“En iyi” felaket filmi kavramı biraz karmaşık. Çünkü bu, tüm film türleri içinde, geleneksel “iyi” ya da “kötü” değerlendirmelerinin en az geçerli olduğu türlerden biri. Bu filmleri böyle bir ölçütle değerlendirmek pek mümkün değil. Hikayenin belirgin bir anlatı yapısına sahip olması ve izleyici deneyimini güçlendirmesi mi gerekir? Pek sanmam. Etkileyici, hatta beklenmedik derecede dokunaklı diyaloglarla belirli bir bakış açısını derinleştirmesi mi lazım? Hayır, hiç de değil. Karmaşık ve derinlikli karakterler mi olmalı? Hiç gerek yok.
Felaket filmlerinin en önemli özelliği, keyifli bir abartıya sahip olması. Ve elbette içinde büyük bir felaket barındırması gerekir. Formül basit ama bu sadelik, kullanılan malzemenin kalitesini daha da önemli hale getirir. Felaketin büyüleyici olması gerekir. Abartının gerçekten keyifli olması gerekir. Bunu en iyi başaran filmler, en iyi felaket filmleridir. İşte karşınızda o filmler!
Köpekbalıkları var. Kasırgalar var. İşte karşınızda Sharknado. İsmiyle iddialı devam filmi Sharknado 2: The Second One’ı kıl payı geride bırakarak bu listeye girmeyi başaran Sharknado, felaket filmleri dünyasında özel bir yere sahip. Çünkü bu film, kendi alt türünün en iyi temsilcisi. Hikayeye gelince: Bir kasırga okyanustan tonlarca köpekbalığını alıp havaya savuruyor ve sonra Los Angeles’ın dört bir yanına saçıyor. Bu felakete karşı çözüm yolları arasında kaçmak, çığlık atmak, uçan köpekbalıklarına elektrikli testereyle saldırmak ve bir noktada, Trumpvari bir şekilde, bir helikopterden kasırgalara/hortumlara bomba atarak içlerindeki köpekbalıklarını havaya uçurma fikri var. Evet, böyle bir cümle kurmak tuhaf ama ne yapalım, Sharknado bu işte.
Michael Bay hakkında ne düşünürseniz düşünün, adam felaket yaratmak için doğmuş. Üstelik bu sefer tamamen bilinçli bir şekilde! Bruce Willis, Ben Affleck, Will Patton, Steve Buscemi, Owen Wilson, Liv Tyler ve daha birçok ünlü ismin yer aldığı Armageddon, gezegeni kurtarma görevi için NASA tarafından işe alınan bir grup petrol sondaj işçisini konu alıyor. Uzmanlık alanları sayesinde seçilen bu ekip, dev bir asteroide nükleer bomba yerleştirmek ve Dünya’ya çarpmadan önce onu patlatmak için uzaya gönderiliyor. Hikaye kulağa ne kadar mantıklı geliyorsa, film de o kadar mantıklı – ama dürüst olalım, zaten fazlasına da gerek yok. Sondajcılar asteroide nükleer bombayı yerleştirip onu yok edebilecek mi? İşte gerçek bir felaket filmi tam da böyle sorular sordurur!
Bu film ilk çıktığında epey tepki aldı. Muhtemelen bunun sebebi, The Big Short ve Vice filmlerinin yönetmeninden gelen iklim krizi hakkındaki bir hicvin insanlardan beklentilerini tam olarak karşılayamamasıydı. Ancak filmi daha basit bir çerçevede, günümüz medya ortamındaki dezenformasyonun yenilmezliği karşısında yükselen öfkeli bir çığlık olarak değerlendirirsek – ve onu bir felaket filmi gibi ele alırsak – ortaya oldukça eğlenceli bir yapım çıkıyor. Leonardo DiCaprio, Jennifer Lawrence ve Jonah Hill’in performansları özellikle öne çıkıyor; Meryl Streep ve Timothée Chalamet de kadroda yer alıyor. Sonuç olarak, doğrudan Dünya’ya çarpacak bir asteroidin anlatıldığı bir film... Daha felaketvari ne olabilir?
Burada bir parantez açıp felaket sinemasının ustalarından Roland Emmerich’e saygılarımızı sunalım. The Day After Tomorrow’un yönetmeni, filmografisinde Independence Day, Godzilla, 2012, White House Down ve daha birçok felaket filmi bulunan, tam anlamıyla bir kaos adamı. Güzel giden şeyleri hiç sevmiyor. Bu filmde de işlerin yolunda gitmemesi, Kuzey Atlantik Okyanus dolaşımının bozulmasıyla başlıyor. Bunun sonucunda Tokyo’da devasa dolu yağışı, Los Angeles’ta bir kasırga ve New York’un tamamen sular altında kalması gibi felaketler peş peşe geliyor – iklim krizinin etkileri aniden ve hızla ortaya çıkıyor. Genç Jake Gyllenhaal, hikayenin kendisinden daha ciddi olduğu bu filmde başrolde yer alıyor. Senaryo belki biraz fazla iddialı ama sonuçta eski usul, iyi bir felaket filmi.
