil, dışarıdaki dünya aceleyle önümden geçiyor. Ben duruyorum. Dünya, koşuyor. İki şarkının arasındaki o kısacık boşluğu next station: Oxford Street (Sıradaki istasyon: Oxford Caddesi) anonsu dolduruyor. Tren yavaşlıyor. Kapı önümde açılıyor. Mind the Gap (Boşluğa dikkat edin) diye sesleniyor Emma Clarke. Emma’nın sesi olduğunu biliyorum çünkü asansörlerde, otobüslerde, metrolarda anonsları yapan, hayatımıza hemen her gün katılan insanların seslerini suretleriyle bir araya getirmeyi seviyorum. Tel Aviv’deki, Beyrut’taki, Paris’teki arkadaşlarımı düşünüyorum o an. Ve seslerini. Sesini unutmadığım sürece hayatımdan silinmeyecekler.
Londra’nın merkezindeyim şimdi. Oxford Street’in dükkanlarına giren çıkanların sayısını tutan görevli mensupları; indirim haberlerini veren vitrinleri; alışveriş torbalarıyla sırada zaman öldürenleri; topuklu ayakkabı tıkırtılarını; cebindeki turuncu mendile uygun çorabı, kısa paça pantalonu altında görünen beyi; önlüklerinin yakalarını gevşetmiş, küçük çeteler halinde yürüyen çocukları; trafik ışığında bekleyen tazıyı geride bırakıp, ara sokaklara kaçırıyorum adımlarımı. Eksikliğini hissediyorum. Arabaların. Kimisi trafiğe kapatılmış Soho sokaklarında Akdeniz esintisi var bugünlerde. İtalya’nın meydanlarını kaplayan neşeyi, İstanbul’un kaldırımlarına taşmış kahkahalarını, Paris’in gelen geçene bakılan teraslarını, Barselona’nın ağaçlar arasındaki masalarını, Zagreb’in büyük güneşlikler altında devam eden muhabbetlerini anımsatıyor önümdeki manzara. Kalın kapılar, karanlık pencereler, arkadaki bahçelerde saklı değil artık şehir. Al fresco. Sokakta.
Altı ay kapanmanın sonuda yürürken karşılaşan insanların kısa sohbetleri, mekandan ayrılırken bir daha görüşecekleri ayın gününü seçenler değil, sandayelerde, bir masa etrafına oturanlar da orada şimdi, kavuşmanın mutluluğuyla ikinci, üçüncü hatta dördüncü şişeyi ısmarlayanlar da. Bekleyenleri masalara almak için hesap telaşında olan garsonları da görüyorum, yan masadakilerden çakmak isteme bahanesiyle ötekilerle tanışmak isteyenleri de. Hoppers'ın vegetable kothu rotisinin kokusu Sri Lanka’da Arugam Bay’daki bir gün batımına götürüyor beni. Bazen kokular, zamanın ileri akışından bağımsız geçmişle iletişim kurabiliyor. Kokular, anılara dönüşüyor. Kaç dakikaya masa açılacağını soruyorum. En iyi ihtimalle 1 saat sonra diyor gözlerini müşterilerden ayırmayan, bu hareketiyle masaların boşalacağına inananan garson. Bugünü Sri Lanka’da geçirecek sabrım yok. Daha yakına, etrafımdaki masalarda İspanyolca duyduğum, Akdeniz’in esintisine taşınıyorum ben de. Barrafina’ya yürüyorum. Oturduğum anda isteyeceklerimin listesini geçiriyorum aklımın içinde: kabak çiçeği dolması, domates soslu ekmek, patatas bravas. Güneş, bulutların arkasından çıktığı anda, insanlar da artıyor yürüdüğüm yolda.
AL FRESCO LONDRA MESKENLERİ
Peckham Rye İstasyonu’ndan çıkınca, sokağın ortasında birkaç kişiye sormanızı gerektirecek küçük bir giriş var. Oradan içeri adım attığınızda önce İngiltere duvarlarında yeni işlerini özlediğimiz Phlegm’in yapıtlarını görüyor, ardından Japonya’ya yola çıkıyorsunuz. Kanpai’de içeceğiniz sake. Londra’nın evime yakın diye değil, kaykaycıları, kuğuları, piknik örtüsü üzerine kurulmuş mahallelileri, pazar günü Bánh mì alabileceğiniz arabalarıyla en sevdiğim parklarından biri Victoria Park içindeki People's Park Tavern hava güzel olduğu günlerde bütün planları ekip, ayrılmak istemeyeceğiniz yerlerden. Bir zamanlar Hackney Wick’te buluşalım dediğimizde aklımıza Crate’ten başkası gelmezdi. Crate ve pizzaları. Crate ve lager’i. Crate ve grafik tasarımcı, müzisyen, ressam ahalisi. Şimdi nehrin karşı yakasında Barge East de var. Suyun kenarındaki yeşillikler arasında oturmayı sevenlere. Mimarlar, mobilya tasarımcıları, camdan maket yapanlar, Exmouth Market içindeki Caravan’da komşularınız olacaklar. Tower Bridge’e yolunuz düşerse, çünkü Borough Market’ten alışverişinizi yapmış, Gentlemen Baristas’dan aldığınız kahveler elinizde, nerede bir şeyler yesek diye düşüncelere dalmış olabilirsiniz, Coppa Club’un terası istikametiniz. Bu akşam yemeği nerede yesek, ama yanında güzel bir de şarap içsek, hatta belki hepsinden önce bir kokteyl? sorularının cevabı: Sager and Sage Paradise Row. 2020 yılında Şef Stevie Parle ve tasarımcı Tom Dixon Portabello Dock’ta yerel üreticilerden aldıkları sebzelerle rengarenk tabaklar yaratan Joy’u açtı. Oralara gittiğinizde Kensal Town’dan Queen’s Park’a yürüyerek biraz mahallede gezinmeyi de atlamayın. King’s Cross’un kanala karşı öğle yemeği yenilen merdivenleriyle giderek popülerleşen pazar alanı Coal Drops Yard’daki Parrillan, Barrafina grubunun yeni projesi. Masanızın yanına eklenen barbeküde yemeğinizi kendiniz pişiriyorsunuz. Richmond’a gitme nedenlerimizden biri, Petersham Nurseries, Covent Garden içerisinde La Goccia’yı açtı. Roma’da aperetivo saatini özleyenler için.
Bu yazı "Havadar Londra" başlığıyla Travel by Vogue & GQ Türkiye'nin ilk sayısında yayınlanmıştır.