6’sından 30’una, çocukluk odasından Berkeley günlerine, şimdilerde Mardin'de Hercai setindeki mesaisine... Akın Akınözü dengeyi ip üstünde yürüyen adam metaforu yerine oradan oraya savrulan topları aynı düzlem üzerinde bir arada tutmaya çalışma haliyle tanımlıyor. Bunun da dengesizlikle iç içe olduğunun farkında. Günlük hayatında 'Tanrı'nın müthiş bir denge hali' olduğu fikri ise hep aklında.
Akın Akınözü, modern insanın çoğu zaman işiyle tanımlandığı şu zamanda sermayesi kendisi olan profesyonel bir hayat sürdürmeye çalışıyor. “Sahnede senden kendini açman bekleniyor tüm çıplaklığınla. Sahneden indiğin anda da sana saldırmak için bekliyorlar. Zırhsız bir şekilde kendini koruyabilme dengesini öğrenmen lazım, zor ama bir o kadar değerli. Tacize uğrayabileceğin bir alana çıkıyorsun” diyor. Bu şartlar altında sağlam bir korunma mekanizmasına ihtiyacı olduğunu ekleyince iki zıt yükü taşımanın dengesini kurmaya çalıştığını hatırlatıyor.
Üniversite okumak için 17 yaşında başlayan Amerika deneyimi, matematik bölümünde ona kağıt üstündeki problemleri çözmekten çok daha fazlasını kazandırmış. 98 sayfalık bir bölüm senaryosunun 90 sayfasında rol aldığı bölümü anımsıyor. ‘Otel odası-karavan-set’ üçgeninde geçen günlerine kaotik dış dünya/sektör etkisini de ekleyince, dengede kalmak ve devam edebilmek için gösterdiği çabanın birikimine değiniyor. Başardığı kısımlar kendini belli ediyor. Yalnız başına, tek odaklı yaşadığı dönem ve kağıt üstünde çözdüğü problemler denge kurma tekniğini geliştiren birer antrenman olmuş. Bu antrenmanın faydaları uygulamalı olarak, farklı yerlerde şimdi kendini gösteriyor.
İçinde bulunduğu dengeye şükrederken, denge hissini kaçırdığı ve “Buzdağının görünen kısmıydı” dediği, kilo problemine değiniyor. 120 kilodan şimdiki haline dönüşmesi aslında gözle görünür bir dengeye ulaşma yolculuğu. “Tabii iraden seni güçlendiriyor. Dengesizlik halinden sonra dengeyi kazanmak seni daha güçlü iradeye sahip bir birey haline getiriyor. Dengesizliğin yarattığı rahatsızlığı gidermek için yaptığım yolculuklar beni her zaman daha yüksek seviyede bir denge haline getirdi” diyor.
Akın’ın iş ve hayat balansı konusundaki mücadelesi pek çoğumuzunkine benziyor. “Kendine hem haksızlık ettiğin, hem gönül koyduğun, hem de kıyak geçtiğin anlar neler” diye sorduğumda; “Bu sezon uyumayı öğrendim” diyor. Çünkü setten geç gelip, ertesi gün için ekstra hazırlık yapmak istediğinde kısalttığı uyku saatleri için kendine haksızlık ettiğini, uyumayı seçtiğinde kendine kıyak geçtiğini ve istediği performansı ortaya koyana kadar da gönül koyduğunu söylüyor. Bu yeni uyku dengesinin performansını olumlu etkilediğini mutlulukla ekliyor. Yani bedenin, zihnin gerçekten şarja ihtiyacı varken, ‘şimdi yatayım sabah erken kalkar çalışırım’ sistemi, hakkını verince işe yarıyor.
“Bu kadar yoğun çalışırken spor yapmaya nasıl vakit buluyorsun” diye soranı çok oluyormuş; cevabı aslında meditasyona bakış açısını da aktarıyor: “Asıl spor yapmazsam kendimi kötü hissediyorum. Meditasyonun temeli nefes almakta yatıyor ama bence asıl önemli olan yaptığımız her şeyde meditatif bir deneyime ulaşmaya çalışmak.” Aramızdaki sohbete dahi öyle bakmaya çalışıyor, kitap okuduğu saatlere de…
‘Her şeyde meditatif deneyime ulaşmak’ için bazen ufak değişiklikler dengenin sağlanmasında büyük fayda getirebiliyor. Akın, onlarca gözün, enerjinin olduğu bir sette performans gerektiren mesaide. Mesai sonrası da evinde değil bir otel odasında.
“Bütün enerjiler sana dokunuyor ve dolayısıyla kendinle baş başa kalabileceğin bir alan olması lazım” derken bir karavanın performans dengesini ne kadar etkileyebileceğini vurgulamış oluyor. Ve otel odasında senaryoyu daha rahat okumak için edindiği ergonomik sandalyeden memnuniyetle bahsederken, yüksek reytingli bir dizinin başrol oyuncusu stereotipine bolca tevazu ekleyenlerden olduğunu gösteriyor.
