On yıllar boyunca, Gene Hackman Amerikan sinemasının bir devi oldu. İsmi bir film afişinde yer aldığında hep bir parlaklık vaadiyle gelen, en büyükler arasında sayılan o nadir isimlerden biri... Efsane bir oyuncu kuşağının parçasıydı: De Niro, Pacino, Hoffman, Cazale ve diğerleri. Günümüzün sinema yıldızı kalıbına uymayabilecek, ancak başrol oyuncusu olmanın anlamını yeniden tanımlayan isimler. Bize Baba, Scorsese, Spielberg ve daha fazlasını getiren altın standartlı bir sinema çağının bayrak taşıyıcıları.
95 yaşında eşi Betsy Arakawa ile birlikte öldüğü bildirilen Hackman için her şey, 1967’deki Bonnie ve Clyde filminde Warren Beatty ve Faye Dunaway’in karşısında oynadığı çıkış rolüyle başladı. Bu film, Yeni Hollywood hareketinin gelişini işaret eden erken yapımlardan biriydi. Hackman, sonraki 40 yıl boyunca sinemanın değişmez figürlerinden biri oldu. Ancak birçok kişi için onu tanımlayan rol, ilk Oscar’ını kazandığı 1971 yapımı The French Connection’daki performansıydı. Filmde, hiçbir şeye pabuç bırakmayan, silahını konuşturan ve ünlü araba takip sahnesiyle New York’un kirli sokaklarında iz süren sert dedektif Jimmy “Popeye” Doyle’u canlandırıyordu.
Yine de, Hackman etkileyici bir oyunculuk yelpazesine sahipti. Çizgi roman filmlerinin henüz bir fenomen haline gelmediği dönemdeki çizgi roman tutkunları için o, Christopher Reeve’in Lex Luthor’uydu. Klasik 1972 felaket filmi The Poseidon Adventure, Oscar sonrası kazandığı itibarı, Ernest Borgnine ve Jack Albertson gibi Oscar ödüllü isimlerle dolu kadronun başında değerlendiriyordu. 90’larda ise Hackman, gerilim dolu hukuk filmlerinin vazgeçilmez yüzlerinden biri haline geldi: Class Action, The Firm, Enemy of the State. Ve elbette, Clint Eastwood’un Unforgiven filminden bahsetmeden geçemeyiz; Hackman, bu filmle ilk Oscar’ından 19 yıl sonra ikinci Oscar’ını kazandı.
İşte GQ’nun, onun renkli filmografisinden seçtiği favoriler:
The French Connection’daki Popeye’in pervasız ve doğrudan tarzının aksine, Hackman, The Conversation’da yalnız bir figür çiziyor. Francis Ford Coppola’nın, Baba ve Baba II arasında çektiği bu gerilim dolu paranoya filminde, Hackman, San Francisco’da çalışan, içine kapanık bir dinleme uzmanı olan Harry Caul’u canlandırıyor. Bir iş sırasında ölümcül bir komploya denk gelen Caul, kısa süre içinde kendisinin de gözetim altında olduğu imalarını taşıyan karanlık figürler tarafından tehdit ediliyor (bunlardan biri, kariyerinin henüz başlarındaki Harrison Ford). Hackman, film boyunca yavaş yavaş yükselen suçluluk ve korku duygularını müthiş bir dengeyle yansıtıyor. The Conversation’ın ünlü doruk noktası sahnesinde, umutsuzluğa kapılan Caul, evini dinleme cihazı bulmak için darmadağın ediyor. Ve sonunda, yalnızca değerli saksofonu sağlam kalıyor ve yıkıntının ortasında hüzünlü bir melodi çalıyor.
Hackman kötü polisleri oynamakta ustalaşmamışsa ne yapmıştı? Mississippi Burning’de, 1960’larda üç sivil haklar aktivistinin kaybolmasını araştırmak için kırsal Mississippi’ye gönderilen iki federal ajanı canlandıran isimlerden biri olarak bu yeteneğini sergiliyor. Diğer ajan ise, genç ve düzgün görünümlü Willem Dafoe’nun oynadığı Ward. Şehirli ve kurallara bağlı Ward, yasaları titizlikle uygulamak isterken, Hackman’ın hayatın içinden gelen Ajan Anderson’ı, amacın araçları meşru kıldığına inanıyor. Eğer bir Klan üyesini sorgulamak için boğazına jilet dayamak gerekiyorsa, öyle olmalı. Anderson’un alışılmışın dışındaki yöntemlerini neden sorgulamıyoruz? Birincisi, karşısındaki düşmanlar haç yakan, cinayet işleyen beyaz üstünlükçüleri. Ama esas olarak, Hackman’ın ateşli ve öfkeli adalet anlayışıyla karakterine kattığı inandırıcılıktan kaynaklanıyor.
