Yüksek müsaadelerinizle, son derece kişisel bir tondan gireceğim: Murat Menteş’in ilk romanı Dublörün Dilemması’nı okuduğum günü dün gibi hatırlarım. 2005 yılı, haziran başıydı. Kişisel tarihçemde öfkeden yana mimlediğim ilk üç güne sokabileceğim berbat bir gün geçirmiştim. Yakın çevresinde agresyondan yana hatırı sayılır şöhret sahibi biri olarak, 41 yılda öylesini az yaşamışımdır; o gün beynime sıçrayan kanın pıhtısı, bugün bile kellemin içinde bir yerlerde duruyor olmalı.
Akşamına Sonic Youth’un konserine gitmiştim, şakaklarımın zonklamasını o bile dindirememişti. Gecenin bir vakti eve dönmüştüm, serde zaten insomnia var; öylesi bir adrenalinle uyuyabilmemin mümkün olmadığı kesindi. Elimi, nefes alırcasına okuyan, kitap eleştirmeni bir dostumun hararetle tavsiye ettiği kitaba attım. Atış o atış oldu: Beraberinde, çoook uzun zamandır ilk kez, kitap okurken yüksek sesle kahkaha da attım.
Demem o ki, Murat Menteş’in yarattığı, Dublörün Dilemması’nın baş kahramanı atipik şizofren, albino dublör Nuh Tufan’ın, vaktiyle beni beyin kanamasından kurtarmışlığı vardır. Menteş’in farklı şekillerde gününü kurtardığı kimi okurlar tanıdığımdan, bu konuda yalnız olmadığımı da biliyorum.
Ardından 2009 yılında Türkiye Yazarlar Birliği tarafından verilen Yılın Romanı Ödülü sahibi Korkma Ben Varım ve kahramanı dul gangster Hayati Tehlike geldi.
Menteş’in, röportajlarında “James Bond’un yaptığı şeyleri Gazanfer adında birine yaptıramazsın, eğreti durur” minvalinde cümlelerle izah ettiği şekilde enteresan isimler taşıyan, kitap kahramanı olduğu kadar, aksiyon filmi artizlerini de andıran karakterlerinin yaşadığı birbirinden tuhaf hadiseler, yazarını memlekette nadir rastlanır şekilde, yayınlanmadan önce kitabı sipariş edilen imzalar arasına soktu.
Roman dediğin naylon kader
Menteş, kimi akademisyenler tarafından postmodern roman yazarları arasında sayılan, uzaktan bir bakışla bile şıp diye tanıyabileceğiniz türde “tarzı” olan bir kalem: Süratle akan, aforizması gani, üç satırda bir altı çizilesi cümleler ve diyaloglarla bezeli, absürd hadiselerin yaşandığı romanlarının üçüncüsü Ruhi Mücerret de bu anlamda istisna teşkil etmiyor.
Yanar dönerli kapağında Menteş’in büyük hayranı olduğu Cüneyt Arkın ve Orhan Gencebay’ın yer aldığı kitabın, hayata “bitse de gitsek” bezginliğiyle bakan, 100 yaşında olmakla birlikte ruhu ve dili genç kahramanı, yaşayan son İstiklal Harbi gazisi Ruhi Mücerret, o her ne kadar kendiyle ilgili pek öyle düşünmese de, “Ah şurda olsa da oturup karşılıklı bir kahve höpürdetsek” dedirten, “cins” bir tip...
Menteş, kitap kahramanlarının “kader”de buluştuklarını düşünüyor: “Üç romanımda da iyi niyetli ve temiz kalpli insanlar suça yöneliyor veya bulaşıyorlar. Dublör’de Nuh Tufan, mafyanın hedefi haline geliyordu. Korkma Ben Varım’da Hayati Tehlike, içinde bulunduğu şebekede ofsayta düşüyordu. Ruhi Mücerret ise tanımadığı birini öldürmeyi kabul ediyor. Aslında bunun ötesinde bir başka ortak nitelik daha var: Kader... Romanlar, bir tür kader şeması, tabiri caizse naylon kaderdir. Kader, miktar kelimesiyle akraba. Hayat ölçülerle, sınırlarla yaşanır. Yaşamak bir yandan da sonsuzluğa heveslenmektir. Bu varoluşsal denge, kıvam, ölçü meseleleri, insanlığın en büyük tartışma konusu. Başka bir açıdan bakarsak, Romeo ve Juliet’te Romeo’nun haykırdığı gibi, her birimiz kaderin elinde oyuncağız. Hayatta sıradan tesadüflerden elde edilen enerji kullanılabilir. Fakat romanda, kaderin ağlarını ördüğünü hissettiren türde tesadüflere yer vardır ancak. Kader, garip bir biçimde romanda hayattakinden belirgin olmalıdır.”
Röportajın devamı GQ Türkiye Mayıs sayısında ve iPad edisyonunda