Aslında tüm bunları, bir sahne çekmeyi meditatif bir deneyime dönüştürme hedefiyle yapıyor. Şimdilerde Miran olarak karşımızda. Rolün keyfini çıkarmaya çalışırken, karakterle seyahat ettiği uçlar onu bir tür kişisel sınavla baş başa bırakıyor.
Yüksek oktavlı oyunculuğu övgü kadar yergi de alıyor. Bilimsel araştırmalara göre bizi tanımayan kişilerin bile hakkımızda düşündüklerinden etkilenmeme olasılığımız yok. Akın’ın buna karşı uyguladığı reçete, sağlam bir referanstan: “Ağaç anatomisi beni her zaman ayakta tutar. Rüzgar onu sallar ama kökleri sağlamdır; rüzgar geçtikten sonra da orada sapasağlam duruyordur. Ama kökü sağlam değilse ilk rüzgarda uçar gider. Ben yergi de çok aldım, övgü de... Yergi kadar övgü de yıkıcı olabilir.
İşte burada kişinin kendine edindiği ölçütler kritik bir rol oynuyor ve bence kişinin kendine edinebileceği en doğru ölçüt “Dengede miyim?” sorusu. Kişisel olarak bu soruya, geceleri yatağıma yatınca cevap buluyorum. Rahat bir uyku uyuyabiliyor muyum? Mesele bu.
Şu da önemli bir şey; eğer değer yargılarının üzerine inşa ettiğin bir filtre mekanizması geliştirebilirsen, övgülerden ve yergilerden sana yapıcı katkılarda bulunacak olanları seçebilirsin. Bu filtreyi geliştirebilmek önemli çünkü denge hali buradan geliyor.
Bazen filtrelerin çalışmadığı, düşüncenin pratikte çuvalladığı oluyor. Dengeyle dengesizliği bir arada konuşma gerekliliği kendini göstermeye başlıyor. Ve kendini sorgulamaya geçiyor: “Övgü ve yergi mevcudiyetinde nasıl sağlam kalabiliyorsun, merkezini kaybetmeden yoluna nasıl devam edebiliyorsun? Bütün bunları açıklıkla karşılıyorum. Kapıldığım oluyor mu? Oluyor.”
Akın için bu farkındalık anı, antrenmanlı olduğu pratiklerle dönüşüyor: “Meditasyonun bence en temel öğretisi şudur: Düşüncelere mi daldın, nefesine odaklan, yine mi odağın düşüncelerine kaydı, tekrar nefesine odaklan. İşte ben de, yergiye, övgüye ve bütün diğer etkenlere kapıldığımı fark ettiğimde, en temel değerlerime odaklanıyorum; ailem, dostlarım, sevgilim ve vicdanım... Onlar benim nefesim.”
Akın’ın temelinde bir de ‘işleyiş dinamikleri’ var: Annesi ve babası. Filmi denge vizöründen geri sarıyoruz: Aslında Akın, 5-6 yaşlarında denge hissiyle tanışmış. ‘Bir çocuk bunu nasıl anlar’ diye soruyor olabilirsiniz. Cevap belli, tek çocuk olduğu için. Tek çocuk olmanın getirdiği ‘yalnız olma’ hali, onu kendi içinde bir denge kurmaya yöneltmiş. Tabii bunun hayatına kattığı denge duygusunu sonradan anlamış.
Hayatının şu anki noktasına gelmesinde ise çoğumuza tanıdık, kendi içinde çatışma taşıyan bir anne baba ilişkisi var. Akın üniversite son sınıftayken bir görüntülü konuşma sırasında babasının karşısında. Bu konuşmada Akın’ın, babasına oyunculukla ilgilendiğini söylemesiyle, karşı tarafın bilgisayarının havada uçması bir oluyor. Akın henüz çok genç, üzülüyor tabii. Ama annesinin karşılıksız sevgisi onu bu sert tepkiye kırılmaktan alıkoyuyor. Ve her zaman işleyen çekim yasası da unutulmamalı: Akın’ın, ABD’de okuması ve pek çok kararı arkasındaki itici güç babası oluyor.
Akın, bunları aklından geçirirken baba olma planlarına dair şu cümleleri kuruyor: “Bir gün çocuğum olduğunda ona nasıl bir alan açmak istediğime dair elbette kafamda birtakım düşünceler var ama bunu biraz da yolda öğreneceğimin farkındayım. Çocuğumu kucağıma aldığımda birçok şey değişecek. Kafamdaki kararlar değişecektir. Ama en azından kendi yetiştirilmemden, tek çocuk olmamın farkındalığıyla birtakım gözlemler ve çıkarımlar yapma imkânım oldu. Kendi babalığımda umarım bunu bir adım ileri taşıyabilirim.”