Bu, muhtemelen şimdiye kadar yapılmış en iyi denizaltı filmi. Küba Füze Krizi’ndeki gerçek olaylardan esinlenen filmde, Denzel Washington’un canlandırdığı Birinci Subay Ron Hunter, puro tüttüren Kaptan Frank Ramsay’ye (Hackman) karşı gerilim ve paranoya dolu bir mücadeleye giriyor. Çünkü Ramsay, üstlerden kesin emir gelmeden bir Rus denizaltısına nükleer saldırı düzenlemeye karar veriyor. Yetkisi sorgulandığında, Ramsay tam anlamıyla bir çılgın krala dönüşüyor; Hackman, burada adeta Soğuk Savaş’ın Kral Lear’ını oynuyor. Açıkçası, ürkütücü bir performans sergiliyor. Klostrofobik ortamda ter ve bağırışlar eksik olmuyor; film, iki efsanevi oyuncunun varlığı sayesinde sıradan bir aksiyon olmaktan çıkıp başyapıt seviyesine yükseliyor. Ve unutmadan, filmde pre-Aragorn Viggo Mortensen ve pre-Tony-Soprano James Gandolfini de muazzam destekleyici performanslar sergiliyor.
Hackman, The Birdcage’de gerici kültürel muhafazakârlığın mükemmel bir parodisini sunuyor. Filmde, Pat Buchanan tarzı bir Cumhuriyetçi olan Senatör Kevin Keeley’yi canlandırıyor. Keeley, kızının nişanlısı ve ailesiyle tanışmak için Miami’ye davet ediliyor. Ancak olaylar, klasik Guess Who’s Coming to Dinner tarzı bir kültürel çatışmaya dönüşüyor: Keeley, kızının müstakbel kayınpederlerinin, şehrin en popüler drag barının sahibi olan Armand (Robin Williams) ve Albert (Nathan Lane) olduğundan habersiz. Üstelik Albert, mekanın en ünlü performans sanatçısı. Armand ve Albert, kendilerini “sıradan” heteroseksüel bir çift gibi göstermeye çalışırken başarısız oldukça, filmin en komik ve absürt sahneleri ortaya çıkıyor. Fakat asıl espri, Keeley ve eşinin (Dianne Wiest) bu numaraya inanacak kadar saf olmaları. Ve finalde, Hackman’ın kendisi de bir drag kılığına giriyor. Bu, 90’ların ortasında, üstelik her daim maskülen bir “Amerikan erkeğini” temsil eden bir oyuncu için oldukça cesur bir hamleydi…
Ah, Royal Tenenbaum. Wes Anderson’ın ikonik şekilde “problematik” ailesinin başındaki baba figürü, 21. yüzyılın en unutulmaz sinema karakterlerinden biri. Güvenilmez, güvensiz, küçük hesaplar peşinde koşan, aldatıcı ama aynı zamanda gelişmeye açık biri. Hackman, kariyerinin son dönemlerindeki en etkileyici rollerinden birinde, ailesiyle yeniden bağ kurmaya çalışan Royal Tenenbaum’u canlandırıyor. Karısı Etheline (Anjelica Huston) ve üç çocuğu (Ben Stiller, Gwyneth Paltrow, Luke Wilson) tarafından reddedilince, sempati kazanmak için ölüm döşeğinde olduğunu uyduruyor—bu taktik, başarılı olur gibi görünüyor, ta ki her şey çökene kadar. Kariyerinin ilerleyen yıllarında Hackman, sessiz kuşağın (Silent Generation) sert ama içlerinde karmaşık duygular taşıyan adamlarını canlandırmada ustalaşmıştı. Royal Tenenbaum karakteri, bunun yanı sıra muazzam bir karizmaya da sahip. Mrs. Doubtfire ve Marriage Story ile birlikte “Boşanmış Baba Sineması”nın Mount Rushmore’una kazınacak bir performans.
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.