Tıpkı Sharknado gibi yaratıcı bir saçmalık anlayışıyla yapılmış bu filmde, tehlikeli hayvan olarak köpekbalıkları yerine yılanlar var. Ve elbette, hiç olmamaları gereken bir ortamda: Uçakta. Bazıları bu filmin ne kadar absürt olduğunu yapımcıların fark etmediğini ve bu yüzden kötü olduğunu iddia etti. O insanlara şunu söyleyelim: Filmde bir yılanı mikrodalgaya koyup düğmeyi “yılan” ayarına çevirerek öldürüyorlar. Yani kısacası ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlar.
Gerçekten iyi filmlere doğru ilerlemeye başlıyoruz. 2024’te yayınlanan çoğul versiyonu Twisters’ın tekli öncüsü olan Twister, hortumların peşinden koşan bir grup bilim insanını konu alıyor. Kendilerini fırtınanın gözünde değil – çünkü orası sakin olur – gözün hemen dışındaki kaosta, yani göz kapağında buluyorlar. Ve işler gerçekten çok fırtınalı. Zamanına göre çığır açan özel efektler sayesinde film, etkileyici bir seviyeye ulaşıyor. Şapkalarınızı sıkı tutun!
Tamam, tekrar saçmalıklar diyarına dönüyoruz. Ama gerçekten kaliteli bir saçmalık. Airplane!, bir uçuş sırasında olabilecek her türlü felaketin üst üste gelmesi ve eski bir pilotun uçağı indirip günü kurtarmaya çalışması üzerine kurulu. Ama asıl olay bu değil – asıl olay, film boyunca sıralanan muhteşem “baba esprileri.” “Gergin misiniz?” “Evet.” “İlk kez mi?” “Hayır, daha önce de birçok kez gergin oldum.” İşte tam da böyle espriler var ve inanılmaz eğlenceli.
Genç Ben Stiller, The Royal Tenenbaums setinde Gene Hackman ile çalışırken, büyük bir cesaret gösterip Hollywood efsanesine The Poseidon Adventure’ın kendisini yönetmen olmaya nasıl teşvik ettiğini anlatmıştı. Hackman ise yılların yorgunluğuyla şöyle yanıt vermişti: “Ah evet, para için yapılmış bir iş.” Motivasyonu ne olursa olsun, Hackman bu filmde dev bir dalgayla alabora olan bir yolcu gemisinde hayatta kalanları kurtarmaya çalışan bir rahibi canlandırırken gerçekten parlıyor. The Poseidon Adventure, felaket filmlerinin tam anlamıyla nasıl olması gerektiğini gösteren mükemmel bir örnek: İnsanların “ben böyle filmleri izlemem” diyerek kendilerini kandırdığı ama aslında büyük keyif aldığı türden bir yapım.
The Birds, çoğu kişi tarafından felaket filmi olarak görülmez; muhtemelen Alfred Hitchcock’un sinemadaki prestiji nedeniyle. Ancak bu yüzden onu bu kategoriye almamak, hem The Birds’a hem de felaket filmlerine haksızlık olur. Şöyle düşünün: Daha önce sakin ve huzurlu bir Kaliforniya sahil kasabası, aniden devasa kuş sürülerinin gizemli ve vahşi saldırılarına maruz kalıyor. İnsanlara zarar vermeye kararlı olan bu kuşlar kasabayı adeta savaş alanına çeviriyor. Eğer bu bir felaket değilse, felaket nedir? Üstelik, günümüzden geriye bakıldığında, filmdeki abartı dozu tam da felaket filmi tonunu yakalayacak seviyede. Sonuçta bunlar katil kuşlar! Gerilimi ustaca inşa eden müthiş bir film
The Towering Inferno, The Birds’tan daha iyi bir film olmayabilir. Ama kesinlikle daha iyi bir felaket filmi. Adeta felaket filmi kavramının ideal hali – absürtlük ile gerçek sinematik değerlerin mükemmel bir birleşimi. Başlangıçta 70’ler abartısıyla sizi içine çekiyor, ancak sonra gerçekten iyi bir film olduğu gerçeğiyle kazanıyor. Steve McQueen, Fred Astaire, Paul Newman ve Faye Dunaway gibi yıldızlarla dolu bir kadro, alevler içinde kalan San Francisco’daki bir gökdeleni ve içeride mahsur kalanları kurtarma çabasını anlatıyor. Uzun, sade, korkutucu ve heyecan verici. Bir elinizde koca bir kase patlamış mısır, diğerinde stres topu. İşte gerçek bir felaket filmi!
BU İÇERİK İLK OLARAK BRITISH GQ WEB SİTESİNDE YAYINLANMIŞTIR.