Yolculuğu esnasında kendine zaman zaman dışarıdan bakabilen Akın, akıştan kopmamak için birkaç düşünce sistemine yakın duruyor. Mesela, “Başımıza gelenler bir bütünün sadece yüzde 10’udur, geri kalanlar bizim ona nasıl tepki verdiğimizdir.” Böyle düşününce tepkiler küçülüyor, kararlar yanlıştan dönüyor, belki de işler çaktırmadan yoluna giriyor. ‘Her şerde bir hayır vardır’ durumu onun için de anlamlanıyor. Wisconsin’e gittiği ilk sene hazırlık sonrası okula kabul edilmeyip rotayı Los Angeles’a kırmak zorunda kalmadan önce, sevdiği bir hocası “Olan her şeyin bir sebebi vardır” demiş. Bu cümle o günlerde okula kabul edilmeyen bu gence anlamsız gelmiş. Ama havasını soluyup oyunculuk yapma kararı aldığı Los Angeles’a manevrası, hocasına bir teşekkür mektubu yazdırmış.
Bu beklenmedik manevra, yıllar içinde ‘tahmin edebildiğinin çok ötesinde bir plan işliyor, bunun senin için işlemesine izin ver’ bakışını geliştirmesini sağlamış. Şöyle diyor: “Jim Carrey’nin söylediği çok güzel bir şey var, ‘Life doesn’t happen to you, it happens for you.’ Hayat senin için gerçekleşiyor tarafından bakınca, hayat şükürler olsun bizlere tahminlerimizin ötesinde bütün nimetlerini sunuyor.” Bir süre sonra konfor alanından çıkıp burada kurduğu kariyer düzeninin bir köprü ayağını yine Los Angeles’a atmayı düşünüyor. Konfor alanını bozup, yeni bir dengenin peşine düşmek istemesinin sebebi, potansiyelini tam olarak değerlendirme konusunda bir adım atma ihtiyacı. André Gide’nin “Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe, insan yeni okyanuslar keşfedemez” sözünü hatırlıyor ve yolculuğunda bunu yapması gerektiğini belirtiyor.
Denge sohbetimizi başından beri yer yer kendini gösteren en yakın ve zıt kavramla bitiriyoruz. Bu meseleye böylesine kafa yormuş biri dengesizlik anında ne yapar? “Öfke, öfkelenmek. Orada sabretmemek, sabırsız davranmak. Ama bu Akın değil, değil! O da Akın. O da dengesiz Akın. Dengesini, merkezini, yolunu, kendisini kaybetmiş bir Akın. Buralara düştüm. Vermemem gereken tepkiler verdim. Ama benim için önemli olan bunlardan ders çıkarıp çıkaramadığımdır. Bugüne kadar aldığım bütün dersleri eyleme dökerek yeni denge hallerine ulaşmayı becerdim, umarım bundan sonra da yoluma bu şekilde devam edebilirim.
Müthiş dengeyi Tanrı gibi görebiliriz. Ben böyle düşünüyorum en azından... Karanlığa düşmek işte bu müthiş dengeden uzaklaşma hali sanki. Ama burayı da tatmak çok önemli çünkü ne yapmaman gerektiğini oranın sana hissettirdikleriyle öğreniyorsun. Bizim sektörün sınır zorlayıcı çalışma temposu ve sürekli etkileşim halinde olma gerekliliği dengede ustalaşmak için çok sağlam bir antrenman alanı sunuyor.
Farkındalığı sayesinde altı yaşında tanıştığı, sonradan anladığı denge hissi ve ona ulaşma hedefi, 30’una girdiği bu ilk aylarda Mardin’deki otel odasına bağlanıp yaptığımız pazar sohbetinde dengesizliğin göz kırptığı anılarla birlikte hep Akın ile. Yolculuğunun virajlarındaki savrulmaların farkında. Ânın keyfini sürmeye odaklanırken, iç gücünü dinamik ama dingin bir şekilde akışta kalmak için kullanıyor: “Akış bana doğuştan verilen bir mesaj. Benim adım Akın, akmam lazım. Bunun yolculuğu içindeyim. Denge de ancak akış halinde mümkündür.’’
Genel Yayın Yönetmeni: Ali Tufan Koç
Yazı: Alper Etiş
Fotoğraf: Tuğberk Acar
Video: Fora Norman
Styling: Erkan Altunay
Saç: Hüseyin Altun
Moda Asistanı: Gözde Keleş
Yepyeni bir GQ deneyimi: GQ Denge'nin ilk sayısı raflarda. Buradan satın alabilirsiniz!